16 Nisan’da Faşizmi Durdurabiliriz, Yenmek için Avrupa Ölçeğinde Dayanışma Gerek

Ertuğrul Kürkçü, Berlin’de Die Linke tarafından düzenlenen Türkiye Almanya  ilişkileri nereye? ismli konfransta yaptığı konuşmada “Kaos zalimlere, diktatörlere, sömürücülere sunduğu kadar imkanı sosyalistlere, eşitlik için mücadele edenlere, devrimcilere, insan hakları için çaba gösterenlere, demokratlara da sunuyor. O yüzden şimdi bu dünya çapındaki gelişme karşısında kaderlerimiz birleşiyor. Avrupa’nın eteklerinde bir faşist diktatörlüğün kurulmasına izin verecek olursanız, izin verecek olursak, inanın ki aynı gelişmelerin zincirleme bir biçimde birbirini tetikleyeceğini hepimiz görebiliriz.” dedi. Ayrıca Konferans’ta HDP eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın cezaevinden gönderdiği mektup  Alman Federal Sol Parti Milletvekili Sevim Dağdelen tarafından okundu.

Kürkçü’nün konuşması:

Herkese merhaba, iyi akşamlar hepinize. Çok teşekkür ediyorum burada bir arada olduğunuz için. Alman Parlamentosu, Bundestag, Başkanına da bu mükemmel konuşma için teşekkür ediyorum. Ama tabii alkışların en büyüğü Die Linke’ye, burada böyle bir tarihsel toplantıyı yapmayı başardığı için, adına layık bir parti olmayı başardığı için, ve ortak enternasyonalist bir mücadelenin kapısını hakikaten, sahiden açmak için bize sahici bir imkan sunduğu için çok müteşekkirim.

Kendimi evimde hissediyorum. Bunu sadece bir retorik olarak da söylemiyorum. Cezaevindeyken, çok uzun zaman önce ve çok uzun zaman boyunca cezaevindeyken her şeyin çok kasvetli göründüğü bir zamanda Rusça bilen bir arkadaşımız Rusça bir şarkıya başlardı. Nazi ordularını önüne katıp Berlin’e doğru sürükleyen bir Kızılordu askerinin ağzındandı bu şarkı. Meali şöyle: -Evinden ne kadar uzaklaşırsa evine o kadar yaklaştığını, çünkü savaşı bitireceğini düşünen- bu Kızılordu askeri işçi diyordu ki “Evim dünyam, dünya benim evim.”  Evimden ne kadar uzaklaşırsam evime o kadar yaklaştığımı çok iyi biliyorum. Öte yandan ben uzun yıllarını burada işçi olarak çalışıp Türkiye’de son yıllarını geçirmek üzere gelip hayatını orada kaybeden bir kadının oğluyum, bir gastarbeiter‘in oğluyum. O yüzden bu binada da, bu sokaklarda da, bu ülkede de annemin hakkı var; o hakka da ortağım, sizin emekçi kardeşinizim.

Türkiye’nin çok çetin bir yol ayrımına geldiği bir dönemde, her çetin yol ayrımında olduğu gibi nedense Almanya ile Türkiye’nin kaderleri birbirine bakıyor. Bunun üzerine uzun boylu konuşacak kadar tarihçi değilim ama gene öyle bir yerde olduğumuzu görüyorum. Türkiye büyük adımlar atarken her zaman Almanya’yla olumlu ya da olumsuz bir ilişkisi oldu. Şimdi de Türkiye yeniden kaderini tayin ederken aslında Türkiye’nin faşistleri, faşizmden özgürleşmiş Almanya’ya faşist diyerek Türkleri kendi yanına çağırmaya çalışıyor. Tabii ki bu mavalı, bu yalanı bunca mücadeleden geçmiş, faşizme karşı [mücadelede] beşbin evladını toprağa gömerek gelmiş olan Türkiye’nin devrimci halkı yutmuyor, yutmayacaktır. Bizim çok tecrübemiz var ama, yeni bir tecrübeye ihtiyacımız da var. Çünkü hakikaten tam boy bir faşizmle ilk kez karşı karşıyayız. Hitler’i durduran, Hitler’e yok oluşu yaşatan sadece yabancılar değil, Alman antifaşistleriydi. Onlara hem Hitlerin iktidara gelişinde hatalarından çıkardıkları dersler hem de Hitler’i yenerken ortaya koydukları dersler bakımından çokça ihtiyacımız var. Sadece derdimizi anlatmak için değil, öğreneceğimiz şeyleri de öğrenmek için buradayız. Ama şunu söylemek isterim size: HDP 16 Nisan’da Türkiye’ye faşizmden önceki son çıkışı göstermek için elinden gelenden fazlasını yapıyor.13 milletvekili ve eşbaşkanları hapiste olan, 5 bin üyesi son iki yıl içerisinde hapsedilmiş olan, siyasi çalışmaları zorbalıkla önlenen, bütün medyanın kendisine kapatıldığı ve muhalefet partilerinin ortaklığıyla milletvekili dokunulmazlıklarının elinden alındığı bu parti, mucizeler yaratarak hala “Hayır” kampının başını çekmeyi başarıyor. Her dilden Hayır demeyi Türklere, Türkiye’ye bütün Türkiye halkalarına öğretiyor. “Hayır” diyor, “Na” diyor, “Oxi” diyor, “La” diyor, “Voc” diyor… Türkiye’nin bütün dillerinden Hayır’ı siyasete tercüme eden bir partimiz var. Die Linke’nin mücadele ortağı, mücadele arkadaşı, omuz omuz yürüyen bir parti -Türkiye’de var öyle bir parti. O parti adına hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

Sevgili arkadaşlarım bu tartışmanın başlığından çok uzaklaşmak da istemiyorum. Çünkü -“Almanya Türkiye ilişkileri Nereye ?”- bu büyük soru hakikaten önemli bir soru. Bu soruyu doğru cevaplamak da çok önemli. Size bütün içtenliğimle söylemek isterim ki Almanya’nın Türkiye’deki sureti ne yazık ki Die Linke tarafından çizilmiyor. Almanya’nın Türkiye’deki sureti Die Linke tarafından çizilmiş olsaydı, diyebilirdik ki “Nereye gidecek Türkiye Almanya ilişkileri, işte bakın HDP-Die Linke ilişkileri nasılsa öyle olacak.” Ama öyle değil. Almanya’yı büyük tröstlerin, finans kapitalin çıkarlarını sevk ve idare etmekle yükümlü olan bir parti yönetiyor. Onun suretinde bir Almanya’ya baktığımız zaman [göreceğiniz şey] aşağıdan da baksanız yukarıdan da baksanız belirsizliktir. Belirsizliktir çünkü daha dün, önceki gün, önceki yıl, ondan önceki yıl Türkiye’ye gelip gittiğinde göçmen meselesinin, büyük göçmen yığınlarının Avrupa kıyılarında bloke edilmesi için Tayyip Erdoğan’ın desteğine muhtaçlığını, aslında “Türkiye’nin Avrupa perspektifini destekliyoruz” diyerek ifade etmeye çalışan, böyle bir anlaşma sağlamaya çalışan Angela Merkel’in kendisinin de partisinin de aslında Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olamayacağını, olmaması gerektiğini, olmasına imkân dahi olmadığını, sırf formaliter sebeplerle üyelik müzakerelerinin devamına izin verdiğini söylediğini bilmiyor muyuz? Hadi herkes unuttu diyelim Erdoğan da bunu biliyor. O yüzdendir Erdoğan’ın Alman politikacılara karşı küstah, onları aşağılayan, onların yüzüne çemkiren bir tutumla siyaset gütmesi. O yüzden bu belirsizlik ortadan kalkmadıkça Alman politikası doğuya karşı, Türkiye’ye karşı ve Türkiye’nin Avrupa ile olan ilişkilerine karşı net açık bir tutum belirlemediği sürece bu bulanıklık bu gelgit hep devam edecektir.

Dediğim gibi keşke Die Linke’nin suretinde olsaydı, keşke Türkiye’nin AB üyeliğine evet oyu veren Avrupa Parlamentosundaki sol, liberal, demokratik, yeşil partilerin suretinde bir Avrupa olsaydı. Ama Avrupa’nın suretinin bu olmadığı, Almanya’nın da sureti bu olmadığı için ne yazık ki ne yukarıdan baktığınızda inandırıcı ne de AKP ile bu kadar sıkı fıkı, bu kadar içli dışlı, bu kadar çıkarlar, bu kadar fırsatlar, bu kadar paralar, bu kadar finans kapitalle bağlanmış bir dostluk ilişkisi içerisinde yürüdükten sonra her şey olup bittikten sonra, herkes can verdikten sonra ölülere ağlamak[inandırıcı]. Kürtlerin bir atasözü vardır “kurtla yiyip çobanla ağlamak” diye. Bu siyaset ne yazık ki aşağıdan baktığınızda da böyle gözüküyor.

Size şunu hatırlatmak isterim Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği 10 Mart’ta bir rapor yayınladı 2015 Temmuz’undan 2016 Aralık’ına Türkiye’de hüküm süren güvenlik operasyonları boyunca ortaya çıkmış olan insan hakları ihlalleri ve vahim kayıplar hakkında. Bakın, çok kısa başlıklar halinde özetleyeceğim, bunlar doğrudan temel haklar, yaşam hakkı, barınma hakkı, var olma hakkına yönelik ihlaller olduğu için. Yoksa bir ülkenin bir devletin yurttaşına karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu ne kadar iş varsa hepsinin tersini yapmış; gerçekleştirmek ve korumakla yükümlü olduğu ne kadar hak varsa hepsini ihlal etmiş bir hükümetin ihlaller listesi çok daha kalabalık. Ama 2 bin sivilin hayatını kaybettiği bir operasyonlar dizisinden bahsediyoruz, 30 kent ve mahallelerinin yerle bir edildiği bir coğrafyadan, bir ülke bölümünden söz ediyoruz, 335 bin ila 500 bin arasındaki insanın evini terk etmek [zorunda kaldığı], yaşayacağı geri döneceği bir evinin kalmadığı bir sözüm ona “güvenlik operasyonu”ndan bahsediyoruz. İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin yargısı özetle şudur: “İnsan haklarının iç imkânlarla, yerel imkanlarla o ülke imkanlarıyla korunmasının imkansız hale geldiği” bir ülkeden söz ediyoruz. Bu ülke bu hale gelirken -çok üzgünüm hepinizin önünde hükümetinizi böyle sertçe eleştirmekten ama- ne yazık ki Almanya hükümeti bunun büyük bölümüne eğer eliyle ortak olmadıysa, gözlerini kapatarak, kulaklarını tıkayarak, ağzını kapatarak ortak oldu. Angela Merkel 2015 Kasım seçimlerinden önce hiç gerekmediği halde, hiçbir mecburiyet olmadığı halde Erdoğan’ın yanında siluetini gösteren bir geziye çıktı, bu gezinin olduğu sırada bu insan hakları raporunun hazırlandığı çatışmalar silsilesi başlamıştı.

Geçtiğimiz günlerde Almanya Anayasayı Koruma örgütü, yani Almanya’nın gizli istihbarat teşkilatı bir açıklamada bulundu, dedi ki “Biz Gülen Örgütü’nün bu darbenin arkasında olduğuna ikna olmadık.” Tartışmam bu yargının kendisi ile ilgili değil. Anlıyorum ki ben, Almanya istihbarat örgütü Türkiye’de olup biten her şeyi çok yakından izliyor. O kadar yakından izliyor ki, hükümetin sunduğu bütün bu kanıtlar silsilesine rağmen ikna olmayacak kadar neyin ne olduğunu biliyor. O zaman ben şunu sormak istiyorum: -Mecliste bununla ilgili iki yazılı soru önergesi verdim, üç kere sorumlu bakanların -Milli Savunma Bakanının, İçişleri Bakanının ve Başbakanın- yüzüne karşı sordum bir harekât planını. “Çöktürme Harekât Planı” denilen harekât planı demin BM raporunda özetlediğimiz bütün kayıpların nasıl gerçekleşeceğine, bu suçların nasıl işleneceğine dair bir plan içeriyordu. Sordum kendilerine: “7 bin 500 ila 8 bin arasındaki yurttaşınızı öldürmeyi öngören, bir o kadarının yaralanmasını ve sakat kalmasını öngören, 1 milyona yakın insanın yerinden yurdundan edilmesini öngören bir plandan haberiniz var mı?” Hiçbirisi bana alenen “böyle bir plan yok” demedi.- Şimdi Anayasa’yı koruma örgütünün madem her şeyden haberi var, bundan da haberi olduğunu, o yüzden Başbakanı’nı bundan haberdar etmesi gerektiğini ve o başbakanın bu katliam planları başladığında Türkiye’yi ziyaret etmemiş olması, T. Erdoğan’ın yaptığı silahlı sopalı seçime ortak olmamış olması gerektiğini söylemek isterim. Buna hakkımız vardı, buna ihtiyacımız vardı. Her şey olup bittikten sonra çok geç, herşey için çok geç. Çünkü her şey olup bitti, çünkü bu insanlar öldüler, bu insanlar yerlerinden edildiler. Fakat bunlar öyle soylu insanlar ki şimdi büyük şehirlere, Ankara’ya, İstanbul’a, İzmir’e, Adana’ya da göç etmediler. O mahalleden, o mahalleye göçtüler ve yanı başlarında yerle bir edilen, kazılan topraklarını geri almak için gün sayıyorlar. O günün başlangıcı 16 Nisan olacak. Kendi dillerinden “Na” dedikleri gün o topraklara geri dönecekler ve o zaman bütün her şeyi kendi güçleriyle kazanmış olacaklar. Ama bizim Alman halkına -ki onların bir bölümü bizim insanlarımız- onlara değil eleştirimiz. Bütün Alman toplumu adına siyaset yürüttüğünü söyleyen hükümete. Bu hükümetin şimdi mecburen -Die Linke gibi partilerin, Alman medyasının, onurlu gazetecilerin, insan hakları savunucularının, bilim insanlarının, Alman antifaşistlerinin baskısı altında- ses çıkartmak zorunda kalmış olması, işin esasını bizim açımızdan değiştirmiyor. O nedenle ben eğer hala geç değilse -bunu tarih gösterecek-Alman halkının önümüzdeki seçimlerde Alman hükümetini değiştirdiği zaman mutlaka bütün bu dönem boyunca susularak işlenmiş, el altından yapılarak işlenmiş, bilinçli ya da bilinçsiz olarak işlenmiş bütün günahları tasfiye için Erdoğan hükümetiyle yapılmış olan bütün gizli anlaşmaları ifşa etmesini istiyorum. İfşa etmelidir ki halklarımız görsünler aslında herkesin önünde kavga edenler perde arkasında nasıl anlaşıyorlar.

Bakın bu anlaşmalardan bir tanesini hatırlayacaksınız -Avrupa Komisyonu başkanı Junker ile Erdoğan arasındaki mülteci pazarlığını. Bir koyun pazarlığının bile daha asil yapıldığını söylemek isterim. Mezbahadaki pazarlık bile bundan daha asildir. Diyor ki, Avrupa Komisyonu başkanı “Bakın, seçimleri kazanmanız için biz çok eleştirel olan Türkiye raporumuzu yayınlamayı seçimlerden sonraya bıraktık, size hala mı yaranamadık” Tayyip Erdoğan’da çemkiriyor “Ya ne yapacaktın, sanki zaten başka ne yapabilirdin.” Şimdi ilişki bu. Bu ilişki içinde bir Avrupa’ya karşı güven olması, bunun bizim için bir gelecek vaadi olması [mümkün mü]. Erdoğan ile aslında aynı değerleri, aynı korkuları aynı içten pazarlıklılığı paylaşan bir Avrupa’ya karşı Türkiye halklarının niye saygısı olsun. İşte bütün bu tereddütleri, korkuları ve endişeleri şimdi Erdoğan esasen demokratik Avrupa’ya, insan hakları Avrupasına özgürlüğün, sanatın, bilimin insan yüceliğinin, kadın haklarının Avrupasına karşı kışkırtmak için kullanıyor. O yüzden aşağıdaki Avrupa’nın demokratik, eşitlikçi Avrupa’nın bin kere daha titiz olması lazım yukarıdaki Avrupa’nın Türkiye ile ilişkileri bakımından.

Can Dündar arkadaşımız biraz önce söyledi tamamen katılıyorum. Bakın sevgili arkadaşlar Erdoğan ile özetlediğimiz, Erdoğan’dan ibaret olmayan Türkiye’deki ırkçı-milliyetçi koalisyon atipik, sadece Türkiye’ye özgü bir şey değil. Donald Trump’ın Amerikasıyla, Putin’in Rusyasıyla, Erdoğanın Türkiyesi ya da yeni yükselen sağın Macaristan’ıyla Çek Cumhuriyeti ile Erdoğanın Türkiye’si arasında pek çok tarihsel ortaklıklar var. Bu, dünyadaki büyük kaotik dönüşümlerle ilgili bir mesele. Ama kaos zalimlere, diktatörlere, sömürücülere sunduğu kadar imkanı sosyalistlere, eşitlik için mücadele edenlere, devrimcilere, insan hakları için çaba gösterenlere, demokratlara da sunuyor. O yüzden şimdi bu dünya çapındaki gelişme karşısında kaderlerimiz birleşiyor. Avrupa’nın eteklerinde bir faşist diktatörlüğün kurulmasına izin verecek olursanız, izin verecek olursak, inanın ki aynı gelişmelerin zincirleme bir biçimde birbirini tetikleyeceğini hepimiz görebiliriz. O nedenle önümüzdeki Almanya seçimleri solun başarısıyla sonuçlanacaksa, sonuçlanması icap edecekse [Almanya solunun] Türkiye’de de faşizmin durdurulması bakımından kendi hükümeti üzerinde baskı uygulama mecburiyeti mutlaka vardır. Bu bir harici mesele değil, dahili meseledir. Almanyadaki mesele nasıl bizim iç politikamızsa, Türkiye’nin meselesi de  Almanya iç politikasının bir parçası haine gelmiştir. O yüzden sizlerden bize yardımcı olmanızı beklemiyoruz-tabii ki birbirimize yardımcı olacağız-ama asıl beklediğimiz şey ortak, Avrupa çapında bir anti faşist cephenin, bir demokratik hareketler koalisyonunun, bir özgürlük koalisyonunun oluşmasına hep birlikte nasıl yardımcı olacağımıza bakmaktır; bir yeni enternasyonalin ilk adımlarını hep birlikte atmamız için bu fırsatı, dünyanın merkezsizleştiği bu dönemde bu fırsatı, hep beraber gözetmemizdir. Ve biz dünyaya diyebiliriz ki: “Şimdi Putin’in Rusya’sına, Trump’ın Amerika’sına karşı liberal bir Avrupa değil aslında sosyal bir Avrupa pekala mümkündür, sosyal bir küre pekala mümkündür.” Bu bizim için kaybedilmiş bir ideal değildir, tam tersine buraya hep beraber yaklaşıyoruz.

Sevgili arkadaşlar ben Kürt Meselesi’nin adını anmadan Türkiye’de demokrasiden söz edilemeyeceğini, demokratik hiç bir şeyden söz edilemeyeceğini hepinizle paylaşmak isterim. Çünkü Türk sistemi esasen Kürdün köleleştirilmesi, Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesi üzerine kuruludur. Kürdün köleleştirilmesine, Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesine rıza gösterenlere bu güneş altında yer vardır Türkiye’de, göstermeyenlerin kaderi Kürtlerin kaderiyle aynıdır. HDP işte bu muazzam dönüştürücü dinamiği, Kürtlerin son 10 yılda özellikle yaratmış oldukları büyük devrimci dinamiği Türkiye’nin batısıyla paylaşma hareketidir. O yüzdendir hiçbir zaman bastırılsa da yok olmaması, ezilse de yenilmemesi. Çünkü burada yükselen, Ortadoğu’da özgürlüğün kalesi haline gelen bir halkın sesi var. Bu halkın kaderini bütün Türkiye ile paylaşmak istiyoruz. Türklere “Kürtlerin özgürleşmesine eşlik ediniz ancak o zaman sizi de baskı altına alan, sizi de sömüren, sizi de ezen bu devleti insanileştirebilirsiniz” diyoruz. Bu mesajımızın alındığını biz 7 Haziran 2015 seçimlerinde gördük. Şimdi ise özellikle 7 haziranla 1 kasım arasında maalesef Alman dış siyasetinin de katkısıyla Erdoğan’ın güvenlik gerekçesiyle başlattığı büyük savaşın yarattığı yıkımı ama onun kaçınılmaz ürünü olan ırkçı ve faşist yükselişi hep beraber karşılıyoruz. Bununla başa çıkacağız arkadaşlar, çıkmak zorundayız. 16 Nisan’da Türkiye “Hayır” diyecek bunu biliyoruz, velev ki kıl payı parkla Türkiye’den “Evet” sesi çıktı, hiçbir şey değişmez. Hitler nasıl iktidara geldiği gibi gittiyse, Türkiye’nin başına böyle gelmiş olacakların da -yalanla şiddetle, sahtekarlıkla, iki yüzlülükle, köleleştirmekle, insanları kendi ülkelerine hapsetmekle bu sonucu almış olanların da- kaçınılmaz sonları onları mutlaka bekliyor. Kendilerini bekleyen sona doğru bir yolda yürüyecekler. O yolun mümkün olduğu kadar kısa olması için şimdi uğraşıyoruz. Mücadele bitmeyecek ve Türkiye bu büyük sınavdan da yüzünün akıyla çıkacak.

Sözlerimi bitirirken şunu söylemek istiyorum, sadece Almanya ya da Avrupa değil dünyanın bütün kıtalarındaki özgürlük hareketleriyle kendimizi yakın, kardeş, arkadaş hissediyoruz. Ama Alman toplumunun kapitalistlerden, sermayedarlardan, sömürücülerden, çıkarcılardan, fırsatçılardan, açgözlülerden ibaret olmadığını da biliyoruz. Bizim kendi mirasımız içerisinde başka bir Almanya var. O başka Almanya ile biz hep beraberiz: Thomas Münzer’in Almanyasıyla, Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’in Almanyasıyla, Heinrich Heine’nin Almanyasıyla, Rosa Luxemburg’un Karl Liebknecht’in Almanyasıyla, Otto Dix’in Paul Klee’in Almanyasıyla, Theodor Adorno’nun, Walter Benjamin’in Almanyasıyla, Ernest Thaelman’ın Almanyasıyla, Rudi Dutschke’nin Almanyasıyla, Petra Kelly’nin Almanyasıyla, Bertoldt Brecht’in Almanyasıyla ve -bir zamanların Paul Breitner’inin Almanyasıyla- devrimci Almanya ile beraberiz.

Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum.

NOT: Konuşmayı kulaklıkla dinleyecekler için Türkçe olan kısmı sol kulaklıktan daha iyi duyulmaktadır.