Amok koşusu son sürat devam ediyor

Zamanda çılgınca geriye koşmak için yanıp tutuşan bir amok koşucusunun halüsinasyonlarında keramet arayanlara sabırla Herakleitos’un bilgeliğini taşımaya devam etmekten şaşmamalı: “Her şey akar, aynı ırmakta iki kez yıkanamazsınız.”

amok-1024x577ERTUĞRUL KÜRKÇÜ’YLE 15 TEMMUZ VE SONRASI ÜZERİNE

Mayıs sayımızda HDP milletvekili ve HDK eşsözcüsü Ertuğrul Kürkçü’yle yaptığımız kapsamlı söyleşinin başlığı “Amok koşusu ve akordeonun sesi“ydi. Akordeon toplumsal muhalefeti -ve onun önde gelen sesi olarak HDP’yi-, amok koşusu ise Erdoğan’ın, aynı sayıdaki Hamit Bozarslan söyleşisinin başlığıyla söylersek, “rasyonaliteyi imha stratejisi”ni simgeliyordu. Kürkçü’nün final cümlesi şöyleydi: “2016’nın ikinci yarısına Erdoğan’ın amok koşusunun şekil vereceğini düşünüyorum.” Koşunun 15 Temmuz sonrası malûm. “Demokrasi nöbetleri” seferberliği, bütün kurumlarda büyük tasfiye, muhalif yazarlara, gazetecilere, akademisyenlere, öğretmenlere dönük geniş çaplı gözaltı ve tutuklamalar, medyanın susturulması, OHAL, KHK’ler, belediyelere kayyım atamaları, TSK’nin Suriye’ye girişi…15 Temmuz’dan bu yana, “rasyonaliteyi imha stratejisinde” gelinen durum bu. Buraya hangi yollar getirdi, buradan nereye gidilir? “Akordeonun sesi ve amok koşusu”nun fikri takibini yapmak üzere Ertuğrul Kürkçü’ye bağlanıyoruz.

Mayıs sayımızdaki söyleşinin fikri takibini yapmak üzere oturduk ama, öyle bir gündemin ortasındayız ki, hangi başlıktan başlamalı, neresinden tutmalı, kestirmek zor. Rolleri değişsek, siz bir gazeteci olarak HDP’nin onursal başkanı ve HDK’nin eşsözcüsüyle söyleşiye hangi soruyla başlardınız?

Ertuğrul Kürkçü: Ben şunu sorardım: Hiçbir gücü kalmamış bir parlamentoda partiler arası ilişkilerden bütünüyle dışlanmış bir partinin onursal başkanı olarak neyi bekliyorsunuz?

Ağır soru.

Evet. Peki cevap? (gülüyor)

İlk akla gelen şu: Demokrasiyi, demokrasi mücadelesini parlamentosuz, parlamentarizm dışında düşünmemizi gerektiren bir zamandayız galiba.

Sizin cevabınız bu mu?

“Off the record” diyelim. Meclis’teki üçüncü partinin onursal başkanı bu kadar “köşeli” konuşmaz herhalde. Ama buradan devam edelim. Parlamento dışında nasıl bir muhalefet zemini yaratabiliriz, toplumsal muhalefet içinden nasıl bir güç birliği oluşturabiliriz? Bu soruya cevaben bir “Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği” girişimi var. Çağrıcıları arasında biz de varız. Yani siz de varsınız. Bu güç birliği çağrısından başlayabiliriz.

Oraya gelmeden parlamento meselesinden başlayalım. Doğrusu ben bu parlamento meselesinin bir ısrar meselesi olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Önemli olan parlamentonun bizimle nasıl ilişki kurduğu değil, bizim halkın temsilcileri olarak bu temsil görevini, şartlar ne kadar elverişsiz olursa olsun, yerine getirmeye devam edip etmeyeceğimiz meselesi. Burada halkın kararı ve iradesi belirleyici. Bu açıdan parlamentodaki durumun bir sınav olduğunu düşünüyorum. İki bakımdan: Bir, halk vekillerini geri çağıracak mı? Bunu yapabilirse, hakikaten bu yönde bir inisiyatif oluşabilirse, HDP siyaseti gerçekten halkın bağrına gitmiş demektir. Ama bu konuda halk genel olarak kayıtsız davranacak olursa, bizim o zaman daha çok çekirdek seçmenin görüşüne başvurabileceğimiz bir mekanizma bulmamız lazım. Çünkü kendiliğimizden vekil olmadığımıza göre, bu vekalet hakkında halkın şu ya da bu şekilde bir karar vermesi gerekir. Bu şartlar altında da vekalet sürdürülebilir. Bütün dışlama mekanizmaları çalışsa da, işlenen günahları görmek ve ifşa etmek, hala en yüksek kürsüden seslenmek imkanı varolmayı sürdürdüğü müddetçe burada yapılacak iş var demektir. Ancak, öbür soru baki. Bizim bu meclise gelirken esas meclisin halkın bağrı olduğu konusunda halkla yaptığımız bir anlaşmamız var. “Halkın bağrı” tabii soyut ve retorik bir kavram. Ama sonuç olarak, bu kavram sahici anlamıyla halkın bağrını ifade edecek ya da ona bir siyasi mana kazandıracak yapılar inşasına başlayıp başlamadığımızla ilgili. Doğrusu, bu noktada halkın bağrının, bizim ölçeğimizde Halkların Demokratik Kongresi (HDK) olduğunu düşünüyorum. O nedenle, meclis var ya da meclis yok…

“Meclis var ya da meclis yok”ta biraz durup başlangıç noktamıza kısaca dönelim. Aslında fiilen feshedilmiş bir meclis söz konusu değil mi?

“Fiilen feshedilmiş” aslında retorik bir ifade. Çünkü hala bütün yasaların yapılması için, hukuki bir düzen içinde kalınabilmek için zorunlu olan, istense de istenmese de kamuya açık bir tartışma alanında, bütün hesapların şu ya da bu şekilde görülmesi gereken bir yer olduğu için, parlamentonun fiili gücünün ya da fiili varlığının, sahici gücünün ötesinde sahip olduğu, hala sırtında taşıdığı, geçmişten kalan bir “sözün bağlandığı yer” olma konumu var. Ona hala bir ehemmiyet vereceksek bundan ötürü vereceğiz. Adı üzerinde, parlamento: sözün kurulduğu yer. Burada söz kurmak için imkân var.

Var mı gerçekten?

Şöyle var: Kapalı olmadığı sürece, burada söze yer var. Biz başından beri parlamentoyu kararların alındığı yer olmaktan ziyade sözün söylendiği yer olarak gördük, en azından ben böyle gördüm. Söz parlamentoya geldiğinde, hep Dr. Hikmet’in (Kıvılcımlı) mecazına başvurdum: “Müslüman için minare neyse, siyaset için meclis odur. Oradan söylenen söz her yerden duyulur.” Bunu kısmak için çok şey yapıldı ama hala ister istemez oradan söylenen söz meclis tutanağında, Resmi Gazete’de, meclis televizyonunun yayınında, şu ya da bu şekilde kayıtta. O yüzden Türkiye’nin geleceğine ve bugününe dair sahici, doğru hüküm vermek isteyenler, bütün öznelerin sesini bir arada duymak isteyenler, meclise bakacaklar. Bu sebeple, bu kapı kategorik olarak kapanmadıkça burada yapılacak iş olduğunu düşünmeye devam ediyorum. Ama, “değmez” dediğiniz noktada da çekilme kapısı açıktır. Bu tek taraflı bir mevzudur. Eninde sonunda parti örgütüyle 59 milletvekilinin kararına bakar. Ama bir toplumsal karşılığının olması için bu kararın gerisindeki halk iradesinin mutlaka ortaya çıkması lazım. Şu ana kadar bu yönde kuvvetli bir irade oluşmadı. Seçmenimizin bir bölümünde bu görüş oluşmuş durumda, bunu ifade ediyor insanlar. Ama genel olarak altı milyon seçmene yüzümüzü döndüğümüzde, herkesin oyu eşitse, büyük çoğunluk henüz böyle bir tutum ifade etmiyor. Ancak, bu tek yanlı bir süreç de değil, bunu gerekli görürse partinin bunun ajitasyonunu yapması gerekir -hakikaten halkta böyle bir karar oluşsun isteniyorsa. Partide de henüz böyle bir kararlılık oluşmadı. O yüzden, başlangıçta kendimizi koyduğumuz yer itibarıyla, hala öngörümüzle ve tutumumuzla çelişen bir yerde bulunmadığımızı düşünüyorum. Mevzu “biz sözümüzü söylüyor muyuz”dur. “Hükümetten saygı görüyor muyuz”, “meclis mekanizmaları içinde bir eylem icra ediyor muyuz” tartışması benim için ikinci derecede. Çünkü azınlıkta kaldığını bilen bir partinin zaten bu mekanizmaların kendisine bir maddi imkân sağlamayacağını bilmesi gerekir. Ancak, şimdi hukuki olarak da mecliste HDP’nin faaliyet alanının önü kapatıldığı için bu tartışma var tabii.

 

Kaderin tayin edildiği yer hayatın kurulduğu yerdir. Hayat parlamentoda kurulmuyor. Kader parlamentoda tayin edilmez. O yüzden, eninde sonunda, kaderin tayin edildiği yere asli faaliyetimizi taşımış olmamız gerekir.

“Meclis var ya da meclis yok”a dönersek…

Varsayalım ki ben yanılmış olayım, o kapı kapanmış da benim haberim yok olsun veya hakikatte böyle olmasın, kapı sonra kapanacak olsun, her durumda mutlak hakikat değişmez: Kaderin tayin edildiği yer hayatın kurulduğu yerdir. Hayat parlamentoda kurulmuyor. Kader parlamentoda tayin edilmez. O yüzden, eninde sonunda, kaderin tayin edildiği yere asli faaliyetimizi taşımamız gerekir. HDK bunun için öngörülmüş bir mekanizmaydı. Hukuk ya da siyaset tartışmasının da ötesinde, HDK bir toplumsal tartışmanın ifadesiydi. Zenginle yoksulun, yönetenle yönetilenin, zalimle mazlumun, işçiyle patronun, çalışanla çalıştıranın, kadınla erkeğin karşı karşıya geldiği, çatıştığı yerde oyunu kurma meselesiydi. Esasen Gramsci’nin Marx’a atfen dediği şey: Bütün çatışmanın çözüldüğü yer, sınıf mücadelesinin dolaysız, temsilcisiz, aracısız gerçekleştiği yer sivil toplum ya da toplumun kendisi. HDK bu alanda oyun kurmak için icat edilmiş, bulunmuş bir formüldü. Bu formülü uygulamakta HDP epey oyalandı, hep birlikte oyalandık. Şimdi buraya hızlıca yeniden insani, fikri, politik yatırım yapma zamanıdır.

Buradan “güç birliği” meselesine gelirsek…

Güç birliği meselesi, güçler arasında olacağına göre, az önce tarif ettiğim yerde, alanda bir güç olanlar arasında kurulacak ilişkinin önemi var. Yoksa, parlamentodaki partiler arasındaki ilişki alanı tamamen dağılmış, manasını kaybetmiş olduğu için sahada olanla bir ilişki kurabilmek için sahada kendinizi kurabilmeniz lazım. Bence parti sahada kendisini ancak HDK içerisinden kurabilir. Yoksa parti olarak kendisini sahada kuramaz. İşlevi bu değil, misyonu bu değil, kurgusu da bu değil.

Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği çağrıcıları arasında birçok parti, sendika, meslek örgütü, inisiyatif, siyasi grup var. Buradan bir birleşik mücadele zemini kurulabilir mi? Çağrılardan biri olurken muradınız neydi?

Birincisi, AKP’nin özellikle 15 Temmuz sonrası giriştiği total, tam saha pres, bu muazzam baskı karşısında şaşıran ve nereye bakacağını bilemeyen, muhalefetin odağında yer alan büyük kitleler için bir işaret fişeğine gerek vardı. Bence güç birliği çağrısı bir işaret fişeği, yoksa bir çağrının ötesinde maddi hakikat halini almış değil. Uzun zamandan sonra, kimsenin ötekini görmeden edemeyeceği bir genişlikte yeni bir hareket merkezi, yeni bir çıkış noktası oluşturmanın değeri hakkında bir tutum olarak görebiliriz bunu. Çağrının arkasındaki hareketlere, ima ettikleri imkanlara baktığımızda tanımadığımız, bizim için yepyeni bir güç kaynağı yok. Fakat halkın ya da sol muhalefetin gönlünden geçenler bir ifadeye kavuşmuş oldu. Bu açıdan önemli. Gerçekleşmesi, bunu şimdi herkesin kendi gerisine doğru derinleştirip derinleştirmeyeceğine, hakikaten sahada bu ihtiyacı karşılamaya devam edip etmeyeceğine bağlı. Ben henüz bu açıdan esaslı bir hareketlenme görmediğimi söylemeliyim. Fakat belirsizliğin son bulduğunu ifade edebilirim. Bu en azından en önde yürüyenler arasında birbiriyle temasa gelme ve bunu bir siyasi faaliyete dönüştürme konusunda bir kararlaşmayı işaret ediyor. Daha çoğunu göreceğiz önümüzdeki aylarda. İkincisi, tabii bütün söz alanlar, bir araya gelenler Türkiye’deki genel toplumsal mücadele temposunun içinde hareket ediyor. Özellikle yaz ayları, Kürdistan dışında, toplumsal mücadele temposunun nispeten düştüğü aylar, artık okulların açılmasıyla, hayatın yeniden şehir merkezlerine dönmesiyle birlikte kendisine bir gerçeklik bulacak mı? Nitekim, öğretmenler ilk darbeyi yiyenler arasındaydı, en önce de harekete onlar geçti, çünkü bu darbeyi durdurmaları gerekiyor. Onları diğer kesimler de izleyecektir. Üniversiteler ikinci alan. Elbette Kürdistan belediyeleri de başlı başına bir alan olarak bu temponun yükselmeye başladığı yerler. Bunların içinden geçecek mücadele.

Esasen Gramsci’nin Marx’a atfen dediği şey: bütün çatışmanın çözüldüğü yer, sınıf mücadelesinin dolaysız, temsilcisiz, aracısız gerçekleştiği yer sivil toplum ya da toplumun kendisi. HDK bu alanda oyun kurmak için bulunmuş bir formüldü. Bu formülü uygulamakta hep birlikte oyalandık. Şimdi buraya hızlıca yeniden insani, fikri, politik yatırım yapma zamanıdır.

Şimdiye dek hep denendiği üzere, “güçleri birleştirmek” yerine, bir programa çağrı yapmak, o program etrafında bir birleşik muhalefet cephesi oluşturmak fikri size nasıl geliyor?

Program meselesi şu aşamada üzerinde mutabakata varılması çok güç bir konu. Çünkü program kavramının arkasında tarihsel bir yük var. Asgari bir program mı olacak, geçici bir program mı olacak, parti programımızla bu programı birbiriyle nasıl uzlaştıracağız gibi tartışmaların hepsinin birden kapısını açtığı için bence problemli. Fakat bir talepler dizgesi üzerinde anlaşmak mümkün pekala. Bu talepler arasında… Lafı hiç uzatmadan söylersek, on maddelik “Taksim Bildirisi”nde hiçbir şeye belki itiraz edemezsiniz. Ama itiraz edeceğiniz, hiç olmayan bir şeydir. Kürt meselesi ve onun yaratmış olduğu sorunlar kadar imkanlar da tamamen bu bildirinin dışındadır.

Bildirinin 4. maddesindeki “halkın direnme hakkını kullanması” ifadesi Kürt meselesine -dünden bugüne ve son kayyım atamalarına- dair olarak da okunabilir. Maksat böyle bir ima olmasa da…

Orada “halklar” denseydi ancak, öyle bir ima içerdiği varsayılabilirdi. Bundan kaçınıldığı ortada. Varsın bir halk için denmiş olsun, gene de önemlidir. Fakat sonuçta, Türkiye’deki ağır, çetin çatışmanın ve rejim krizinin merkezinde duran meseleyi nasıl ele alacağın ve nasıl buradan bir çıkış yolu üreteceğin hakkında herhangi bir talebin, bir formülün yoksa, bu meseleyi AKP ile Kürtler arasında bir mesele olarak bir kenarda bırakıyorsun demektir ki, bizim en çok ihtiyacımız olan şeye hem yanıt verilmemiş olur hem de sahici olmaz. Çünkü İzmir’deki çatışmayı da Amed’deki çatışmayı da belirleyen gene o çatışma; darbenin gerisindeki en önemli etmenlerden biri odur. Darbenin içinde yer alan güçlerin birbiriyle kozunu kırışmak için araçsallaştırdığı mevzu odur. Bütün bunlara karşı bir tutum olmadığı için HDP’nin altı milyon seçmenime bu çağrı doğrudan hiçbir şey ifade etmiyor. Bizim seçmenimizin hepsi Kürt değil, ama hepsi demokrasiyle Kürt meselesinin çözümü arasında doğrudan bir ilişki kuruyor. İttifakın zeminini burada aramayınca, Taksim’de bu çağrıyı yapan, bu çağrı eline tutuşturulup okuyan insan Yenikapı’da da devlet güvenliği için, devletin bekası için yemin ediyor. Bu ikisi birbiriyle bağdaşmıyor. Çok güç. Bir araya gelebilmek için önce nelerin bir araya gelemeyeceğini görmemiz lazım. Tabii burada kimsenin önüne “o gelir, bu gelemez” gibi bir bariyer koymak istemiyorum. Ama sonuç olarak, bir ayağın Yenikapı’da bir ayağın Taksim’de olamaz. Yürüyemezsin o şekilde. Dolayısıyla bu bir yürüme çağrısı olarak tınlamıyor ister istemez. Ancak, buradaki çıkış arayışını görmezden gelecek değiliz. Bunun ortaya koyduğu bir hal var. Bu halle hallenmenin çaresini bizim bulmamız lazım. Bulmalıyız, bulacağız diye ümid ediyorum.

Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği çağrısı bir işaret fişeği, yoksa bir çağrının ötesinde maddi hakikat halini almış değil. Ama uzun zamandan sonra, kimsenin ötekini görmeden edemeyeceği bir genişlikte yeni bir hareket merkezi, yeni bir çıkış noktası oluşturmanın değeri hakkında bir tutum olarak görebiliriz bunu.

Böyle bir ortak talepler dizgesi oluşturulacak olsa, bugün için en kapsayıcı ve gerçekçi somut talepler sizce ne olmalı?

Ben bunları “acil talepler” olarak sınırlandıracağım: Birinci acil talep hiçbir önşart ileri sürmeksizin Kürdistan’da askeri operasyon ve silahlı çatışmaların bir seferde, karşılıklı ve süresiz olarak durdurulması -sıfır çatışma, sıfır ölüm- ve TBMM’de 28 Şubat 2015 Dolmabahçe Mutabakatı zemininin canlandırılması hedefiyle dört partinin eşit söz hakkıyla yer aldığı bir “Çatışmayı Çözme Komisyonunun kurulması olurdu. İkinci talep, “Terörle Mücadele Yasası”nın düşünceyi açıklama, toplantı, gösteri ve örgütlenme hakkını sınırlayan bütün hükümleri, Avrupa Parlamentosu’nun önerdiği ilkelere uygun olacak şekilde ilga edilerek bu gerekçelerle haklarında soruşturma başlatılmış, yargılanmakta olan ve hüküm giymiş herkese yönelik davaların düşürülmesi, bu gerekçelerle tutuklu ve hükümlü herkesin serbest bırakılması olurdu. Üçüncü talep, 15 Temmuz darbe girişimine karşı koymakla doğrudan ilgili olmayan tüm Kanun Hükmündeki Kararnameler (KHK) iptal edilerek bu doğrultudaki bütün uygulamaların -başta yerel yönetimlere “kayyım” atamaları ve kamu çalışanlarının haklarında bir mahkeme hükmü olmaksızın görevden alınması ve şüphelilerin mal ve mülklerine el konulması olmak üzere- durdurulması olurdu. Dördüncü talep, 15 Temmuz askeri darbe girişiminin ardındaki gerçeklerin aydınlatılması için olağanüstü yetkilerle donatılmış bir TBMM araştırma komisyonunun kurulması olurdu. Beşinci talep, IŞİD, ÖSO ve benzeri cihatçı çetelerle Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ve kurumları arasındaki açık-gizli bütün ilişkilere son verilerek, Türkiye’nin Suriye ve Irak topraklarında yürüttüğü uluslararası hukuka aykırı bütün askeri ve yarı askeri faaliyete son vermesi, Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve Suriye halklarının kendi kaderini tayin hakkını tanıdığını ilan etmesi olurdu. Bu beş acil talebin gerçekleşmesiyle dolaysız devlet şiddetinin Türkiye’nin toplumsal ve siyasi hayatıyla uluslararası ilişkilerini kesintiye uğratmasına son verilebilir. Altıncı talep de barajlar ve engellerden arındırılmış bir Siyasi Partiler ve Seçim Yasası altında genel seçimlere gidilerek TBMM’nin Türkiye’nin üyesi olduğu uluslararası kurumların güvence ve denetiminde yenilenmesi ve yeni Meclis’in barış ve demokrasi sürecini toplumsal ve demokratik bir cumhuriyet anayasasıyla taçlandırması olurdu. Maksimalist olmayan, gerçekleştirilmeleri bir sosyo-ekonomik düzen değişikliği üzerinde anlaşmayı gerektirmeyen bu altı talep, AKP tabanının olan bitenden rahatsız kesimleri de dahil, geniş ve dolaysız bir ortaklık alanı yaratabilir; yaygın bir mağdurlar ve ezilenler kitlesini birbirlerine bakar hale getirebilir, her kesim tarafından kendi meşrebince savunulabilir.

Program kavramının arkasında tarihsel bir yük, bir bagaj var. Asgari bir program mı olacak, geçici bir program mı olacak, parti programımızla bu programı birbiriyle nasıl uzlaştıracağız gibi tartışmaların hepsinin birden kapısını açtığı için problemli. Fakat bir talepler dizgesi üzerinde anlaşmak mümkün pekâlâ. Maksimalist olmayan altı acil talep etrafında buluşulabilir.

Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği’nin bileşenleri sıraladığınız bu talepler etrafında buluşabilir mi?

Tabii ki buluşabilir. Sonuç olarak karşı karşıya kaldığımız tehdit apaçık ortada. Bir özsavunma ihtiyacı herkes için ortada. Durarak bunun elde edilemeyeceği görülüyor. Ayrı ayrı durarak netice alınamayacağı ortada. Siyasi tarihin güçlükleri aşmak için bulunmuş çeşitli yordamlarla dolu olduğunu düşünüyorum. Mesela, hiçbir şey olmasa bile, Lenin’in zamanında formüle ettiği, “ayrı yürümek, ama birlikte vurmak” ilkesi de pekala düşünülmeye değer. Bir talepler dizgesini hep beraber oluşturamıyorsak şunu yapabiliriz: Her somut momentte karşımıza alacağımız gücün ne ve kim olduğu hakkında bir belirlemede bulunup kendi mevzilerimizden harekete geçebiliriz. O yüzden net olmamız lazım. Mesela Erdoğan rejimi bizim için ne ifade ediyor? Erdoğan’ın şahsen peşinde koştuğu aile egemenliği, sultanlık arayışı bizim için ne ifade ediyor? Bu konuda net olursak, bir arada büyük bir organizasyon kuramasak bile bir sözleşme pekala yapabiliriz. O nedenle, demeden duramıyorum: Yenikapı meselesi bizim için bundan ötürü son derece önemli. Mevhum bir şey, “FETÖ’cülük” karşısında kurulduğuna vehmedilen “Yenikapı mutabakatı” gerçekte kurulması mümkün asıl ortaklığın önünü kapatıyor. Bunda anlaşmamız lazım. Mesela, İkinci Dünya Savaşı ve sonrası gibi koyalım tabloyu karşımıza: İkinci savaş sonrası ABD ile SSCB arasındaki çatışma paradigması mıdır söz konusu olan, yoksa ikinci savaş boyunca Nazizme karşı SSCB ve ABD arasındaki ortaklık paradigması mı? AKP herkese, ikinci denklemdeki Nazizm ile ikame ettiği bir “FETÖ’cülük”e karşı ittifak öneriyor. Bu, mevhum, yani uydurulmuş, tasavvur edilmiş, vehim sonucu ortaya çıkmış bir şey. Evet, bu çatışma reeldi, vardı. AKP cenahının devlet aygıtları da dahil edilerek sürdürdüğü bir iç çatışmasıydı. Ama çok büyük ölçüde kırıldı ve geride kaldı. Artık geride kalmış bir şeyin etrafında, sağ omuzuyla AKP’ye yaslanarak yürüme konusundaki bütün arayışlar gerçek mücadelenin önünü kapatıyor. Net ve açıktır bence: Saray merkezdedir, güçler Saray’ın karşısında dizilecektir —ister özel bir anlaşma yapmış, ister yapmamış olsunlar. Fethedilmesi gereken yer burasıdır, bunda anlaşmamız lazım. Bütün belagata rağmen bu konunun 15 Temmuz’a göre daha bulanık hale geldiğini söylemek istiyorum. Üstelik sadece CHP açısından değil.

HDP açısından da aynı bulanıklık söz konusu mu?

Bir politik hareket olarak HDP açısından “bulanıklık”tan söz edilemez. Bu açık ve belirgin. Ancak, 15 Temmuz sonrasında Saray’ın kuvvet merkezinin kırılganlaşması dolayısıyla, kimi cemaatlerde, çıkar çevrelerinde, topluluklarda Saray’ın Fethullah Gülen ile kavgasının nispeten meşru sayılabilecek yönlerine bakarak mızrağın sivri ucunun Saray’a çevrilmemesi gerektiği, tersine bu değişen güç dizilişinden yararlanarak Saray’ın şiddetinden sakınmanın mümkün olduğuna ilişkin bir eğilim gelişiyor. Bu eğilimler, ister istemez HDP’nin hitap alanında da yankılanabiliyor. Bunu yok saymamamız, bu tür düşünceler ile sık sık telaffuz ettiğimiz “6 milyon seçmen” arasında su geçirmez duvarlar olmadığını bilmemiz gerekir. Üstelik, açık ve doğru bilgi kanallarının yokluğu, medya kontrolü, sürekli ve sistematik dezenformasyon yüzünden halkın, halklarımızın kafası karışık: Kamuoyu yoklama sonuçlarına baktığımızda bunları görüyoruz. HDP’ye oy verdiğini söyleyenler bile örneğin “terörle mücadele” ya da “başkanlık rejimi” konusunda yüzde yüz aynı fikirde olmayabiliyor.

Siyasi tarihin güçlükleri aşmak için bulunmuş çeşitli yordamlarla dolu olduğunu düşünüyorum. Mesela, hiçbir şey olmasa bile, Lenin’in zamanında formüle ettiği, “ayrı yürümek, ama birlikte vurmak” ilkesi de pekala düşünülmeye değer.

 Önceki söyleşimizin tarihi 25 Nisan’dı. O söyleşinin finalinde, sondan bir önceki soru şuydu: “2016 çok uzun bir yıl olacak gibi. Önümüzdeki üç-beş ay için öngörüleriniz neler? Baskın referandum? Erken seçim?” Tabii aklımıza ihtimallerden biri olarak “darbe” gelmemişti. “Üç-beş ay” demiştik, o söyleşiden 11 hafta sonra 15 Temmuz oldu. Söz konusu soruya cevabınız şöyle başlıyor: “Hemen her şeye kapı açık. Her şey Erdoğan’ın hesabıyla buna direniş arasında geçecek gibi. Her geçen gün Erdoğan’ın işinin zorlaşacağı kanaatindeyim. Türkiye’nin kısa bir zamanda haydut devlet durumuna düşme ihtimali de var, çöken devlet olma ihtimali de.” Şimdi geriye dönüp baktığınızda, son üç-beş ayda olanları nasıl görüyorsunuz? Bu arada, soruda darbe yoktu ama, darbe lafı ortalıkta dolaşmaya başlamıştı. Nisan ayından itibaren dış basında böyle bir ihtimal üzerine yorumlar yapılıyor, eş dost sohbetlerinde de “acaba?”, “yok canım”, “olur mu olur” diye konuşuluyordu. Herhalde siyasi kulislere yansıyordu…

Bu darbe mevzusuna bir somut ve yakın mesele, tehlike olarak girememiş olmanın bizim açımızdan da, genel olarak muhalefet açısından da talihsizlik olduğunu söylemek istiyorum. Türkiye’nin tarihindeki bütün darbeler öngörülmüştü. 27 Mayıs 1960 darbesi neredeyse bağıra bağıra gelmişti. 12 Mart 1971 darbesi ya da yarıdarbesi yaklaşırken de, Dev-Genç ve bütün politik hareketler Türkiye’nin bir olağanüstü rejime doğru gitmekte olduğunu görüyordu ve tedbirlerini ona göre alıyorlardı. Biz mesela Dev-Genç olarak artık açık ve yaygın bir mücadele biçimindense bizi daha çok yeraltına doğru çağıran yeni dönemin yaklaşmakta olduğunu gördük. TİKKO, THKP-C, THKO o dönemde, 12 Mart’tan önce kurulmuş ve kendi öngörülerine uygun biçimde 12 Mart sonrasına öyle ya da böyle geçmeyi başarmışlardı. 12 Eylül de öyleydi. 15 Temmuz’daysa bu netliğin kaybolduğunu gördük. Tek net insan var, onu not etmemiz lazım: Öcalan. Bütün görüşme dönemi boyunca, Öcalan sistematik olarak darbe uyarısı yaptı, “darbe mekaniği” diye bir kavram ortaya attı. “Çözüm mekaniği” duraksarsa ya da biterse bunun yerini ‘darbe mekaniği’ alır ve o zaman ben de olmam, hiç kimse de olmaz” diyerek muhataplarını sürekli uyardı. Bu muhataplar arasında sadece İmralı heyetimiz yok, onu izleyen diğer gözlemciler de var orada, adı bilinmeyen “devlet görevlisi” kişiler… Bu kayıtlar onlarda da mevcut.

15 Temmuz’un hemen ertesinde, MİT’in eski ikinci ismi Cevat Öneş “Öcalan’ın sözleri ete kemiğe büründü” dedi.

Evet. Fakat bizim bunun gereği olabilecek hazırlığı yapmadığımızı görüyorum. Bu kavramın etrafında bir tahkimat kurma, 7 Haziran seçimleri sonrasında ortaya çıkan durumu okuma, bunun yol açabileceği sonuçları göz önünde tutma bakımından yeterince berrak olunmadığını not etmem lazım. Biz 7 Haziran sonrasında Davutoğlu’nun Erdoğan tarafından görevlendirilmesi ve herhangi bir meşru mekanizmadan gücünü almayan bir hükümet ile Türkiye’nin işlerini görmeye başlamasını bir darbe süreci olarak adlandırdık. Fakat, bu Öcalan’ın söylediği kapsamda ve çaptaki darbe olmaktan epeyce uzak olmalı ki, ne biz bu süreci bir olağanüstü rejim gibi yaşadık ne de Türkiye yaşadı. 1 Kasım seçimlerine gidildi, onun sonuçları da yaşandı. Fakat zaten o zaman artık Öcalan’la temas kesilmişti. “Darbe” uyarısının parlamento muhalefeti içinde kendisine yeterince dinleyici kulak bulamamış olması talihsizliktir. İkincisi, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında geriye doğru kaynakları taradığımızda şunu görüyoruz: Gerek ABD’nin Pentagon’a yakın düşünce kuruluşları, gerekse onları yakından izleyen ve tartan ve onların tezlerini tartışan Rus düşünce kuruluşları Türkiye’de bir darbe ihtimalinin giderek güçlenmekte olduğuna dair tasavvurlar, buna dair simülasyonlar, çeşitli think-tank raporları dolaşıma sokuyorlar. Ne yazık ki, bu uluslararası tartışma da Türkiye siyasi kamuoyunda yeterince önem kazanmadı, karşılık bulmadı. Bizim öngöremediğimiz, fakat bence hükümetin gördüğü şey Gülen hareketinin TSK’deki gücüydü. Biz bunu doğru tespit edememişiz. Bunu bir kenara not ediyorum. Evet, bu darbeyi yapanların, darbede rol alanların hepsi Fethullahçı değil, ama çok önemli kademelerde Fethullahçılar var ve gelmekte olduğunu öngöremediğimiz darbenin kaynağı bu. Bu darbenin zemininde esasen hem uluslararası ortamla Erdoğan arasındaki çatışma -darbeyi güdenlere cesaret veren, onları heveslendiren de bu ortam- hem de TSK ile Erdoğan rejimi arasında hiçbir zaman tam bir mutabakatın kurulamamış olması var. Bu darbede belirleyici olan bence iç dinamiktir, dış dinamik değil. Yaygın kanaatin aksine ben ABD’nin darbeyi kurduğunu düşünmüyorum, AB’nin ise darbeyle hiç alakası olmadığı kanaatindeyim. ABD’lilerin belki darbeyi istihbar ettikleri ölçüde, Erdoğan’ı korumaktansa susmayı tercih etmiş olduklarını söyleyebiliriz. Böyle bir darbenin başarıya ulaşamayacağını ya da gerçekleşse bile bir yere sığdırılamayacağını öngörebilecek kapasitedeki istihbarat ve devlet güçlerinden söz ediyoruz. Burası Mısır değil. ABD ve AB Mısır’da Mursi rejimiyle darbe arasında seçim yapabilirler, ama o Türkiye gibi uluslararası kurumlar üzerinden ortak ve yakın işbirliği içinde olmadıkları bir ülkede yapılan bir operasyon. Türkiye ise AB’nin aday ülkesi, Avrupa Konseyi üyesi, NATO üyesi, vs., vs. Burada dinci yönelimleri, hilafet iddiası olan bir hükümete karşı hilafet iddiasındaki başka bir gücü desteklemenin hem sonuçsuz kalacağını öngörememek hem de bunun başarısı halinde bu hilafetçileri dünyaya kabul ettirme mecburiyetini sırtlanmak gibi bir durumda kalırlardı. O nedenle böyle özgün bir tasavvur olmuş olacağını düşünmüyorum. Söylenen şu: “ABD’den habersiz bir şey olmaz.” ABD’den habersiz olsun olmasın, ABD’nin istemediği şeyler dünyada oluyor. ABD’nin istediği şeyler ise Türkiye’de bugüne kadar genellikle oldu. 15 Temmuz’da bir istisna var, ama bu ABD’nin yapmak isteyip de başaramadığı bir şey gibi gözükmüyor. ABD’nin arkasına geçmediği, ancak önlemeye de çalışmadığı bir darbeden söz ediyoruz. Esas mesele içerideki güç kapışmasıdır, Erdoğan rejiminin Gülen ekibini TSK’den temizleme girişimine karşı erken doğmaya zorlanmış bir darbeyle karşı karşıyayız. AKP cenahından darbe saatlerinde bize, HDP’ye fısıldanan, “30 Ağustos’ta Yüksek Askeri Şura’da 700 Fethullahçı subayın tasfiye edileceği planlarını haber almış olan Fethullahçıların harekete geçtiği” şeklindeydi. AKP’den bize fısıldanan ilk darbe yorumu buydu. Bu bize iki şey söyler: Birincisi, AKP aslında böyle bir hareketi bekliyordu, fakat ne zaman olacağını bilmiyordu. İkincisi, Fethullahçılarla AKP’liler arasında açıkça TSK içindeki güç tahkimatının nasıl olacağı, kimin kimi tasfiye edeceği konusunda bir çatışma vardı. Darbeyi açıklayan asıl güç kavgası budur. İşin ilginç tarafı, daha darbe girişiminin ertesi günü AKP’nin ilk icraatı 2500 hakimi meslekten men etmek oldu. Bir darbeden sonra ilk refleks bu olabilir mi? Darbeden sonra ilk refleks belki 2500 subayı görevden almak olabilir ama, 2500 hakimi görevden aldığınızda, uzun ve büyük bir tasfiyeye zaten hazırlanmakta olduğunuzu itiraf ediyorsunuz. Bence teknik olarak darbeyi asıl tahrik eden, onu geri bırakılamaz kılan mevzu bu temizlik girişimi, iki güç arasındaki bu karşı karşıya geliş oldu. Fakat bunun ima edeceği bütün sonuçları öngörerek hazırlık yapmak açısından Türkiye’deki politik güçler arasında en hazırlıklı olanın AKP olduğunu söyleyebiliriz. Erdoğan’ın ünlü sözü -“Bu bize Allah’ın bir lütfu”- bence onlar açısından noktayı koyuyor. Başka bir açıklamayı gereksiz kılıyor.

Üzerinden iki buçuk ay geçmesine rağmen “15 Temmuz hakkında aslında ne biliyoruz?” sorusu önümüzde duruyor. Girişimin siyasi ayağı üzerine bir şey bilinmiyor. TSK’nin yönetim kademesinin bu darbenin neresindeydi, içinde miydi, dışında mıydı, bir ayağı içinde öbürü dışında mıydı? MİT neredeydi? Başbakan “MİT size niye haber vermedi?” diye sorulduğunda, “bu soruya verecek cevabım yok” diyor. Akar ve Fidan yerlerinde duruyor. Sebebi sorulduğunda, Erdoğan’ın cevabı “dere geçerken at değiştirilmez” oldu. Bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?

Sürecin mantığı açısından baktığımda, hem Fidan’ın hem Akar’ın hükümete bilgi verdiği kanaatindeyim, hükümetten bilgi sakladıklarını düşünmüyorum. Öyle olmasaydı, o hafta sonu bütün hükümet üyeleri Ankara’dan çıkmış, Erdoğan Marmaris olduğu söylenen bir yerde -oranın Marmaris olduğundan da ben hiçbir şekilde emin değilim- gözden kaybolmuş, hükümetin merkez kadrosu bir bekleyiş haline girmiş olmazdı. Darbecilerin bir tek hedeflerini -Genelkurmay başkanı hariç- olsun ele geçirememiş olmaları önceden alınmış bir dizi tedbir, önleme ve mukavemet mekanizmasının o gün devreye girerek işlemeye başlamış olduğunu gösteriyor. Hükümetin geniş bir zaman çerçevesinde darbeye hazırlıklı olduğu kanaatindeyim. Ve bu çerçevede hem Akar’ı hem diğer kuvvet komutanlarını darbecilerden uzak tutmayı başardıklarını düşünüyorum. Ancak, özellikle Akar’ın bir an için darbecilerle çatışmaksızın, çok yakın bir temas halinde görünüyor olmasını da hesaba katarsak, darbenin dışına çıkmış olmakla birlikte, darbeyi önleyebilmek için eski bağlantılarına sık sık müracaat ettiğini düşünebiliriz. Darbe başladığı an bunu önlemek için harekete geçtiğini söylemek de mümkün. Zaten onların görevden alınmamış olmaları bununla ilgili. Teknik olarak darbeciler tarafından ele geçirilmiş ve onların elinde bir süre rehin kalmış bir Genelkurmay başkanı “yaralı” bir Genelkurmay Başkanı’dır ve görevde tutulması hükümet açısından “sakıncalı” aslında. Fakat elde TSK’nin genel yapısına hakim, muhtemel darbeci kalıntıları üzerinde kontrol kurmaya yetkili ve yetenekli, nispeten güçlü başka bir asker olmadığı için Akar’la devam ediyorlar. MİT başkanı açısından da durum bence aynı. Benim tasavvurum -ortada başka hiçbir açıklama olmadığı için- şöyle: Gerek MİT başkanı gerek Genelkurmay başkanının bu süreçte sık sık temas ettiklerini anlıyoruz -konuşulanlar, yazılanlar, söylenenler ve söylenmeyenlerden. İşler ayyuka çıkmadan, henüz işin başındayken, darbeyi durdurabilmek için o gün öğleden sonra, saat 16’dan itibaren çalışmaya başladıklarını anlıyoruz. Darbenin sokağa taşması saat 22’den itibaren. Bu süre içinde bence Genelkurmay başkanı ve MİT başkanı Erdoğan’la haberleşmediler, altı saat boyunca kendi güçlerine dayanarak darbeyi bastırmaya çalıştılar. Ancak, darbe sokağa taşınca temas kurulduğu ve bilgilendirildikleri anlaşılıyor. Erdoğan’ın bence Genelkurmay başkanı ve MİT başkanına sitem etmeye bu açıdan hakkı var. Dakika bir, Akıncı Üssü’ndeki hareketlilik başladığı an MİT başkanının görevi, sorumlu olduğu başbakana haber vermek olmalıydı. Tabii bu açıdan, kendisine niye haber verilmediğini sormaya hakkı var. Sormuş, cevabı almış olmalıdır.
Fidan’ın basına yansıyan cevabı, Erdoğan’a rest çekercesine “beni o zaman görevden alın” demesi.

Bunun evveliyatı var. Fidan 7 Haziran öncesinde zorla göreve iade edildi. Aslında bir “yurttaş” olarak görevi bırakıp milletvekili olmaya hakkı vardı. Davutoğlu ile anlaşarak milletvekili oluyordu. Erdoğan belli ki Davutoğlu ile beraber yeni bir güç merkezi, yeni bir ağırlık merkezi oluşturmaya yöneldiğini gördüğü için Fidan’ı durdurdu. Şimdi Fidan’ın bu ağırlığı hala muhafaza ettiğini anlıyoruz. “Bensiz yapabilirsiniz” dedi, fakat Erdoğan tıpkı Akar gibi bu dönemde onsuz da yapamayacağını anlamış durumda. Şimdi kurulmaya başlanan bütün bu yeni ilişkilerle, Mehmet Ağar’ın Emniyet içinde eski ağlarının canlandırılıp yeniden harekete geçirilmesinden sonra, MİT ve Emniyet içinde bir yeni kuvvet merkezi oluşursa, Fidan’la hesap görülebilir belki. Netice olarak, Erdoğan ve Binali Yıldırım Fidan’la bir hesap göreceklerse, bu sadece onlara doğrudan doğruya bilgi vermeksizin darbeyi bastırma ya da parçalama işine girmiş olmasındandır. Bunun dışında, olası bir darbenin nasıl önleneceği, muhtemel tertiplenme ve operasyonlar bakımından hükümet ve TSK’ye bütün bilgilerin verilmiş olduğu anlaşılıyor. 15 Temmuz’da çok uzun bir dönem boyunca çalışılmış bir darbe bastırma planının devreye girdiğini düşünüyorum. Bunun sahnede takdimi bakımından, imkansızlıklar içinde çırpınan bir cumhurbaşkanının cep telefonuyla televizyonlara ulaşıp halkı sokağa davet etmesi sayesinde darbenin bastırılması hikayesi, gerçek durumu basitleştiren ve işi destansılaştıran bir anlatıdan ibaret. Çünkü darbe öyle bastırılmadı, onu biliyoruz. Darbenin bastırılmasında rol oynayan operasyonel kuvvetler itibarıyla en önemli rolü polis güçlerinin, özel harekat birliklerinin oynadığını biliyoruz. Hiyerarşiye ve hükümete sadık askerlerin de darbenin bastırılması bakımından askeri birliklerde tayin edici rolü oynadıklarını görüyoruz. Bütün bu karmaşık kuvvet unsurları tabiatları gereği onları çekip çeviren bir askeri-politik merkez olmadan anlamlı hareketler yapamazdı. “Sokakta, köprüde halk kendini tankın altına attı, darbeyi durdurdu” anlatısı, bütün bunlar sürecin yan unsurları. Darbeyi bunlar durdurmadı, darbe durduğu için halk sokakta hareket edebildi. Darbenin durduğu anlaşıldığı için asker halka ateş etmekte mütereddit kaldı, böylelikle sökülen çorap sonuna kadar söküldü gitti.

15 Temmuz galiba şunu gösterdi: Erdoğan’ı iktidara ve Saray’a taşıyan güçlerden hiçbiri artık arkasında değil. Partisinin olduğunu söylemek bile zor. TSK ve MİT’in pozisyonu da muğlak gibi. Bunu Saray da gördü ve hızla yeni bir blok, yeni bir ittifaklar koalisyonu kurmaya girişti. Öncelikle en sağlam gördüğü yere, kendi tabanına yöneldi, salâlar, sokağa çıkma çağrıları, demokrasi nöbetleri ile kendisine en sadık kesimleri mümkün olduğunca militanlaştırma yoluna gitti. Akabinde “milli mutabakat” hamlesi geldi ve büyük ortağı MHP, küçük ortağı CHP olan bir Saray koalisyonu kuruldu. Ancak, bu yeni ittifaklar pamuk ipliğine bağlı görünüyor. Bu tablo “Saray düştü aslında, fakat Beckett’in dediği gibi, ölüler dokuz canlıdır” dedirtiyor. Ortadoğu’da ve vaktiyle Latin Amerika’da siyasi ömrünü tamamlayan, ancak bir türlü defnedilemeyen despotik rejim örnekleri çok.

Bir manada bu doğru: Gerçek güçler, örgütlü güçler, süreçte gerçekten karşıya gelmiş güçlerin ilişkisi bakımından ele aldığımızda, Erdoğan’ın önemli bir güç kaybına ve iktidarının kırılganlığa sürüklendiği doğru. Ancak, bu darbeden çıkış öyküsünü inşa etmekte kendi etrafında bir “milli irade” tahkimatı sağlama konusunda önemli bir başarı gösterdiğini ve kararsız kitlelerin ilgisini ve dikkatini üzerine çekmeyi başardığını söyleyebiliriz. Tayyip Erdoğan’ın güçsüzlüğü içindeki gücü buradan geliyor. Karşısındakilerin hiçbiri halkın nezdinde kendisinden daha kıymetli değil: Gülen değil, Kılıçdaroğlu değil. Esasen büyük çoğunluğu orta sınıf, muhafazakar, içe kapanık, eğitim ortalaması ilkokul düzeyinde olan muazzam bir kalabalık nezdinde Erdoğan’ın façası bozulmadı. “Dokuz canlı” dediğiniz ölünün hayat kaynağı bence burası.

“Milli mutabakat”‘ bir arada tutabilecek tutkal Kürt savaşı görünüyor, hem içerde hem Suriye’de. Orada işler istendiği gibi yürüdüğü müddetçe milli mutabakat da yürür herhalde. Ama Kürt savaşı istendiği gibi yürür mü? İçeride de dışarıda da ciddi bir dirençle karşılaşacağı muhakkak. Ve bu direnç içeride ve dışarıda sadece Kürtlerden gelmeyecek muhtemelen.

Kürt meselesi en önemli değişken. Kürt meselesi bir anda buhar olacak olsa, bunların hepsi havaya uçacak. Fakat Kürt meselesi bütün vahametiyle böyle durduğu müddetçe bunlar da durageliyor. Çok tuhaf bir denge oluştu. Aslında, demin söz ettiğimiz bütün kırılganlıklar sürer, içinin boşalmış olduğunu söyleyebileceğimiz birleştirici rasyoneli belirsizleşen şiddet kampanyası bir yanda giderken ve her şey sadece buna bağlanmışken, öte yandan memlekette gündelik hayat sürüyor görünüyor. Bu kısmen milletin devlete rağmen kamu düzenini kendi kendine muhafaza ediyor olmasıyla da ilgili. Uzun lafın kısası: Tayyip Erdoğan’ın peşine takılacak olsa insanlar, birbirlerini boğazlamaları gerekirken ve bu pekala mümkünken ve bütün bunların da daha büyük bir devlet şiddetini harekete geçirmesi muhtemel iken toplum mümkün mertebe hem şiddetle yüzleşmemeye hem de işleri her günkü rutininde götürmeye çalışıyor. Bu feraset sayesinde şu ana kadar büyük bir hengame yaşanmadı. Ama öteki kutupta da şu var: Kürdistan’da bütün şiddetiyle süregiden çatışmaya “vatan elden gidiyor” diye bakan aynı insanlar “şimdi bu hükümet varken başkasını aramayalım, bununla idare edelim” diye düşünüyorlar. Hiç kimse o hükümetin yerinde olmak istemiyor: “Erdoğan uğraşsın, bu çatışma sürecek…” Erdoğan’ın büyük şansı bence bu. Bu yüzden de zaten Kürt meselesinde şiddeti artıran bir taktik izlemesine şaşmamak lazım. Ancak o sayede “Türk milletini” arkasında tutabilir, bir Türk-Kürt husumeti Erdoğan’ın yelkenlerini şu an doldurabilir. Yoksa, sıraladığımız bütün varsayımlar gereği çoktan “ölmüş” olması gerekirdi. Fakat “Gülen darbesini savuşturmuş millet” efsanesiyle, kendi sağ cenahıyla mutabakat tazelemeyi başardı. İkincisi, Kürt meselesinde çözümsüzlüğü ve şiddeti benimseyerek yarattığı düşmanlaştırma ve şeytanlaştırmayla da bir başka tahkimat inşa etti. Bütün bunlar ahalinin şimdilik Erdoğan’a ilişmeme ya da onunla iyi geçinme tutumunu besliyor. Sonuçta, bunun yerine konacak şey henüz olgunlaşmadığı için insanlar “dur bakalım, gitsin böyle” diye bakıyor. Sermaye açısından da böyle. Sermayenin ihtiyaçları bakımından Türkiye’de olan biten akıl karı mı? Uluslararası ilişkilerin bu şekilde bir sorunlar yumağı haline gelmiş olması, uluslararası piyasalarda ihracat hacminin sürekli daralması, içeride işlerin iyi gitmemesi, nakit akış tablosundaki en önemli kalemler olan tarımsal ürün ihracatıyla, turizm kapılarının ve sınır ticareti kapılarının kapanması -bütün olarak baktığımızda ortaya çıkan ekonomik daralma- sermayenin “ne oluyoruz” diye harekete geçmesini gerektirir normal olarak. Fakat, o cenah da “dur bakalım, şimdi böyle idare edelim” kafasında. Kılıçdaroğlu’nun manevralarını da az çok bu ruh halini okumaya verilmiş bir yanlış cevap olarak değerlendirebiliriz. O nedenle en önemli konunun, bizim için de bir çıkış imkanı olarak, Kürdistan’daki çatışma sürecinden çıkmamızı sağlayacak yaratıcı bir hamleyi başlatmak, bu hamlenin zeminini kurmak olduğunu düşünüyorum. O yaratıcılığı bulmamız halinde nesnel ve politik olarak 7 Haziran öncesindeki koşullara dönebileceğimizi düşünüyorum. 7 Haziran öncesindeki en önemli avantaj çatışmanın durmuş ve bir seçeneğin beliriyor olmasıydı. HDP bu seçeneğin tohumu olarak insanların gözünde itibar kazandı. Çatışmanın durmuş olması Erdoğan’ın halkı kendi etrafında mobilize edebileceği bir düşmanın, bir “şeytan” siluetinin görünmez olmasına yol açtı. Çatışma başladığı andan itibaren bu denklemi yeniden kurması mümkün oldu. Bütün kırılganlığa rağmen, insanların daha vahiminden, bir iç savaş veya bir iktisadi kaostan, bir bütün olarak her şeyin rayından çıkmasından kaçınabilmek adına şimdilik işleri götürmesi için Erdoğan’a geçici ve sınırlı onay verdiğini düşünüyorum. Çok zorlarsak şu şekilde bir analoji kurabiliriz: İnsanlar nasıl Kenan Evren anayasasına yüzde 80’den fazla oy vermişlerdi, bir an önce asker başımızdan gitsin diye… Bugün de bir an önce Erdoğan başımızın belası olmaktan çıksın diye işlerin çığırından çıkmamasına çaba gösteriyorlar.

“En önemli meselenin Kürt meselesindeki çatışma sürecinden çıkabilecek bir yaratıcılığı bulmamız olduğunu düşünüyorum” dediniz. Akla ister istemez Öcalan geliyor. Bayram görüşmesini nasıl yorumlamalı? Açlık grevlerinin büyümemesi için mi izin verildi? Görüşme öncesinde de alttan alta dolaşımda olan “yeniden müzakere” sözü, görüşme sonrasında yüksek perdeden yankılandı -özellikle HDP cenahında. Böyle bir ihtimalden söz etmek gerçekçi mi? Öcalan’ın mesajını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Doğrusu Öcalan’ın mesajı tam beklediğim gibiydi. Daha önce de mesajın mealinin şu olduğunu düşündüğümü yazmıştım: “Savaşı demokratik-siyasal çözüm sona erdirecek, teslimiyet değil. Ben çizgime sadığım, siz de sadık kalın!” Açlık grevinin görüşme kapısını açacağından da hiç şüphem yoktu. Çünkü bilmesi gerekenler, greve girişenlerin hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir kararlılık içinde olduğunu biliyorlardı. Dahası, talep iç ve uluslararası bağlamları itibariyle de bütünüyle meşru, haklı, sahici ve hukuka uygundu. Dolayısıyla Öcalan’a tecrit uygulayanlar onun Kürt halkı ve demokratik kamuoyuna beklenen mesajı vermesinin bu mesajın verilmesini önlemeye çalışarak oluşturulan kaygı, şüphe ve öfkeyle açlık grevlerinde meydana gelebilecek yaşamsal risklerin yol açacağı huzursuzluktan evla olduğuna karar verdiler ve görüşme gerçekleşti. Öcalan’ın müzakereden söz açması, AKP’ye yöneltilmiş bir talepten çok, halka çatışmanın yeniden başlaması sorumluluğunun AKP’nin omuzlarında olduğunu haber vermekle ilgiliydi. HDP’nin hitap alanında birçok bakış açısı var, bunların arasında başımıza gelen her musibetin, onu izleyecek bir hayırlı gelişmenin habercisi olduğuna beslenen itikat da var. O yüzden bazıları bunca zulmün ardından artık bir ferahlık kapısı açılır diye umuyor hep. Ama bence ne Öcalan bunu müjdeledi, ne de çatışan taraflar açısından koşullar yeni bir müzakere için olgunlaştı. Bu görüşmeden bizim açımızdan doğan en önemli fayda Öcalan’ın “demokratik siyaset” paradigmasına sıkıca bağlı, “demokratik siyasete yüklediği anlamın ise teslimiyetin tam karşıtı olduğunun herkesçe işitilmesi oldu. İyi oldu.

Sağ omuzuyla AKP’ye yaslanarak yürüme konusundaki bütün arayışlar gerçek mücadelenin önünü kapatıyor. Net ve açıktır bence: Saray merkezdedir, güçler Saray’ın karşısında dizilecektir —ister özel bir anlaşma yapmış, ister yapmamış olsunlar. Fethedilmesi gereken yer burasıdır, bunda anlaşmamız lazım.

 

Mayıs sayısındaki söyleşide şöyle diyorsunuz: “Şiddet sarmalından mutlaka şu ya da bu şekilde çıkmanın bir imkânını bulmalıyız. İç dinamikler yetmiyorsa uluslararası dinamiklerin harekete geçirilmesi şart. O nedenle, HDP hiç olmadığı kadar çok uluslararası temas ve diplomasi yürütüyor.” O günlerden bugüne, o yöndeki çabaların muhasebesi yapıldığında nasıl bir durum fotoğrafı çıkıyor?

Fotoğraf şu: Ankara’nın Kürt ve Kürdistan siyaseti, ne Türkiye’nin komşuları -ki bu siyasetten herkesten önce onlar etkileniyor- ne de uluslararası ortakları ve partnerlerince onaylanıyor. Türkiye’nin üyesi ve üye adayı olduğu bütün Avrupa kurumları, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, Avrupa Parlamentosu, bu kurumların başlıca bileşeni olan Almanya, Fransa, İtalya hükümetleri, Akdeniz ülkeleri kadar Kuzey ülkeleri de bizzat AKP hükümetinin kendisinin Kürt meselesinin çözümsüzlüğünün bir nedeni olduğunu giderek artan ölçüde dillendirmeye başladılar. Avrupa ülkeleri ve kurumları 15 Temmuz sonrasında, her ne kadar Erdoğan’ı memnun edemedilerse de Ankara’ya açık destek verdiler ama, bu desteğin de Kürt sorununu vahimleştirecek OHAL kararnamelerine, muhaliflerin kamudan ve üniversitelerden tasfiyesine tahvil edilmesi hem hayret hem öfke dalgalarının kabarmasına yol açtı. Eğer Erdoğan rejimi hâlihazırda içinde yer aldığı Avrupa’nın uluslararası kurumlarından kalıcı bir biçimde ayrılmayı düşünmüyorsa bu kurumların temel ilkeleriyle tutarlı bir siyasete geri dönmek zorunda. Ancak dönmüyor. Bunun yol açacağı bir büyük eleştiri sağanağının arifesindeyiz. Bu çerçevede olgularla tutarlı tespit ve çıkış yolu önerilerinin HDP’nin bu kurumlar ve kurullar nezdinde giderek daha sözüne itibar edilir bir politik odak olarak kabul edilmesini sağlıyor. Ancak diplomasi içeride güçlü bir politik itiraz dalgası olmaksızın tek başına durumu değiştirmek için yetersiz. Bununla birlikte Avrupa’nın güçlenmekte olan HDP ile kardeş sol partilerinin kendi ülkelerinin Türkiye politikalarında etki ve sözlerinin artmakta olduğunu görüyoruz.

“Dolmabahçe mutabakatı” fotoğrafındaki hükümet yetkililerinin her biri tasfiye edildi, en son da Efkan Ala. Ala’nın görevden alınması Saray tarafından “Cemaat operasyonundaki düşük performansı”yla gerekçelendirildi. AKP’nin Hürriyet’teki kalemi Abdülkadir Selvi ise sebebin Ala’nın kayyım atamalarına karşı çıkması olduğunu yazdı. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Ala’nın tasfiyesi neyi imliyor?

“İç Güvenlik Yasası”nın arkasındaki asıl zihin olmakla birlikte Efkan Ala’nın bir “sömürge” siyasetine de heveskar olmadığı kanısındaydım. Asıl anlaşmazlığın da buradan kaynaklanabileceğini düşünüyorum. Ala’nın çatışmadan çıkış perspektifi Kürdistan’ın Türkleştirilmesinden çok muhafazakarlaştırılmasıydı. Bunlar her ikisi de baskıcı olmakla birlikte farklı yol ve yordamlar, farklı ittifaklar ve yerel politikalar gerektiren yaklaşımlar. Ala’nın tasfiyesi bu çerçevede Erdoğan’ın, yeni müttefikleri, Ergenekoncular ve MHP’nin sömürgeci siyasetine iltica edişinin, “siyasi çözüm” perspektifinin tamamen sona erdirildiğinin ilanı. Fethullahçılara yönelik operasyonların hızı konusunda da bir anlaşmazlık olsa bile belirleyici olanın bu olduğunu sanmıyorum.

Erdoğan rejimi nihayet muradına erdi, TSK Suriye’ye girdi. ABD ve Rusya’ya rağmen giremeyeceğine göre, bu hamleyi nasıl yorumlamalı? Popüler medyada “ABD ve Rusya Kürtleri sattı-satmadı, satar-satmaz” minvalinde hararetli tartışmalar yapılıyor. ABD ve Rusya’nın PYD ile ilişkilerini siz nasıl görüyorsunuz? Rojava nelere gebe?

Türkiye’nin Cerablus’a girerek Suriye toprağında bir köprü başı tutacak konuma gelmiş olması, Kürtler dışındaki bütün tarafların, PYD öncülüğündeki Rojava’nın Suriye’nin geleceğindeki rolünün ne olmayacağına dair nihayet vardıkları küresel mutabakatın sonucu. Altını çizeyim, ne olacağına değil, ne olmayacağına dair bir mutabakat. Öyle görülüyor ki, Ankara, farklı gerekçelerle de olsa Washington, Moskova, Tahran, Şam ve Erbil’in, Rojava’nın bütünleşmiş bölgesel bir hakimiyet merkezi olarak Suriye’nin geleceğinde kurucu bir rol oynamasına karşı olduklarını ya da razı olmadıklarını görerek harekete geçti. Afrin ve Kobane kantonları arasına kamasını soktu. Ankara’da alarm zillerini çaldıran, merkezi gücünü YPG’nin oluşturduğu SDG’nin Membiç’i IŞİD’den alarak batıya ilerlemesi ve Kobane ve Afrin kantonlarını coğrafi olarak da birleştirerek Batı Kürdistan zincirinin bütün halkalarını birbirine bağlamanın eşiğine gelmesi oldu. Binali Yıldırım’ın “Dostlarımızın sayısını artıracağız, düşmanlarımızın sayını azaltacağız” diye ifade ettiği yeni politikanın esbabı mucibesi buydu. Ankara Rusya’nın kapısını çaldı, Tahran’la muhabbet tazeledi, ABD’ye hakaret sağanağına son verdi, Şam’la Cezayir’de görüşme haberlerini tekzip etmedi, Erbil’le mutabakatını tazeledi ve onlara reddedemeyecekleri bir ikramda bulundu: Suriye’nin kuzeyinde kuvvet dengesini bir anda IŞİD aleyhine çevirecek şekilde bugüne kadar IŞİD karşısında harekete geçirmeyi reddettiği TSK’nin muazzam askeri kapasitesini harekete geçirdi. O yüzden, Ankara’nın Cerablus üzerinden Rojava’nın bağrına soktuğu kama, hem askeri güç dengesini IŞİD aleyhine yıkıyor, hem “YPG’nin Fırat’ın batısına geçmesini” önleme işini doğrudan Ankara’ya havale ediyor, hem de PYD’ye geleceğin Suriye’sinde devrimci Rojava’nın birleşmiş değil, parçalı kalması gerektiğine dair ABD iradesini işaret ediyordu. PYD öncülüğündeki Rojava sağlam sekülarizmi ve adanmış mücadele karakteri dolayısıyla IŞİD karşısında ABD’nin en güvenilir, en tercih edilen müttefiki olabilirdi, ama radikal toplumsal/politik programı (komünalizm) dolayısıyla PYD etrafında birleşmiş Rojava ABD’nin liberal-kapitalist Suriye tasavvurunu oyan çetin bir tehditti. Rusya için de Cerablus’taki TSK varlığı Türkiye’nin muazzam askeri kapasitesini “kırmızı kuvvetlerden “mavi kuvvetlere aktardığı için, toplam güç denkleminde Rusya’nın üzerindeki askeri yükün bir bölümünü alıyor. Aynı zamanda, Ankara ile IŞİD arasına da bir kama sokarak Çeçenya, Türkmenistan, Tacikistan ve Özbekistan’dan Suriye’ye cihatçı trafiğini kapatıyor ve nihayet Şam’daki müttefiklerinin Suriye’nin toprak bütünlüğünün Kürtlerden korunması kaygısının giderilmesine dolaylı katkıda bulunuyordu. Moskova Türklerle düşman olmaktansa, mesafeli bir işbirliğine yeşil ışığı yaktı. Tahran ve Şam’ın sadece kağıt üzerinde kalan itirazlarla yetinmelerinin kendi “Kürt Sorunlarıyla ilgili olduğunu anlamak çok zor değil. Ankara’yla mezhep ekseninde ve bölgesel egemenlik iddiaları dolayısıyla karşı karşıya gelmiş olsalar da, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin gücüne erişmeleri her zaman stratejik bir tehdit olarak üç devleti de aynı hat üzerine düşürüyor. Kürtlerin Suriye’nin geleceğine birleşmiş, demokratik ve seküler bir Rojava ile dahil olması ihtimali, egemen milletin -Türklük, Araplık ve Acemlik- üstünlük ve ayrıcalığına dayalı üç devlet için de bir kötü örnek. O yüzden, bir an için bile olsa Kürtler için kötü olanda birleşmelerinin önü tamamen kapalı değildi. Ankara’nın Cerablus harekatını çevreleyen bu tarihsel, politik ve jeostratejik koşullar Kürtlerin Rojava’da ve her yerde işlerinin ne kadar güç olduğuna dair en yeni örnek olduğu kadar, Kürdistan devrimcilerinin savaşın, mücadelenin ve nihai kurtuluş hedeflerinin gereklerine bağlı kalarak durmaksızın bağnazlık ve takıntıdan uzak yeni ittifaklar, taktikler ve mücadele biçimleri geliştirmekte ve mücadele etikleri her yerde ezilenleri birleştiren bir doğrultu izlemekteki yetenek ve azimlerine de yeni bir örnek. Kürtlerin olduğu kadar Ankara’nın da, Moskova ve Washington’ın da sınırları ve kısıtları var: Rojava’nın halkalarının birbirine bağlanmasının Suriye’nin “bütünlüğü”nün de bir güvencesi olduğu düşüncesi Şam’da giderek artan bir karşılık buluyor. Washington Ankara’nın sınır boyundaki taleplerine bigane kalamıyor, ama IŞİD’e stratejik darbeyi indirmek üzere Rakka’ya bir Suriye gücüyle, SDG ile yürümekten başka bir çare olmadığını da idrak ediyor. Bu da PYD’ye Rojava’yı birleştirme hedefine Membiç’in güneyinden ilerlemesi için başka bir kapı açıyor. PYD’nin Moskova ile ilişkileri ABD ile olandan daha stratejik, ancak bütün büyük devletler gibi, Rusya da “son tahlil”de Rojava ile Türkiye arasında bir tercih yapmak zorunda kalsa, genellikle Türkiye’yi tercih edebilir. Ama ne Rusya ne ABD PYD’yi “satabilir”. Çünkü PYD varlığını ne ABD ne Rusya’ya borçludur. Kazandığı her başarı, her ilerleme, etkinlik alanındaki bütün demokratik güçleri bir araya getiren programatik yönelimine ve halkların savunma ve güvenlik ihtiyaçlarını örgütleme kapasitesine bağlıdır. Suriye’de “cin şişeden çıkmıştır”. Kürtlerin varlık ve kimlikleri IŞİD ile mücadelenin alamet-i farikası haline geldikten sonra, Kürtleri içermeyen hiçbir formül, geleceğin Suriye’sinde geçerli olamayacaktır.

Ne Rusya ne ABD PYD’yi “satabilir”. Çünkü PYD varlığını ne ABD ne Rusya’ya borçludur. Kazandığı her başarı, her ilerleme, etkinlik alanındaki bütün demokratik güçleri bir araya getiren programatik yönelimine ve halkların savunma ve güvenlik ihtiyaçlarını örgütleme kapasitesine bağlıdır. Suriye’de “cin şişeden çıkmıştır”. Kürtlerin varlık ve kimlikleri IŞİD ile mücadelenin alâmet-i farikası haline geldikten sonra, Kürtleri içermeyen hiçbir formül, geleceğin Suriye’sinde geçerli olamayacaktır.

10 Ekim katliamının yıldönümündeyiz. Aradan yıllar geçmiş gibi. Mayıs sayısındaki söyleşide şöyle diyorsunuz: “10 Ekim saldırısı herhangi bir saldırı değildi. Kasım seçimleri bakımından stratejik bir planın parçası olduğunu düşünüyorum. Patlama yeri Türklerle Kürtlerin buluştuğu yerdir. Çukurova ve Kürdistan’dan gelenlerle taşradan gelenlerin Ankara’dakilerle buluştuğu nokta. Sendikalarla solun, Kürtlerle Türklerin, Alevilerle Alevi olmayanların buluştuğu bir nokta havaya uçurulunca, buluşmanın kendisi konusunda büyük soru işaretleri ortaya çekti.” 15 Temmuz sonrasındaki birçok gözaltı, tutuklama, işten çıkarma da sözünü ettiğiniz stratejik planın parçası gibi: Buluşma noktaları, “köprü”ler hedef tahtasında. Soruşturmanın da saldırıyı kapatma yönünde olduğu ortada. Bu bakımdan, 10 Ekim’in bir parçası olduğu stratejik planın sürdüğü görünüyor. Ne dersiniz?

10 Ekim’in dört başı mamur bir Gladyo operasyonu olduğu bugün her zamankinden daha berrak görülüyor. Yalnızca AKP’ye atfedilemeyecek, elbette hükümet düzeyinde yüzde yüz AKP sorumluluğunda olan, ama HDP’nin ortaya çıkışıyla birlikte Türkiye’nin ufkunda beliren “geleceğin Türkiyesi” siluetinin yerle bir edilmesi kararlılığına sahip daha geniş bir koalisyonun eseri olduğunu düşünmek için her türlü sebebimiz var. Bunun “Çöktürme Harekat” planı kapsamında Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin batıdaki müttefiklerinden tecrit edilmesi hedefine doğrudan doğruya bağlı faaliyetler içerisinde görülmesi gerekir. Aslında Davutoğlu’nun katliamın hemen sonrasında “kokteyl terör” çığlıklarının bir esbabı mucibesi vardı. Bu katliamın gerisinde Türk Devleti içinde yer alan bütün şiddet yanlılarının oluşturdukları yaygın bir koalisyonun -o mânâda bir “devlet terörizmi kokteyli”nin- mevcudiyetini, dava dosyasından ortalığa saçılan belgelerden görebiliriz. Katliamın bir hedef olarak aylar öncesinden belirlendiği, yer ve zamanının 10 Ekim miting programının ilanıyla netleştiği, kadronun harekete geçip adım adım izlendiği, hedefe giden yolda tesadüfen de olsa önlenmemeleri için takip edenlerce korundukları, Ankara Emniyeti’nin ihbarı aldıktan sonra esasen kendi mensuplarını korumak dışında hiçbir şeyle ilgilenmediği, bunu mitingin düzenleyicilerinden gizlediği, istasyon civarında her mitingde alınan rutin güvenlik önlemlerini kasten almadığı artık herkesin bildiği bir sır. Elbette bu katliamın dolaysız, acil, güncel taktik hedefi HDP seçmenini 1 Kasım seçimlerine katılmaktan ve oy kullanmaktan caydırmak ve oy kullanacak diğer seçmenlerin güvenlik kaygısıyla işbaşındaki hükümete yönlendirilmelerini sağlamaktı, ama stratejik olarak Kürtlerle Türklerin, Alevilerle Sünnilerin statükoya meydan okumaya başlayan ittifakını dağıtmaktı. 15 Temmuz’a öngelen dönemde de bugün de bu stratejik plan işliyor: Barış İçin Akademisyenler’e, Özgür Gündem’le dayanışma gösteren aydınlara, öğretmenlere, kamu çalışanlarına, gazetecilere yönelen saldırıların ve HDP’ye yönelecek yeni saldırı dalgasının gerisinde bu stratejik plan var. 10 Ekim katliamı “Çöktürme Harekat Planının içindeydi. Cizre’yi yıkmak ile Ankara İstasyon meydanına saldırmak, Aslı Erdoğan’ı hapse atmak, özgürlükçü radyo ve televizyonları kapatmak hep aynı hedefe kilitli: Kürtlerin yarattıkları özgürlük dinamiğinin batıya sirayetinin önünü kesmek. Bu ister istemez AKP’yi ve Erdoğan’ı bir OHAL bağımlısı haline getiriyor.

2016’nın son çeyreğine 12 Eylül’ün “Türk-İslam sentezi” kılıcım kuşanmış, Ergenekoncuların kendilerine yakıştırdıklan bütün sıfatları üstlenmiş, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, hayalde üretilmiş bir mazi hasretiyle yanıp tutuşan, hilafet cezbesine kendini kaptırmış, halüsinasyonlar içinde höyküren bir amok koşucusunun “tek adamlığı” eline geçirdiği bir konjonktürde girdik.

Söyleşimizin finalinde, “2016’nın ikinci yarısına Erdoğan’ın amok koşusunun şekil vereceğini düşünüyorum” demiştiniz. Gelinen nokta itibarıyla, “amok koşusu” nasıl seyredecek gibi görünüyor?

Son sürat devam ediyor. Üstelik 15 Temmuz’daki darbe girişiminin doğurduğu atmosfer içinde bu “amok koşusu” şimdi daha geniş kesimlerce bir nevi kahramanlık, serdengeçtilik olarak görülmeye başlanıyor, koşucu buradan aldığı şevkle herkesi de kendiyle birlikte “amok”a davet ediyor. Muhtarlarla en son sohbet toplantısında söylediklerine bakalım: “…Kanun hükmünde kararname, OHAL vesaire bu uygulamaların sadece terör örgütleriyle mücadeleyle sınırlı kalacağı, günlük hayata hiçbir olumsuz yansıması olmayacağı daha ilk günden açıkça ifade edilmişti. Günlük hayatın işlemesinde tam aksine bir rahatlık, kolaylık, güvence var. Bir diğer taraftan da FETÖ ve diğer terör örgütleriyle mücadelede bizim hızımızı artırıyor. Çünkü bu işi hızlandırmamız lazım. Bu işte rehavet olmaz. Bu devletin bu terör organlarının uzantılarından arındırılması için zamana ihtiyacı var. Biz şu anda zamanla yarışıyoruz. Mesele öylesine derin ve öylesine girift ki… Üç aylık süreyle olağanüstü halin uzatılması Türkiye’nin yararınadır. Fransa’da toplamda bir yıllık olağanüstü hal var. Dünyadan kimse Fransa’ya diyor mu, ‘siz niye bir yıl olağanüstü hal ilan ettiniz?: Bizim bakan arkadaşlara bunlar akıl veriyor. Diyorlar ki ‘bir yıl olağanüstü hal Türkiye için doğru değil, şu üç ayı bir daha uzatmayın: Dur bakalım, sabırlı ol. Belki 12 ay da yetmeyecek.” Tam bu bir çeşit delirme, kendini kaybetme, insanların politik heyetlerin davranışlarının sonuçlarını ölçebilecekleri ortak normlardan kopma hali diye düşünürken İMC TV, TV 10, Hayat TV, Van TV, Kürtçe çocuk kanalı Zarok TV, 22 yıldır yayında olan Yön Radyo ve başkaları MGK toplantısında alınan kararlar uyarınca kapatıldığı haberi geldi. İnsanların bunca yıllık emeği, yoksulların katkılarıyla, binbir zahmet ve meşakkatle ortaya çıkarılmış bağımsız ifade alanları havaya uçuruldu. Dayanışma için İMC’ye gittik gecenin ortasında. Herkes metin ve işine sadık, ama kalpleri kırık son yayınlarını yapıyorlardı. Bunu yapmayı gerektirecek ne vardı? Hiçbir şey! Ya da Cizre’de insanların üzerine benzin döküp yakmayı gerektirecek ne vardıysa o vardı! “Çöktürme Harekatı”, yeni yüzyılın en çılgın yok etme harekatı, Kürdün, Alevinin, kadının, emekçinin, solcunun son otuz yılda biriktirdiği, yeniden inşa ettiği ne varsa yıkarak sürüyor. Erdoğan “amok” koşusunu bundan daha belagatle nasıl anlatabilirdi ki: “OHAL bizim hızımızı artırıyor. Çünkü bu işi hızlandırmamız lazım.” Üzerine Cumhurbaşkanı kisvesi giymiş bir “Milli Türk Talebe Birliği militanı” içinde kalmış bütün ukdeleri, bütün fantazmasını, bütün doyurulmamış arzularını, tatmin edilmemiş heveslerini gerçekleştirmek için kendisini bağlayan bütün bağlardan kopuyor, uçuyor: “Benim milletim yüce bir millet, çok aziz bir millet. Hani o ‘Çılgın Türkler’ diyorlar ya, işte o millet. 15 Temmuz Türk milletinin ikinci Kurtuluş Savaşı’dır, bunu böyle bilelim… Tarihte bize ne yaptılar? 1920’de bize Sevr’i gösterdiler, 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Birileri de bize Lozan” zafer diye yutturmaya çalıştı. Şu anda Ege’yi görüyorsunuz. Şöyle bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’da verdik. Zafer bu mu? Oralar bizimdi. Oralarda hala bizim camilerimiz var. Ama şu anda hala Ege’de kıta sahanlığı ne olacak, bunun mücadelesini veriyoruz. Niye? İşte anlaşmada masaya oturanlar sebebiyle. O masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını veremediler. Veremedikleri için şimdi onun sıkıntısını biz yaşıyoruz. Bu darbe de başarılı olsaydı herhalde Sevr’i dahi aratacak bir dayatmayla karşımıza çıkacaklardı.” 2016’nın son çeyreğine, ne yazık ki, 12 Eylül’ün “Türk-İslam sentezi” kılıcını kuşanmış, Ergenekoncuların kendilerine yakıştırdıkları bütün sıfatları üstlenmiş, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, hayalde üretilmiş bir mazi hasretiyle yanıp tutuşan, hilafet cezbesine kendini kaptırmış, halüsinasyonlar içinde höyküren bir amok koşucusunun “tek adamlığı” eline geçirdiği bir konjonktürde girdik. 15 Temmuz en büyük kötülüğü, büyük baskılar altında kıvransa da kendi yolunu açmaya başlamış olan toplumsal muhalefete yaptı: Tiran’ın eline diktatör yetkilerini altın tepside sunarken toplumsal muhalefetin önünü tıkadı. Gene de onu delice koşmaya zorlayan zamanın bu büyük ülkeyi, bu ülkenin kadim halklarını tarihin ve coğrafyanın doğal yatağından çıkartmaya yetmeyeceğini, mekândan ayrı bir zamanın olmadığını bilerek demokratik direnişi örmekte ısrar etmek dışında hiçbir şey düşmüyor payımıza. Böyle zamanlarda felsefenin değeri çoğalır, uzağa bakmak önem kazanır: Zamanda çılgınca geriye koşmak için yanıp tutuşan bir amok koşucusunun halüsinasyonlarında keramet arayanlara sabırla Herakleitos’un bilgeliğini taşımaya devam etmekten şaşmamalı: “Her şey akar, aynı ırmakta iki kez yıkanamazsınız.”

 

Tarık Akan’la bitirelim. 2011’de, Mersin bağımsız milletvekilliğine adaylığınızı imza vererek destekledi. Bir TV söyleşisinde, ağzından ısrarla “terörist” ifadesini almak isteyen muhabire “öyle laflar kullanmak istemiyorum” dedi. 7 Haziran – 1 Kasım sürecinde, HDP’ye yapılan saldırıları kınadı. Öbür taraftan, Aydınlık’ın Sur kampanyasına verdiği bir imza var. Aydınlık’ın imza kampanyalarına şüpheyle yaklaşmak gereği tecrübeyle sabit olsa da, Tarık Akan’ın Kürt hareketiyle yan yana durmadığı bir yaka. Vefatı üzerine sosyal medyada bir yarılma yaşandı. Özellikle Kürt hareketi cenahından gelen bazı olumsuz yorumlar epey tepki çekti. Vefat haberini aldığınızda siz ne hissettiniz, neler düşündünüz?

Tarık Akan için toplum bize sorduğunda “Nasıl bilirdiniz?” diye, iki cevaptan birini vermemiz gerekir. Ben “İyi bilirdik” derim. Tarık Akan neredeyse benimle yaşıttı. Bir oyuncu ve bir yapımcı olarak, bunca yaş yaşadıktan sonra, ardında insanlığın, emekçilerin, ezilenlerin, solcuların ve devrimcilerin, Kürtlerin, yaşam ve hayallerinin estetize edilmesine hasredilmiş bir sinematografi bıraktı. Binbir emekle kurguladığı, baskıya, zulme karşı koyarak oluşturduğu imgesi büyük kitlelerin gözünde, onun sahici varlığını aşan, Türkiye’yi ortadan yaran kutupsallık içinde bir anlam edindi. İnsanlar onu iyi bildiler. Vefatını izleyen tartışma onun özellikle 1990’lardaki siyasal tutumuyla, daha çok da Kürt halkının özgürlük mücadelesine bakışıyla ilgiliydi. Ama bunun Tarık Akan imgesiyle, onun sinematografisiyle bir ilgisi yok. Değerli sanatçıların değerli siyaset insanları olması gerektiğine dair bir tarih yasası da yok. İnsanların siyasette kafası karışabilir, şaşırabilir. Bu onların yaşam öyküsünün tamamı hakkında bir fikir vermez. Haklıların hakkı için verdikleri hizmeti değersizleştirmez, geride kalanlara, onların yaşam öyküsünü bir politik yanlış çevresine sarmalama hakkı sunmaz. Doğrusu, zor zamanlarda, kendisinden böyle bir talepte de bulunmadığım halde, adaylığımı kazanabilmem için bile halkın bir ay boyunca mücadele ettiği 2011 genel seçimlerinde, Mersin bağımsız adaylığımı desteklemek için vermiş olduğu imza, o seçimde Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloku’na verilmiş her oy kadar, sokaklara dökülen her gencin emeği kadar değerliydi. Siyaseten bizimle aynı programı savunmasa da, o seçimde tercihini böyle ifade ederek, toplumsal imgesini bir kez daha haklı bir davanın hizmetine koşmaktan yüksünmemişti. Daha sonra bir siyasal hatanın altına da imza koymuş olması, bu hakikati değiştirmez. Ama 2011’de bana verdiği destek olmasaydı da, bana sorduğunuzda “iyi bilirdik” derdim. Tarık Akan sinemasına baktığınızda “kötü” bir şey görmezsiniz çünkü. SÖYLEŞİ: YÜCEL GÖKTÜRK (EXPRESS-EKİM 2016)