“Avrasyacılık” ya da çıkmazdaki Türk sağı

Siyaset dergisinden Yılmaz Yücel’in sorularını yanıtlayan Kürkçü, AKP yönetimindeki Türkiye’nin devlet ve hükümet olarak meşruiyeti henüz uluslararası alanda tartışılmasa da AKP’nin dış politikada müttefiksiz kaldığını söyledi: “‘Avrasyacılık’ denen şey Türk sağının çıkmaza girmişliğinin ve Ergenekoncu ‘Kızıl Elma’ zihniyetinin AKP propaganda makinasına nüfuz etmekte olduğunun işaretidir. 

16 Nisan Referandumunun uluslararası meşruiyeti hakkında ne düşünüyorsunuz? Erdoğan Rejimi uluslararası meşruiyet sorunu yaşıyor mu? Referandum sonuçlarının meşruiyet sorununa etkileri nasıl oldu?

Erdoğan Rejimi sözcüğün teknik anlamında ve hukuki sonuçları itibariyle bir uluslararası meşruiyet, bir kabul edilebilirlik sorunu yaşamıyor. Türkiye gerek söz-leşmelerine taraf olduğu Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler (BM) Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gerekse aday üyesi olduğu Avrupa Birliği (AB) tarafından, meşru bir devlet ve meşru bir hükümete sahip olarak kabul ediliyor. Bu açıdan bir tartışma yaşandığını söyleyemeyiz. Biz OHAL uygulamalarını, Kürtlere karşı sürdürülen “Çöktürme Harekatı”nı “insanlık suçu”, “sömürgecilik” olarak görsek, rejimin kendisini meşru kabul etmesek bile uluslararası alanda henüz böyle bir tartışma yok. Ancak AKP tarafından yönetilen Türkiye’de süregiden hak ihlalleri ve özgürlüklere vurulan darbelerle ilgili olarak uluslararası alanda son derece ciddi tartışmalar, eleştiri ve suçlamalar var, yakından izliyoruz, biliyoruz. Öte yandan Türkiye’nin iç ve dış politika uygulamalarının yol açtığı çıkar çatışmalarından doğan son derece ciddi gerilimler de var, AB ülkeleri, Rusya Federasyonu (RF) ve Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ülkelerinin yanısıra yanısıra Amerika Birleşik Devletleriyle (ABD), Çin’le (ÇHC) ve komşu ülkelerle… Türkiye’nin bugün siyasal ve diplomatik alanda bir manada ittifaksız kaldığı söylenebilir. Ancak bütün bunlar henüz uluslararası alanda Türkiye’de meşru bir devlet ve meşru bir hükümet olmadığına dair bir tartışmayı gündeme getirmedi.

Ne var ki, gerek 16 Nisan referandum kampanya süreci, gerekse referandumun sayımı ve sonuçlarının yasal geçerliliğine dair son derece ciddi kuşkular var. Erdoğan’ın Meclis’i saf dışı bıraktığı Anayasa değişikliğinin meşruiyetine ilişkin bir tartışma sadece içeride değil dışarıda da yapılıyor. Bu kısmi gibi görünen meşruiyet tartışması öte yandan o kadar özgül bir meşruiyet tartışması ki, ister istemez rejimin meşruiyetinin tartışılmasını da gündeme getirecek. Bu çerçeveden baktığınızda uluslararası alanda gelecekte başlayacak bir meşruiyet tartışmasının temellerinin 16 Nisan’da atılmış olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak bu, apansız, bu referandumla birlikte ortaya çıkan bir tartışma da değil. Özellikle Türkiye’nin Suriye politikasının IŞİD ve Nusra ile dolaylı dolaysız bağları, rejim ihracı çabalarından doğan diğer sorunlar ve 15 Temmuz 2016 sonrasında kurulan OHAL rejiminin uluslararası hukuk karşısındaki açmazlarıyla birlikte süregitmekte olan bir tartışmanın üzerine oturuyor. Bu açıdan baktığımızda Almanya’yla, Hollanda’yla, Avusturya’yla, genellikle Kuzey, Batı ve Orta Avrupa ülkeleriyle böyle bir gerilimin olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan da doğması muhtemel tartışmaların sadece referandum süreciyle değil, Türkiye’nin genel olarak dünyadaki konumlanışı, uluslararası alemde tuttuğu ya da tutmayı iddia ettiği yer dolayısıyla zaten varolan bir gerilimi derinleştirecek bir meşruiyet sorununu da şimdiden içermeye başladığını söyleyebiliriz.

Ancak Erdoğan rejimi dış politikada ittifaksız kalmış olmakla birlikte, Macaristan’daki Orban yönetimi, Polonya’da Kaczyński’nin liderliğindeki sağcı rejim, Britanya’nın Brexitçi, Muhafazakar Theresa May hükümeti ve -çeşitli gerilim ve kuşkularla gölgelenmiş olmakla birlikte- Rusya’daki Putin yönetimiyle esasen özgürlük karşıtı bir hat üzerinde bir hizada yer alıyor. Bütün uluslararası süreçlerin AKP ve Erdoğan aleyhinde işlemekte olduğunu düşünmek yanıltıcı olur, öte yandan AB’nin çelişkili ve kararsız siyasetlerinin de Erdoğan’ın nesnel müttefiki olduğunu akıldan çıkartmamak gerekir.

Referandum onrası AGİT raporu ile ilgili neler söylemek istersiniz?

16 Nisan referandumunu iki uluslararası kuruluş Türkiye’nin çağrısı üzerine resmen izledi ve raporlaştırdı: AGİT ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) Gözlemciler Heyeti. Her iki kurumun raporları da referandumun meşruiyetini sorgulayan olağanüstü önemde bilgi, gözlem, tespit ve değerlendirmeler içeriyor. AGİT raporunun bu süreçte daha öne çıkması kısmen şununla ilgili: AKPM raporu ister istemez Avrupa Konseyi üyesi ülkelerle sınırlı. Oysa AGİT raporu Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin yanısıra ABD ile Kanada’nın da onayını yansıtıyor. Yani süreci daha geniş bir küresel alandan değerlendiriyor. Öte yandan AKPM raporu meclisin doğası gereği -elbette belli bir norm ve kriterler dizisine bağlı olmakla birlikte- seçilmiş politik gözlemcilerin görüşlerini yansıtıyor. Oysa bu açıdan AGİT raporunun AKP hükümeti-nce tartışmaya açılması çok daha zor. AGİT raporunu hazırlayanlar seçilmiş politikacılar değil AGİT tarafından görevlendirilmiş profesyonel uzmanlar. AGİT raporunun üzerinde daha çok durulması da bu yüzden. Öte yandan Türkiye AGİT raportörlerinin çalışmalarına ve raporun açıklanma zaman ve biçimine müdahil olma şansına sahip değildi. Oysa AKPM raporuna nüfuzu oranında müdahil olmaya çalıştığını, raporun yayınlanmasını geciktirmeye, AGİT’le ortak açıklama yapılmaması için AKPM gözlemci heyeti başkanını baskı altına almış olduğunu biliyoruz. Bunlar heyetin geri kalanı tarafından kabul edilmeyince her iki rapor ortak bir basın toplantısında açıklandı.

AGİT raporu sizin de yakından takip ettiğiniz gibi hiç tartışmaya yer bırakmayan bir netlikte ifade etti referandum sürecini: “Anayasa Değişikliği Referandumu eşit şartlara sahip olmayan bir ortamda gerçekleşmiş ve kampanyanın iki tarafı eşit olanaklara sahip olmamıştır. Reformun kilit unsurları konusunda seçmenlere tarafsız bilgi sağlanmamış ve sivil toplum örgütlerinin katılımı mümkün olamamıştır.”

Dahası, “referandum gerçekten demokratik bir süreç için vazgeçilmez olan temel özgürlüklerin kısıtlandığı bir OHAL altında gerçekleştirilmiştir” diyor. “Binlerce kamu emekçisinin görevden alınması veya tutuklanmasıyla siyasi ortam olumsuz etkilenmiştir” diyor. “Medyada tek tarafın baskın bir şekilde yer almasının son derece büyük bir kusur” olduğunu söylüyor. Ancak daha da önemlisi “sayım sürecindeki değişikliklerle çok önemli bir seçim güvenliği tedbiri ortadan kaldırılmıştır” diyor- yani şu mühürsüz pusulaların geçerli sayılması… Rapora burada ayrıntılı olarak girmeye gerek yok, bunu siz ele alıp değerlendirebilirsiniz. Fakat çok açık ki, bu rapor açıkça böyle nitelememekle birlikte anayasa oylamasının esasen meşru olmayan koşullarda gerçekleştiğine dair son derece önemli unsurları kayıt altına alıyor. Erdoğan hem AKPM hem de AGİT raporuna çok kıyıcı saldırılar yöneltti. Ama bu raporlarda ortaya konulanların gerçekte öyle olmadığına dair uluslararası alanda kabul görebilecek bir kanıt sunamadı. Sunamaz da: Çünkü raporun argümanları tartışma götürmez açıklıktaydı. Bu açıdan şunu söyleyebiliriz: AGİT raporu önümüzdeki bütün tartışmalar bakımından en önemli belge niteliğini koruyacak elbette buna AKPM raporu da eşlik edecek.

Türkiye AB ilişkileri nasıl seyredecek? Türkiye’nin AB’ye, AB’nin Türkiye’ye bakışında temel bir değişiklik öngörüyor musunuz?

Aslında Erdoğan referandumdan hile ile yüzde 51 alarak değil de yüzde 60 ile çıkmış olsaydı doğruca faşist diktatörlüğe geçmeye yönelir ve AB ile müzakere sürecini bitirirdi. Ama öyle olmadı. 16 Nisan’da halk iradesi Erdoğan’ı durdurdu. Anayasa değişse de Erdoğan’ın önü fiilen bir toplumsal bariyerle kesildi. Bu dengede gözle görülür bir değişim olmadıkça Türkiye ve AB ilişkileri bundan böyle de “ne onunla, ne onsuz” diyebileceğimiz bir gri alan üzerinde sürecek.

Bu aslında bir yandan üyelik müzakereleri yapılırken bir yandan da Türkiye’nin AB üyeliğine esasen karşı olduklarını ilan etmiş olan Merkel’in Almanya’da, Sarkozy’nin Fransa’da işbaşına gelmelerinden sonra Türkiye’ye önerdikleri “imtiyazlı ortaklık”ın ima ettiği durumu de facto sürdürmek anlamına gelecek. Türkiye’nin AB hukukuna uygun bir ortak haline gelmesinin ben kısa vadede söz konusu olacağını düşünmüyorum. O nedenle Türkiye AB ilişkilerinin bu gri alanda -esasen ticari ve iktisadi ilişkilerin önde gittiği hukuki ve siyasi ilişkilerin arkadan geldiği, insan hakları mevzuatının Türkiye için can sıkıcı bir köstek olarak algılandığı- bir gerilim ve karmaşa içerisinde devam edeceğini söyleyebiliriz.

Türkiye’yi yönetenler -AKP ve Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, bugün Erdoğan ile ittifak halindeki Ergenekon ve MHP- esasen Avrupa Konseyi’nin Türkiye’nin üyeliğine, AB’nin de adaylığına son vermesi için dua ediyorlar. Bu kurumları Türkiye ile bağları kopartmaya itme kastıyla hareket ediyorlar. Fakat Avrupa’daki yaygın kanaat bunun tam tersi: Hem Konsey, hem AB “Türkiye Avrupa’dan ayrılacak, birlikten uzaklaşacaksa bunun müsebbibi neden biz olalım, biz Türkiye’yi her hangi bir biçimde dışarı itmeyeceğiz, ancak ortaklık koşullarını yerine getirmediği sürece de eleştirmeye devam edeceğiz. Bundan ötürü kopup kopmamak kendisine kalmış” diye düşünüyorlar. Bu açıdan sürecin geleceği daha çok AKP-MHP-Ergenekon ittifakının inisiyatifinde.

Ben Erdoğan rejiminde Avrupa kurumları ile ilişkileri geri dönüşsüzce koparmak yönünde bir görüş birliği olmadığı düşüncesindeyim. Bu ilişkiler iki taraf için de çok sorunlu, çok gerilimli, çok çatışmalı olmakla birlikte esasen Türkiye ve AB arasındaki muazzam ekonomik işbirliği hacminin ve bundan doğan siyasal, diplomatik, kültürel ve toplumsal ilişkiler ağının kategorik bir kopuşu önlediğini gözlüyorum.
Birinci ilişki zemini Gümrük Birliği: Türkiye ve AB’deki bütün sermaye güçleri Gümrük Birliği sürecinden son derece memnunlar ve bunun devam etmesini istiyorlar. Gümrük Birliği’nin güncellenmesi gündemde. Her ne kadar AB’deki demokratik güçler Gümrük Birliği’nin güncellenmesini demokrasiye çıpalamak isteseler de bu konu Avrupa Komisyonunda, yani AB’nin yürütme organında o kadar büyük bir hararetle karşılanmıyor. O nedenle Gümrük Birliği’nin güncellenmesi meselesi gündemdeyken AKP bağları kısa vadede kopartmak istemeyecektir.

İkincisi, AB ve üye ülkelerin Türkiye’nin en önemli ithalat ve ihracat ortağı ve uluslararası mali yatırım kaynağı olması. Türkiye’nin toplam dış ticaretinin yüzde 50’den fazlası AB ülkeleriyle, Türkiye’ye uluslararası sermaye akışının yüzde 60’ı Avrupa ülkeleri ve Avrupalı ortaklardan geliyor. Türkiye ile Avrupa arasında çok büyük çaplı bir karşılıklı turizm ilişkisi var. Hava ve kara yolu taşımacılık şirketleri için AB ile ulaştırma sektörü çok büyük bir sermaye yatırım alanı. Elbette imalat sanayisi, finans sektörü ve tarım sektöründe de AB ile ilişkiler muazzam bir öneme sahip. Şu an bile ilişkilerdeki -dönemsel olup olmadığını ileride göreceğimiz- kısmi sarsıntıların turizm sektöründe neredeyse bir çöküşe yol açmış olduğu apaçık. Bunun başka ülkeler ve kıtalarla kısa zamanda ikame edilmesi söz konusu olmayabilir.

Bütün bu nedenlerle Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerde ani bir kopuş, Türkiye’nin “silkinerek” kendisini AB dışına atması bir sermaye tercihi değil. Burada Tayyip Erdoğan’ın krizi ipleri gererek yönetme anlayışı ile TÜSİAD’ın uzlaşarak yönetme anlayışı arasında gerçek bir gerilim olduğu apaçık. Son TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu’nda Tayyip Erdoğan’la TÜSİAD yöneticileri arasında gerek Avrupa hukukuna uyum gerekse Avrupa Birliği üyeliğinin vazgeçilmezliği konusunda önemli bir görüş ayrılığı ortaya kondu ama bu görüş ayrılığı eskiden beri hep vardı. Yeni bir şey değil. Burjuvazide, genel olarak büyük sermayede AB’den kopma iradesi yok. Toplumda yaygın bir biçimde -ki bu daha çok AKP ve devletin psikolojik harp aygıtları tarafından pompalanıyor- ırkçılık ve yabancı düşmanlığı şeklinde dillendirilen “Avrupa karşıtlığı” ile gerçek, somut maddi ilişkiler ve bunların sürdürülmesi iradesini besleyen egemen anlayış arasında da tuhaf bir gerilim var. Demek istediğim şu: Türkiye’yi yönetenler halka yönelik “Avrupa karşıtı” ajitasyonlarının gerçek bir ilişkiyi yansıtmadığını hepimizden iyi biliyorlar.

Şu halde, sürüklenerek giden bu durum içerisinde bir süre daha kalınacak diye düşünebiliriz. Bu gidişin kısa vadede çok ciddi bir değişikliğe uğrayacağını düşünmüyorum. Ancak bu tek tek AB ülkeleriyle, ya da AB hukukuyla Türkiye arasındaki ilişkilerde gerilimin artmayacağı anlamına gelmez. Çünkü esasen AKP ya da Tayyip Erdoğan’ın şahsi tutumu açısından veya mevcut egemen ittifak açısından AB ile iliş-kilerde ya da AB ile kurulamayan ilişkilerdeki en büyük sıkıntı kaynağı iktisadi ilişki-ler -hatta toplumsal ve kültürel ilişkiler dahi- değil hukuktur. Türkiye’yi yönetenleri sıkan, sanki bir mengenedeymişler gibi hissetmelerine yol açan şey Türkiye’nin uymakla yükümlü olduğu, Anayasal güç atfetttiği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve bunun bir sonucu olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) Türkiye’nin yargısının gerçek, asli bir bileşeni haline gelmiş olmasıdır. Türkiye’nin totaliter ve diktatoryal seçkinleri AİHS ile belirlenen Avrupa hukukundan bir an önce kurtulmak için AB ile ilişkileri germe pahasına Avrupa’nın Türkiye statükosunu olduğu gibi kabulünü istiyorlar.

Ancak mugalata, laf kalabalığı içinde kamuoyunun gözünden sakladıkları bir gerçek var: Türkiye AB üyesi olsun olmasın, AİHS sözleşmesinin tarafı olma yükümlülüğünü AB’den değil, Avrupa Konseyi üyeliğinden alıyor. AB ile gerilimler de esasen insan hakları ve özgürlüklerdeki gerilemelerden doğsa da AKP’nin AB’ye her türlü hakareti reva görürken Avrupa Konseyi’ne mümkün mertebe kötü söz söylememeye gayret etmesinin de büyük bir ikiyüzlülük olduğunu söyleyebiliriz.

AB’nin 28, Avrupa Konseyi’nin 47 üyesi var. Demek ki, AB üyesi olmaksızın AİHS’in tarafı ve Avrupa hukukunun bir parçası olan 19 ülke var Türkiye ile birlikte. Türkiye bu tartışmalardan bağımsız olarak da konseyin üyesi olmaya devam ediyor. O nedenle esas mesele insan hakları meselesidir. “Bizi Avrupa Birliği’ne alıyorlar, almı-yorlar” meselesi değildir. Türkiye’yi yönetenleri bizar eden de hem uluslararası hukuka hem Avrupa insan hakları hukukuna dahil olmanın getirdiği yükümlülüklere uygun biçimde yaşamak ya da yaşamamak arasındaki büyük gerilimidir. Bunun da temelinde esasen Kürt meselesinin demokratik siyasi yoldan çözülememiş olması, tersine Kürdistan’ın yeniden sömürgeleştirilmesi ve Türkiye’nin bir faşist rejime yönelerek geçirdiği metamorfoz yatıyor.

Bu çatışmanın merkezinde AB ya da Avrupa Konseyi’nin “emperyalist çıkarlar”ın temsilcisi olması ya da olmaması yer almıyor. Tersine insan hakları esasen Avrupa’yı yöneten muhafazakâr ve emperyalist güçlerin en çok göz ardı etmek istedikleri konudur ama Avrupa’nın demokratik kamuoyu tarafından gündeme getiriliyor ve gündemde tutuluyor. Yoksa, Avrupa Konseyinde olsun AKPM’de olsun Ankara’nın menfaatleri en çok “İslamofobik”, “Türkofobik”, “Doğufobik” Avrupalı muhafazakarlarca dile getiriliyor. Bugün Türkiye’yi yöneten AKP iktidarının çevresinde bir Avrupalı muhafazakâr zırh oluşuyor. Bunun başını da Britanya’nın muhafazakârları çekiyor. O nedenle Türkiye-AB ilişkilerindeki gerilim esasen bir emperyalist ittifakla bir bağımlı ülke arasındaki çatışmadan değil, tam tersine emperyalist ittifakın kendi hukukunu hiçe sayarak Türkiye’nin faşist rejimine destek olma içgüdüsüyle Avrupa’nın demokratik güçlerinin toplumsal itirazları arasındaki sert çekişmeden doğuyor. Türkiye Avrupa tartışması aslında Avrupa içi bir tartışmadır aynı zamanda. Bu tartışma farklı terimlerle Macaristan’daki Orban rejimiyle, Çek Cumhuriyeti’ndeki ve Polonya’daki sağcı güçlerle de sürüp gidiyor. Britanya İmparatorluğu’nun AB’den ayrılma gerekçesi diye ortaya koyulan reaksiyoner milliyetçi görüşlerin sadece Britanya ile sınırlı kalmadığı apaçık ortada. Bu tartışma daha çok su kaldırır fakat ben Türkiye’de temel yaklaşımlarda ciddi bir değişiklik olacağını kısa vadede düşünmüyorum.

Burada başlangıçta da değindiğim bir temel noktanın altını ayrıca çizmem gerek. Esasen bugünkü gerilimin bir tarafı Tayyip Erdoğan rejiminin kendisi olmakla birlikte AB’nin iki merkez ülkesi, hatta sebebi hikmeti sayabileceğimiz Almanya ve Fransa’nın Türkiye’nin AB üyeliği bakımından oynadıkları ikiyüzlü rol de bu krizde çok önemli bir unsur. Çünkü gerek Almanya, gerek Fransa müzakere süreci başlarken çok açık bir biçimde şunu ifade ettiler: “Biz” dediler, “Sarkozy ve Merkel’in temsil ettiği eğilim iktidarda kaldığı sürece Türkiye’nin AB üyeliğine karşıyız. Sadece iktisadi sebeplerle değil aynı zamanda kültürel, dini, tarihi sebeplerle de karşıyız -ki aslında kıtasal olarak Türkiye Avrupa’nın bir parçası da değildir. O nedenle hukuk bunu gerektirdiği için müzakereleri sürdüreceğiz, fasıllar açılacak. Ancak biz stratejik olarak, tarihi olarak Türkiye’nin AB üyesi olmasını istemiyoruz.” Tabii bu irade ortada kaya gibi dururken üyelik müzakerelerinin sahici bir şeymiş gibi devam ettirilmesini sağlamak hiçbir hükümet için o kadar kolay bir şey değil. Bunun için toplumsal bir arka plan gerekir. Hükümet iradesine rağmen bu toplumsal arka plan oluşmaz.

Öte yandan Yunanistan krizi, İspanya ve Portekiz’de Euro bölgesiyle, AB’nin iktisadi düzenleme mekanizmalarıyla bu ülkelerin iç ekonomileri ve maliyeleri arasında ortaya çıkan gerilimler de esasen Brüksel’de sistem krizinin ağır yüklerini genel olarak birliğin yoksul ülkelerine yıkma yönündeki güçlü bir tutum olduğunu ortaya koydu. AB statükosu, Türkiye gibi birliğin nispeten geri ülkelerini sistem yüklerini taşımak, kapitalist krizin maliyetini yüklenmek, krizin yol açtığı eşitsizlikleri kabul ederek sistemin bir parçası olmak üzere zorladığı nispette AB, birliğin çeperinde yer alan ülkeler için son derece önemli bir handikap, bir eşitsiz değişim ve paylaşım, ve sömürü mekanizması olarak ortaya çıkıyor. Bizim tartışmaya o yönden de bakmamız ve bütün bu süreçleri AB’nin kapitalist-emperyalist karakterini akıldan çıkarmaksızın değerlendirmemiz gerekiyor.
Bizim açımızdan AB üyeliği meselesi iki bakımdan kolayca arkamızı dönebileceğimiz ve zahiri bir tartışmaymış gibi yaklaşamayacağımız bir meseledir: Birincisi, biz AB üyeliği tartışmasını Türkiye’nin ezilenlerini, yoksullarını, emekçilerini çok geniş bir kıtasal ittifakın bir parçası kılması olasılığı -yani İstanbul’da, Ankara’da, Mersin’de ya da Amed’deki mücadelenin Berlin’de, Lizbon’da, Atina’da ya da Berlin’de sürüp giden mücadelelerle yakından bağlayacak bir imkân sunabilmesi- dolayısıyla anlamlı bulabiliriz.

İkincisi, biz bu tartışmayı Türkiye’de insan hakları alanında daha yüksek bir hukukun geçerli olabileceği bir mecburiyetler ağını yukarıdan aşağıya da olsa merkezi hükümetin etrafına örmesi imkânından ötürü önemseyebiliriz ve ciddiye alabiliriz. Kaldı ki, tek ölçünün de bunlar olmayacağını aklımızda tutmamız lazım.
Krizin nedenlerini kavrayabilmek ve AKP hükümetinin tutumunu anlayabilmek bakımından anahtar değerinde olan şey Türkiye’nin AB ile ilişkilerde sermayenin ve malların serbest dolaşımı alanındaki eşitsiz ilişkileri hevesle kabullenirken, insanların, fikirlerin ve yüksek hukuk normlarının serbest dolaşımına asla rıza göstermemesidir. AKP’nin ve Türk devletinin AB ile sürdürdüğü “egemenlik” tartışmasının merkezinde insan hakları hukukunun egemenliğine boyun eğmeme kararlılığının yattığını daima akılda tutmak gerekir.

Trump-Erdoğan görüşmesinin başlıca önemi neydi ? Erdoğan bu görüşmeden ne elde etti? ABD-Türkiye ilişkileri nasıl seyredecek?

Erdoğan açısından Trump ile görüşmenin başlıca önemi Türkiye’ye sunmak için yanıp tutuştuğu bir fotoğrafın çekilmesi için fırsatın nihayet doğmuş olmasıdır. Başta değindiğimiz “meşruiyet” tartışmasının aşılması bakımından dünyanın bir numaralı gücünün başındaki kişinin kendisiyle “eşitler arası” ilişkiye sahip -hatta kendisinin daha eşit- göründüğü bir fotoğrafın içeriye yansıtılması Erdoğan’ın bu ziyaretten beklediği en önemli şeydi. Fakat ikinci en önemli şey -hatta birinciden de bir bakıma daha önemlisi- Erdoğan’ın “Oval Ofis”te Rıza Zarrab yargılamasının sona erdirilip, diplomatik ve politik mutabakatlar üzerinden Türkiye’ye iadesi talebini şahsen Trump’a iletebilecek olmasıydı. Bunu Trump’tan şahsen rica etmiş olduğundan şüphem yok. Ne var ki, bu talebin gerçekleşme yolu çoktan ABD’nin müesses yargı ve dış politika nizamı tarafından kapatılmıştı. Bu açıdan Erdoğan uzun vadeli çıkarları açısından elde etmek istediği en önemli şeyi elde edemeden ABD’den döndü. Nitekim azledilen güvenlik danışmanı emekli korgeneral Flynn’in Rusya’yla ilişkilerine dair soruşturma Türkiye ve Tayyip Erdoğan’la ilişkilerini kapsayacak şekilde genişletildi. Bu soruşturma Erdoğan için saatli bomba gibi işlemeye devam ediyor.

ABD’nin Trump döneminde önemli dış ve iç politika farklılaşmaları göstereceğini söylemek mümkün fakat bazı koşullarda da hiçbir değişiklik olmayacak. ABD’nin kurulu güvenlik ve dış politika düzeni Trump’ı fethetmiş ve etki sınırlarını çizmiş görünüyor. O açıdan ABD dış politikası -özellikle Türkiye, Suriye ve Kürtlere dönük özellikleri bakımından- Obama döneminde askeri, bölgesel ve siyasi bakımdan neydiyse öyle kalacak gibi gözüküyor. Türkiye kamuoyunda özellikle Kürt meselesi bahsinde hem AKP ve Ergenekon hem de kimi Kürt çevrelerinde sık sık dillendirilen yanılgının tersine ABD’nin Türkiye’de muhalefet güçlerine ve özellikle Kürt muhalefetine karşı esasen merkezi hükümeti tuttuğunu ve tercih ettiğini söyleyebilirim. Bu hakikat bazen gözden kaçıyor. Tabii ki, ABD’nin Kürt meselesinde ve Kürtlerle bölge devletleri arasındaki ilişkilerde kendine özgü bir pozisyonu var ama bu daha çok Güney Kürdistan bölgesel yönetiminin onayı istikametinde. Daha basit bir ifadeyle söyleyecek olursak Kürtlerle ilişki açısından ABD için norm genel olarak Güney Kürdistan statükosunun tercihleridir. Bu çerçevede ultra-milliyetçi rejim ortakları ve muhaliflerince çok sık tekrarlansa da ABD’nin Türkiye’nin “bölünmesi” fikrine ilgi duymadığını, yaklaşık yüz yıldır süregiden uygulamanın da böyle bir seçeneği devreye sokmadığını görüyoruz. Gelecekte de böyle devam etmemesi için elle tutulur bir neden olmadığını söyleyebiliriz.

Ancak ABD’nin Suriye’de Türkiye’nin arzuları hilafına bir yeni rejim değerlendirmesi yaptığı da apaçık… Burada IŞİD ile karşı karşıya gelmiş yetenekli, militan, savaşta pişmiş ve fedakar bir kara gücüyle işbirliğine hava kadar, su kadar ihtiyaç duyan bir emperyalist gücün Kürt özgürlük güçlerinin ortaya çıkarmış olduğu büyük insani ve askeri potansiyeli görmezden gelmesi söz konusu olamazdı. Sahada kendi evini ve yurdunu koruma tutkusuyla ve büyük bir güç göstererek savaşan, genç, enerjik öte yandan siyasi yönelişleri bakımından demokratik ve seküler bir gücün IŞİD karşısında bir müttefik olarak görülmemesi için ABD kurmaylarının akıllarını Türkiye’dekiler gibi paranoyayla bozmuş olmaları gerekirdi. Kürtlerin Suriye’de ABD ile ittifakı, yine Türkiye’de Kürtlerin haklarını inkarda birleşenlerden sık sık işittiğimiz gibi “emperyalizmin işbirlikçisi” haline gelmelerine yol açmıyor. Kürtler kendi anayurtlarını korumak için uluslararası güçler dengesi içinde geleceğin Suriyesinde kendilerine elverişli bir konum sağlayan askeri ve siyasi çelişkileri ve potansiyelleri ustaca değerlendiriyorlar. Bu değerlendirme Türkiye’nin akıl ve idrak dışı ırkçı ve paranoyak dış politikasının isterleriyle uyuşmuyor elbette. Ancak Ankara nasıl güney Kürdistan’ın siyasi varlığını, bütün “kırmızı çizgiler”ine rağmen kabul etmek zorunda kaldıysa Rojava’da da eninde sonunda fiili durumu kabul edecek ve ABD’nin bölgesel tercihlerinin dümen suyuna girecektir. Bunu kabullenene kadar her türlü tertibi deneyecektir. Ama ABD’nin Türkiye’ye vereceği tavizler de vardır: ABD Rojava’da demokratik, “komünal” [sosyalist] bir düzenin kurulmasını engellemek için elinden geleni yapacaktır. Suriye’de yeni rejimin çatısı çatılırken PYD’nin komünal siyasetiyle ABD’nin bölgede kapitalizmin hakimiyetinin tesisini gerektiren menfaatleri arasında bir çelişkinin meydana geleceği apaçıktır. Bu Kürt özgürlük güçlerini ister istemez kimi uzlaşmalara zorlayabilir. Bu açıdan ABD Türkiye’ye de istediklerinin bir bölümünü sağlamış olacaktır. Fakat öte yandan Suriye halklarının kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde NATO üyesi ülkelerin Araplar ve Kürtlerle varacakları ortak görüşten bir milimetre ötesini Türkiye artık ne ABD’ye ne Rusya’ya ne de dünyaya kabul ettirebilecek durumdadır. Ancak ABD ve Türkiye seçkinlerinin çatışan egemenlik hesapları dolayısıyla varolan çelişki sürüp gidecektir, ta ki Ankara Türkiye Kürtlerinin ortak yaşam önerilerini bir şekilde içerinceye kadar.

Aynı zamanda küresel güç denge ve dizilişlerinde önemli kırılmalar yaşandığı iddia ve ezberleri var. Bu Erdoğan’a yeni manevra alanı açıyor mu?

Dünya tarihinin her döneminde böyle olasılıklar üzerine spekülasyonlar olur. Eninde sonunda küresel güç dizilişlerinde önemli değişiklikler de olur. Ancak bugünkü güçler dengesinde bunların bir “kırılma” -yani olayların gidişinde apansız dönüşler meydana getirecek, büyük krizlere yol açacak ve büyük krizlerden doğacak değişiklikler- mertebesinde olup olmadığı konusu tartışmalı. Ben bu belirlemenin abartılı olduğu kanaatindeyim.

Gerçi çok zamandır göregeldiğimiz kaymalar var. Bunlar arasında en önemlisi Çin’in nispi yükselişine mukabil ABD’nin nispi gerileyişi. İkincisi SSCB’nin çöküşü sonrası ortaya çıkan büyük dağınıklık ve ekonomik gerilemeyi sona erdiren, askeri ve siyasi açıdan kuvvetlenen ve Suriye krizi dolayısıyla bu kuvveti sergileme fırsatı bulmuş olan Rusya’nın uluslararası güç dengesinde sergilemekte olduğu artan performans. AB üzerine ortaya atılan çeşitli “çöküş teorileri”nin gerçeklerle uyuşmadığını söyleyebilirim. Her ne kadar birlik içinde bir zengin-yoksul ayrımı doğmuş olsa da Yunanistan’daki krizin gösterdiği gibi yoksullar varolan dünya durumu bağlamında birlik içerisindeki konumlarını geliştirecek politikalar peşinde koşmakla birlikte kendilerini dünyada ittifaksız ve ortaksız bırakacak, belirsizliklere sürükleyecek bir kopuştan yana olmadıklarını da ortaya koydular. SYRİZA’nın izlediği çizgi Yunanistan solu içinde sert çatışmalara yol açmış olsa da bu “sertlik” Yunanistan’ın birlikten ayrılmasını sağlayacak kadar güçlü bir alternatif politikalar demeti ortaya çıkartmadı. Almanya’nın giderek tam merkezine yerleşmekte olduğu AB’nin en azından önümüzdeki on yıl boyunca kıtasal konumunu koruyacağını öngörmek yanlış olmaz. Hatta denebilir ki, Trump maskaralıkları, cehaleti ve nereye varacağı bilinemeyen saçmalıklarıyla ABD’nin uluslararası itibarını yerle bir ederken Merkel’in Almanyası giderek kapitalist sistemin merkezine yerleşmeye yönelebilir. Demek ki dünyadaki güç dizilişi esasen ABD, Çin, AB, Rusya’nın arasındaki güç dengesine bağlı olarak sürecek. Ancak Çin ve Rusya’nın on yıl öncesine oranla kimi önemli ekonomik, politik ve askeri kazanımlar elde ettikleri, kendilerine olan güvenlerini ve bölgesel güç icra ederek siyasi ve askeri kapasitelerini arttırdıkları bir gerçek. Çin Asya’da, Rusya Avrasya’da AB ve ABD’nin etki alanını daraltan bir güçlenme içindeler. Peki, bunların dışında daha çok Çin ve Rusya etrafında oluşan ama Güney Afrika, Hindistan, Brezilya gibi G-20 ülkelerinin önde gelenlerini de kapsayan “BRİC gibi bir ikincil ekonomik-politik güç merkezi de oluşuyor mu” sorusuna “Ne yazık ki hayır” yanıtını verebiliriz. Çin, görkemli projelerine rağmen henüz Asyayı aşan kapsayıcı bir yeni uygarlık iddiasını üstlenmiş sayılmaz. Güney Afrika duraksadı, Brezilya ise Lula ve Roussef ile başladığı atağın gerisine düşürüldü. Hindistan yakaladığı yükselişi sürdüremedi. BRİC Rusya ve Çin dışında fiilen yan yattı. Netice itibariyle dünya egemenliği saydığımız dört büyük güç merkezi arasında paylaşılıyor ve kısa zamanda dramatik sıçrayışlar için elle tutulur bir neden görünmüyor.
İki kutuplu dünya statükosu içinde eskiden ABD ve AB hâkimiyetindeki alanlarda kimi boşlukların doğduğunu, yeni güçler için bazı manevra alanları açıldığını, bu alanların yeni bir kuvvet tarafından doldurulamamış olduğunu kabul etmek gerekir. AKP rejimi için böyle alanlar var. Daha doğrusu vardı. Erdoğan kendisini Osmanlıcı hülyalara, mezhepçi tutkulara kaptırmış olmasa; bölgesel sorunlara saldırgan ve istilacı bir anlayışla yaklaşmış olmasa; Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” diye eski Osmanlı hinterlandında “Türk hâkimiyeti” saçmalığıyla maceracılığa kapılmış olmasa Ankara pekala bölgede “tanzim edici” bir güç rolüne yükselebilirdi. Türkiye ABD’nin Irak istilası sonrasında güney Kürdistan’da ortaya çıkan Kürt gerçekliğini tanıyarak aslında bu yolda tanzim edici bir esneklik gösterebileceğine dair işaretler vermişti. Fakat Suriye politikasıyla tamamen battı, avantajlarını İran’a kaptırdı ve bu imkânı elden kaçırdı. Batının “Arap Baharı” dediği, Magrip’ten Maşrık’a uzanan Arap isyanları döneminde bölgesel gücünü ve kabiliyetini abartan mezhepçi tutumuyla Mısır’da ve Suriye’de kaybettiği pozisyonların ardından Türkiye bölge halklarının gönlünü kazanabileceği bir manevra sahasına artık sahip değil. Üstüne üstlük bölgede Osmanlı heyulasını, Türk genişlemeciliği kuşkularını kışkırtan politikalarıyla Arap milli kimliğinin bütün duyarlıklarını da ayaklandırdı. Kürtlerin demokratik hak ve taleplerine olduğu kadar Arapların çoğulcu ve seküler düzen ihtiyaçlarına da sırtını dönen Erdoğan Türkiyesi nesnel olarak kendisini bir anda IŞİD ve El-Nusra’nın İslami cihatçılığıyla aynı hat üzerinde buluverdi. AB ve ABD ile Ortadoğu’nun yükselen halk hareketleri ve özgürlük mücadeleleri arasında anlamlı bir denge kurmaya, İsrail’i dengeleyen bir bir Ortadoğu siyasetini demokratik ortaklıklar üzerinden inşaya gayret gösterse bölgede düzenleyici bir konum edinmiş olabilirdi. Fakat Suriye’de mezhepçi bir rejim değişikliği hevesiyle düştüğü açmazın yanısıra bizzat kendi siyasetinin yol açtığı yarılmaların içinden doğan Kürt inisiyatifini boğmak kastıyla Selefi güçlerle kurduğu ittifak AKP’yi hem Batı hem Orta Doğu için bir başağrısı haline getirdi, hiçbir saygınlık ve manevra alanı bırakmadı.

Çin’in iddialı İpek Yolu Projesi ve Erdoğan’ın Pekin ziyareti ne anlama geliyor?

Çin’in ortaya koyduğu İpek Yolu projesi gerçekten çağımızın en büyük küresel ekonomik projesi olarak adlandırılabilir. O yüzden Türkiye dahil hiçbir ülke veya ekonomik yada politik güç buna ilgisiz kalamazdı. Bu büyüklüğü şu ölçülerle gözden geçirebiliriz. Gelecekte yapılacak toplam yatırım miktarı 1 trilyon dolar civarında öngörülüyor. Bunu fersah fersah aşabilir de. ABD’nin 2. Dünya savaşı sonrasında uyguladığı Marshall Planı’nın bugünkü kıymeti enflasyona uyarlanmış şekliyle yüz otuz miyar dolar civarındaydı. İpek Yolu bunu on kat aşan bir büyüklüğü ifade ediyor. Bu proje Çin’in ticari işbirliği ağını altmıştan fazla ülkeye yaygınlaştırıyor. Bu ülkelerde dört buçuk milyar insan yaşıyor ve bu dünya nüfusunun yarısından fazlası demek. Eğer İpek Yolu projesi tam olarak gerçekleşecek olursa Çin dünyanın gayri safi milli hasılasının yüzde kırkından fazlasını kontrol eden ekonomilerle bir işbirliği oluşturacak. İki ayağı var projenin: İpek Yolu Ekonomik Kuşağı ve Deniz İpek Yolu… Çin bu yollarla Avrasya’ya kara ve deniz yolundan ulaşmayı ve Çin limanlarını Avrupa ve Güney Pasifik limanlarına bağlamayı öngörüyor. Çok geniş bir ülkeler topluluğunu ilgilendirmekle birlikte bu projenin bütün anahtarları, ana fikirleriyle gelişme doğrultuları doğrudan doğruya Çin’in kontrolünde. Bu projeyi kontrol eden hiçbir başka uluslararası kuruluş ya da işbirliği örgütü yok. Şanghay İşbirliği Örgütü de Çin’in yanı sıra bu projede herhangi bir role sahip değil. O yüzden pek çok uluslararası gözlemci açısından projenin amaçları ve gelişme doğrultusu tartışılmalı ve kuşkulu. Şimdiden Hindistan’ın bu projeye rezerv koyduğunu, AB’nin de projeye balıklama atlamak yerine anlamaya çalıştığını görüyoruz. Çin’in İpek Yolu’nun rotası üzerinde Hindistan’ın başlıca bölgesel hasmı olan Pakistan’la girift bir ilişki kurması ve Pakistan’ı güçlendirmesi ihtimali Hindistan’ı son derece rahatsız ediyor. Avrupalılar açısından da Avrasya bölgesinde yaratacağı yeni güç kaymaları dolayısyla ima ettiği potansiyel ve risklerin henüz tam olarak öngörülemediği bir girişim olarak değerlendiriliyor.

Tayyip Erdoğan’ın bu projeyi duyar duymaz uçağa atlayıp Çin’e gitmesine şaşmamak gerekir. Çünkü Çin’in dünya politikasındaki birinci önceliği karşılıklı ekonomik çıkarların korunması ve Çin’in iktisadi ve siyasi güvenliği. ABD ile gerilimli bir ilişkiye sahip olan bir NATO ortağının bu projeyle yakından ilgilenmesi Çin’in amaçlarına tamamen uygun. İpek Yolu projesinin gerçekleşmesiyle Türkiye’nin dünyanın ana ticaret yollarından biri üzerine yerleşmesi olasılığı elbette Tayyip Erdoğan ve Türk büyük burjuvazisinin de gözlerini kamaştırır. Bu doğal. Çin’in bunu gerçekleştirmeye kararlı olduğu da ortada. Ancak İpek Yolu’nun ucu İzmir limanına dayanıncaya kadar kim öle kim kala, bu gidecek çok uzun yolu ve yapılacak çok fazla işi olan bir proje… Bundan ötürü İpek Yolu’nun önemli bir aktüel sonuç doğurduğu ve güncel ve somut gerilimlere bir seçenek oluşturduğu kanaatinde değilim. Ancak Erdoğan’ın özellikle küresel ekonomik ilişkilerde ve politik ilişkilerde seçenek çoğaltma, cangıldaki Tarzan gibi bir sarmaşığa tutunamazsa ötekine sarılmaya dayanan esasını yönsüzlüğün oluşturduğu stratejisi açısından cesaret verici olduğunu söyleyebilirim. Erdoğan’ın ilgisi daha çok ABD ve Avrupa’yla ilişkilerini dengelemek ve onlarla yaşanan çelişkilerin basıncından kurtulmaya yönelik. Ama İpek Yolu henüz Türkiye’nin içinde yer aldığı ekonomik, politik ve askeri denklemi değiştirebilecek bir kapasite taşımıyor. Hini hacette yeni baştan değerlendirilmek üzere burada bir bağ, bir kurumsal ilişki oluşturulduğunu söyleyebiliriz.

Bununla birlikte, başa dönecek olursak Çin’in gelecek on yıllar içerisinde dünyada en büyük insan topluluğunu tek bir devlet çatısı altında barındıran bir politik güç olarak dünyanın merkezine doğru ilerlemekte olduğu gerçeğini unutmadan düşünmek ve çalışmak gerekiyor. Bu çerçeveden bakacak olursak Çin’de dünya tarihini belirleyecek çok büyük çaplı dönüşümlerin gerçekleşmekte olduğunu İpek Yolu projesinin de bunun belirtilerinden bir olduğunu söyleyebiliriz. Ne varki, dediğim gibi önümüzdeki on yıl ile sınırlarsak bu projenin Türkiye’nin şu an dahil olduğu kurumlar, ittifaklar paktlar ve işbirliklerine alternatif olacak belirgin bir rol oynayacağını söylemek yerinde olmaz. Şimdilik İpek Yolu tanıtım toplantısı Tayyip Erdoğan’ın bütün uluslararası ilişkilerde gözettiği şeye bir kere daha hizmet etmiş olabilir: Etkili bir dünya lideri fotoğrafı vermek üzere nerede kalabalık bir lider topluluğu varsa oraya koşmak. Alfabetik sırlamanın da avantajıyla ABD ve İngiltere’nin hemen yanında poz vermeyi sağladığı için Tayyip Erdoğan bu tür toplantıları kaçırmıyor. Bunun bugünkü önemi de bu kadardır.

Ortadoğu’da düğüm noktası Suriye gibi görünüyor. Türkiye’nin dış politikada en fazla açmaz yaşadığı yer de burası. Suriye’de çözüm düzlemine girildiği söylenebilir mi?

Suriye’de çözüm düzlemine girdiğimizi söyleyebiliriz. Bu çözüm düzlemi esasen şimdilik IŞİD’in ortadan kaldırılmasıyla sınırlı görülse bile IŞİD’in yenilmesinden sonra çözümün bütün öteki hatları da ortaya çıkacak. IŞİD’in özellikle Rakka ve Musul’daki kuşatmalardan kurtulabilme ihtimali yok. Yerel halktan aldığı desteği de, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’dan gördüğü dolaylı himayeyi de yitirmiş olarak IŞİD şu an hem Suriye ve Irak devlet güçleri, hem ABD ve Rusya’nın silahlı güçleri hem de öte yandan Kürtlerin özgürlük mücadelesiyle kuşatılmış durumda. Bu şartlar altında IŞİD’in yenilmesi için geçecek zamanın kısalığı ya da uzunluğu sadece sivil halkın güvenliğinin ve esenliğinin sağlanması için alınacak tedbirlerin ne kadar dolambaçlı ve sürüncemeli bir askeri harekâtı gerektirdiğiyle ilgili. Musul ve Rakka’yı sivil halkı gözetmeden ele geçirmek diye bir hedef olamaz. Zaten Kürtlerin özgürlük mücadelesinin bu bağlamda büyük bir önem kazanıyor olması da bununla ilgili. Doğrudan doğruya karada yürütülecek ve nokta hedeflere odaklanmış bir özel askeri harekâtın gerçekleştirilmesi ancak o bölgenin öz halkından olan ve o toprakları tanıyan, savaş koşullarına uyarlanmış, savaşta pişmiş askeri birliklerle gerçekleşebilirdi. Kürtlerin de bu büyük avantajlarını şimdi ittifakla birlikte devreye soktuğunu görüyoruz.

IŞİD’in sonunun getirilmesi çözümün de başlangıcı sayılmalı. Bu sonun içerisinde yürünüyor. O açıdan bir çözüm düzleminin belirdiği açık. Ancak en kritik mesele gelecek Suriye’nin nasıl şekilleneceği meselesi. Bu noktada iki unsur Türkiye açısından önem kazandı. Birincisi Türkiye Suriye’de bir rejim değişikliği hevesiyle bu savaşa girdi. Gelecek Suriye’nin yönetiminde söz sahibi olacağı beklentisiyle Müslüman Kardeşleri ayaklanmaya sevk etti ve arkasından Pandoranın Kutusu açıldı. Türkiye hala gözünü bu kutunun içerisindeki Esad unsuruna dikmiş gözüküyor. Ancak gelecek Suriye’nin çekirdeği bugün Esad’ın etrafında birleşmiş olan Suriye olacağına göre, IŞİD ve diğer selefi örgütlerle, Müslüman Kardeşlerle, El Nusra’yla, El Kaide’yle savaşan güç de Suriye hükümeti olduğuna göre Suriye hükümeti ve Esad olmaksızın bir gelecek Suriye tasavvuru şimdilik imkânsız. Belki Baas’ın da genel onayı alınarak iç çelişkileri hafifletmek amacıyla Esad bir kenara çekilebilir ama şu an Esad’ın merkezinde durduğu Baas rejimi şöyle ya da böyle gelecekte Suriye’nin kurucu unsurlarından birisi olacak. ABD’nin Irak işgalinden çıkardığı pahalı bir ders bu. 

İkinci mesele PYD ve YPG diye kodlanan Rojava Kürdistan gerçekliği. Türkiye’nin güney sınırlarının bitişiğindeki Rojava Kürdistan Türkiye’ye kendi ulus-devlet iddiaları bağlamında çok önemli bir handikap gibi görünüyor. Ankara’nın Türkiye’deki Kürt meselesini sonlandırmak için öngördüğü askeri bastırma yöntemini Kürdistan’ın tamamına yayan delice bir politikaya saplanıp kalması bundan. Ancak bu politikanın da işleyebileceği sınırın sonuna gelindiğini söyleyebiliriz. MHP’nin NATO’nun Suriye’deki IŞİD karşıtı ittifaka dahil olmasına gösterdiği tepki bu açıdan son derece septomatik. Türkiye NATO’nun rızası olmadan ve NATO güçleri ile çatışmayı göze almadan Suriye içlerinde herhangi bir harekât yürütemeyecek bir konuma getirildi. Böylelikle Suriye’deki çözümde Kürtlerin kendi politik örgütleriyle kendilerini daha açık bir biçimde ifade etmelerinin yolu açıldı. Demek ki gelecek Suriye’de üç unsur olacak: Bir, Kürtler; iki Baas ve ittifakları etrafında toplanmış olan Alevi ve Sünni Araplar; üç İslami iddialarına karşın IŞİD ile çatışma halindeki diğer Arap grupları. Özetle bu üç topluluğu bir araya getirecek ve bir arada tutacak yeni rejim ister istemez federatif, çoğulcu ve seküler olmak zorunda. Bu Türkiye’nin ulus-devlet zihniyetiyle ve İslami [Sünni] Suriye tasavvuruyla tam bir çelişme içerisinde. Dolayısıyla Türkiye Suriye’de sadece bir dış politika açmazı değil ayı zamanda bir iç politika açmazı yaşıyor. Ankara’nın seküler ama otoriter Esad rejimini sona erdirerek kendi güdümünde bir İslami rejim ihdas etmek üzere başlattığı askeri harekat Kürtleri güçlendirerek ve Ankara’nın bu harekattaki en önemli desteği olan Müslüman Kardeşleri yerle bir ederek bu kez Suriye’de seküler bir rejimin federatif esaslar üzerine kurulmasıyla sonuçlanacak. Bunun iç politikada iki türlü yankısı olacaktır. Birincisi Kürtlerin özgürlük ve öz yönetim taleplerinin giderek güç kazanması. İkincisi IŞİD unsuruna dayanarak, IŞİD kılıcı gösterilerek baskı altına alınmaya çalışılan Türkiye Alevilerinin Suriye’deki gidişatın da verdiği güvenle taleplerini yükseltmeleri ve şimdi Tayyip Erdoğan etrafında inşa edilmeye çalışılan tekçi rejimin içeride de geçerli bir model olamayacağının ortaya çıkması. Suriye’de çözüm düzlemine girilirken Türkiye’de Erdoğan rejiminin giderek saçmalaşan bir model olarak değersizleşeceğini söylemek mümkün.

 Türkiye’de Avrasya eğiliminin güç kazanmakta olduğu söylenebilir mi?

Türkiye’deki “Avrasya eğilimi” denilen şeyin gerçekte ne olduğu, nasıl bir dünya ve Türkiye analizine dayandırıldığı aslında meçhul. Popüler haliyle “Avrasyacılık” Cumhuriyet Mitingleri günlerinde “ulusalcı” askerler kadar siviller arasında da önemli bir taraftar kitlesi bulmuştu. Özeti “NATO’dan ayrılalım; Rusya ve Çin’le ilişkilerimizi geliştirelim. Böylece ABD’ye muhtaç olmadan, vatanı böldürmeden Cumhuriyetimiz idame ettirebilir, kendi yağımızla kavruluruz.” basitliğindeydi. Üzerinde konuşulup tartışıldıkça giderek, Davutoğlu’nun “stratejik derinlik”iyle de örtüşen bir tür “doğuculuk” anlatısı haline büründü: “Yüzümüzü ‘Asya Kaplanları’na döndürelim; kendimizi buralarda var edebiliriz; hem dilleri hem dinleri hem kültür ve adetleri bize uyduğu için bu bölgelerde kendimize üstünlük alanları yaratabiliriz; bizi olduk olmadık, demokrasi, insan hakları, kadın hakları, ekoloji gibi konularla meşgul eden, uluslar arası anlaşmalarla potansiyellerimizi kısıtlayan; olan petrolümüzü çıkarttırmayan bor madenlerimizi işlettirmeyen batıdan kurtuluruz; birden her yerimizden petroller fışkırır, borlanırız ve böylelikle zenginleşiriz” efsaneleriyle süslenen politik kampanyalara dönüştü. “Avrasyacılık”ın bir pardodiye dönüşerek batması sürecinde “Erke dönergeci” adı verilen, bir kere çalıştırıldıktan sonra hiç durmadan işleyerek, hiçbir yakıta gerek duymaksızın elektrik üretecek varsayımsal makinenin simgesel bir değer kazandığı tanıtım toplantısını anımsamak eğlendirici olabilir: “Avrasyacı” paşaların ve bürokratların azametleriyle onurlandırdıkları tanıtım sırasında gerçekte böyle bir aracın hiç olmadığı ve hiçbir zaman olamayacağı anlaşılmıştı!
“Avrasyacılık” anlatısı bugün, AKP Ergenekon ve MHP ile içe geçtikçe Erdoğancı propaganda aygıtlarında da kendisini yeniden üreten bir sayıklama. Fakat ortada geçekten bu “Avrasyacılık”ın esasen nasıl bir ekonomik, toplumsal ve politik programa yaslandığına dair derli toplu bir yaklaşım, öngörü ve değerlendirme yok.

“Avrasya” genel olarak Avrupa ve Asya’nın kesişme alanlarını ifade için elverişli olmakla birlikte muğlak bir tanım ama siyasal bir kümelenme olarak bir karşılığı olduğunu söylemek güç. Dahası, “Avrasya” denilen bölgede kurulu devletler, iktisadi alanlar, üretim havzaları ve askeri ve ekonomik potansiyellerin Türkiye’yi kucaklamaya hazır olduğu da temelsiz bir varsayım. Kimse kollarını açmış “yaşasın, gelsin bizim Türk kardeşlerimiz; hep beraber zenginleşelim, hep beraber kültürleşelim” diye sevinçle havaya sıçramıyor. Esasen, “Avrasya” denilen bölgeye -Urallar’dan Pasifik Okyanusu’na kadar uzanan devasa alana- tarih içerisinden baktığımızda“Avrasya”nın özellikle batısının Osmanlılar’ın yükseliş ve yayılma dönemlerinde Türk kılıcıyla fethedilmiş, halkların hafızasında Türk hakimiyetinin olumsuz izler bıraktığı ülkelerden oluştuğunu görebiliriz. O ülkelerin milli kimliklerinin bileşiminde, Türklerin baskısından özgürleşmek, istiklali Türklere karşı mücadele ederek kazanmak ya da Türklerle hiçbir zaman barışmamış olmak gibi unsurlar var. Türkiye’nin bu ülkelerin hafızasındaki tarihsel yeri de bugünkü siyasi yeri de meşkuk, karmakarışık. Türkiye’nin kendisine en yakın saydığı Azerbaycan bile esasen Gladio mamulatı darbelerden canını zor kurtarmış, Türkiye’ye olan aşkına rağmen devletler arası ilişkilerin belli bir mesafede yürüdüğü bir ülke. Geri kalanı varın hesap edin. Bu tahayyül çerçevesinde Avrasyacılık Türkiye’nin ortalama sağcı aklının varsaydığı Türklerin baştacı edileceği mevhum bir yeni aleme ulaşma hayaliyle bugünün ilişkiler ve çelişkiler dünyasının sıkıntı ve mecburiyetlerinden kurtulma heveslerini yansıtıyor. “Avrasya”nın sağın egemen tahayyül aleminde bir tür arzu nesnesi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bunun gerçek bir eğilim, rasyonel bir gelişme doğrultusu ya da anlamlı bir politika demeti sunduğunu söylemek imkansız. “Avrasyacılığın güç kazandığı”na ilişkin tespitler daha çok, Türk sağının bir çıkmaza girmişlik ruh halinin yaygınlaşmakta olduğuna ve çıkışın irrasyonel hayallerde aranma eğilimlerin güçlenmekte olduğunun bir dışavurumu olarak değerlendirilebilir. Bu açıdan baktığımızda “Avrasyacılık” denen şey, “Kızıl Elma” zihniyetinin Erdoğan rejiminin şimdi Ergenekoncularla kurmakta olduğu ittifak dolayımıyla AKP propaganda makinasına nüfuz etmekte olduğuna dair bir işaret sayılabilir.
_____________________
Siyaset Dergisi, Haziran 2017, Sayı 4