Başbakan’ın Ağzıyla Barış Konuşulamaz

TBMM’de yapılan HDP Grup Toplantısı’nda Eşbaşkan Kürkçü’nün konuşman metni.

tbmm grupHerkese merhaba.

Hoş geldiniz sevgili arkadaşlar, sevgili yoldaşlar, milletvekillerimiz,konuklarımız belediye başkanımız, sevgili Füsun. Hepinize  tekrar merhaba. Rojbaj. Hevalno

Bugün hep alışageldiğimiz birisi aramızda yok. Sevgili Grup Başkanvekilimiz Pervin Buldan her zamanki yerinde değil ne kürsüde, ne sıralarda. Çünkü bugün 3 Haziran 1994’de kontrgerilla tarafından kaçırılarak kurşuna dizilen ve 4 Haziran’da cenazesi bulunan sevgili eşi Savaş Buldan’ın anısına onun mezarı başında olacağından, bizle beraber değil bu vesile ile sevgili Savaş Buldan’ı, Hacı Karay’ı, Adnan Yıldırım’ı üçü bir arada kaçırılıp öldürülmüşler, işkence görmüşler, kurşuna dizilmişlerdi ve göz altında kaybedilen, yargısız infaz edilenler kervanında onlar da yerlerini almışlardı. Onların hatırası önünde saygıyla eğiliyoruz. Bu katliamın cellatlarının infazcılarının yakalanmaları ve yargı önüne çıkartılmaları talebimizi bir kere daha buradan ifade ediyoruz. Gözaltında kayıplar 1990’lar dünyasının en korkunç süreçlerinden biriydi. 1991-99 arasında devletin Kürdistan Özgürlük Mücadelesiyle başa çıkmak için yürürlüğe koyduğu Milli Güvenlik Kurulu kararlarıyla sürdürülen Türkiye’nin en karanlık simalarının, faşist çete başlarının, devrimcilik yaparken devletin eline esir düşüp ondan sonra devletin adamı haline gelen kiralık katillerin,  korucu başlarının, kiralık insanlarının oluşturduğu ve insan öldürme yetkisi verilmiş bir güruhun sürdürdüğü katliam sonucunda 1999’a vardığımızda 543 insan gözaltına alınmış ve bir kere daha kendilerinden haber alınamamıştır. Bunun esasen Tansu Çiller’in iktidarı döneminde, onun başbakanlığı döneminde gerçekleşmiş olduğunu da hatırlatalım. Savaş Buldan da Tansu Çiller’in hazırlamış olduğu ortadan kaldırılacak iş adamları listesindeydi. Bu liste daha sonra Mesut Yılmaz hükümetleri tarafından bir soruşturma konusu yapıldı ve şu gerçekle karşı karşıya kaldık ki aslında ortada herhangi bir sır yoktu. Başbakanlık başmüfettişliği tarafından hazırlanan raporda şu çok açık olarak ifade edilmişti ki sadece Savaş Buldan değil bu şekilde ortadan kaldırılan 100’ü aşkın insanın hepsinin devletin güvenlik güçleri tarafından izlendikleri, haklarında hükümler kesildiği ve bunların daha sonra yargısız infaz yoluyla ortadan kaldırıldığı açıkça ifade edilmişti. Bu raporu hazırlayan kişi şöyle diyordu. “Şimdi burada tartışılacak olan şey, yüz kişiye yakın olduğu tespit edilen ve zamanın başbakanının ifade ettiği PKK finansörü iş adamlarının elde olan listesinden bir kişi eksilmiştir. Öldürülmesinin doğruluğu yanlışlığı veya gerekli olup olmadığı tartışmasına girilmemiştir ancak zaruri bazı sualleri sormak gerekir. Emri kim vermiştir? Bu yetki kim tarafından kullanılabilir ve hangi ahvalde kullanılabilir? Kim kime sorumludur? Sistem nasıl çalışmalı, sorumluluk nasıl paylaşılmalıdır?” Ve ondan sonra bu raporu hazırlayan başmüfettiş Kutlu Savaş şöyle bir hükme varıyor. “Hukuk devletinde bu suallerin yeri olamaz itirazı da kanaatimizce geçerli değildir ve realiteye uygun düşmez bu uygulama tüm dünya ülkelerinde olduğuna göre bizde de olacaktır ama hukuk devleti kuralları içinde bu tip kararlar alınacak ve devlet ciddiyeti içinde uygulanacaktır.” Çok açık değil mi arkadaşlar? Türkiye Cumhuriyeti devleti bu yargısız infazları ve gözaltında kayıpları incelemek için bir başmüfettiş görevlendiriyor bu başmüfettiş diyor ki : “Problem bu insanların yargısız infazlarda kurban edilmesi değil bunun usule uygun olarak yapılıp yapılmadığıdır. Yoksa devlet böyle yapabilir, yapmalıdır ve yapacaktır.”  Şimdi bugün özgürlük abidesi, her türlü hukuksuzluğun takipçisi, geçmişte ortaya çıkmış her türlü vesayet ilişkisinin birinci hasmı ve karşıtı olarak kendisini ortaya koyan başbakana sormak istiyorum. Ben bu raporu okudum, siz de okudunuz mu sayın başbakan Tayyip Erdoğan? Arkasında yüzlerce ceset sürükleyerek karanlıklarda kaybolmuş bu çetenin ortaya çıkartılması için bir şey yaptınız mı? Yapabilir misiniz? Yapacak mısınız? Ben öyle sanıyorum ki başbakan içinden şöyle diyecektir. “Tabi ki yapmayacağım. Çünkü o zaman benim de üyesi olduğum Refah Partisinin başkanı Necmettin Erbakan’ın ortağı olduğu bir koalisyon sırasında işlenmiş olan bu cinayetlerden biz kendi kendimizi sorumlu tutamayız. O yüzden bizim kovuşturmamız onları aklar, tek parti devrine gidebilir ama asla ve asla bizim içinde olduğumuz hiçbir hükümetle ilgili hiçbir kovuşturma yapamayız, yapmayız” diyecektir. “Bu bizden beklenmemelidir.” Ancak bunu tabii ki açıkça söylemeyecektir. Ben onun yerine söylüyorum, eğer siz içinizden böyle konuşmuyorsanız Savaş Buldan’ın katillerini Savaş Buldan’la beraber ortadan kaldırılmış, Kutlu Savaş raporunda adı geçen yüzü aşkın kişinin infazının sorumlularını girdiğiniz kozmik odada mutlaka bulmuşsunuzdur. Onu cebinizde saklamayın, sanıkları yargı önüne çıkartın, onları adil bir yargıya tabi tutun diyoruz. O yüzden mademki helalleşeceğiz, mademki hesaplaşacağız buralardan başlayalım. Ancak ben bu iradenin bu hükümette olduğunu düşünmüyorum.

Hükümetin iradesini halk geçtiğimiz hafta sonu sınadı. Adalet ve Kalkınma Partisinin itirazı üzerine yeniden yapılan yerel seçimlerin şehirlerde gerçekleşenlerin ikisini ve Norşin’deki seçimi muhalefet partileri kazandı. Adalet ve Kalkınma Partisi girdiği bu seçimlerden, büyük iddia ile girdiği bu seçimlerden yenilerek çıktı. Ağrı’da iki eş başkan adayımız bu seçimlerden eş başkan olarak çıktılar Mukaddes Kubilay ve Sırrı Sakık. Norşinde’de Mehmet Emin Özkan ve Nazime Arvas yoldaşlarımız artık yerel yönetimin başındadırlar, onları buradan sevgi ve saygıyla selamlıyoruz. Ağrı yenilgisi Tayyip Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi için çok ağır bir yenilgi oldu. Ağrıdan ağrı çıktı. Kusura bakmasınlar kendileri istedi. Yarıştılar, kaybettiler yoksa yarışmadılar mı? Tabi ki yarışmadılar. Bana sorarsanız, bize sorarsanız ortada ne bir yarış, ne adil bir yarış vardı. Devletin bütün imkânlarıyla valisiyle, kaymakamlarıyla, emniyet müdürleriyle, Jandarma komutanlarıyla, milletvekilleriyle, yetkili yetkisiz bütün devlet erkânıyla, iş makinalarıyla, tankı, topu, panzeriyle, polisiyle sandık başlarına yığılarak halkı korkutarak onların oylarını çalmaya yeltenenlere halk son derece ağır, çok ağrı veren bir tokat yapıştırdı o tokat hükümetin yüzünde şakladı o yüzden başbakan avaz avaz bağırıyor şimdi kürsüde, bağırmak hiçbir şeye kar etmez. Seçim kazanmak tank, top işi değil, seçim kazanmak oraya 70 milletvekili yığmak işi değil, seçim kazanmak gönül işi, halkın gönlünü kazanamazsanız hiçbir şeyi kazanamazsınız. Ağrı’da da, Norşin’de de. Eğer yeniden seçimler bizim itirazımız üzerine yenilenmiş olsaydı, Ceylanpınar’da da, yenilenecek her yerde de biz kazanacaktık yine de kazanacağız, yine de kazanacağız. Üstelik bu seçimler şimdi ileriye dönük olarak ve geriye dönük olarak bize bir muhakeme yapma imkânı da sağladı. Bu seçimlerde sadece sandıklardan oy çıkmadı. Aynı zamanda üç tarz-ı siyaset bu seçimlerde testten geçti. Birinci tarz-ı siyaset; Adalet ve Kalkınma Partisinin tahakküm, karşısındakileri ezme, onları yıldırma, onları vaatlerle kandırmaya çalışma, kanmayan herkesin karşısına topla, tüfekle çıkma kandırmak için de parayı gösterme. Bunun çalışmadığı yerde çıngar çıkartma. Onun karşısındaki blokun ise bilmukabil tahakküm tarzı var. Onlar da şöyle yapmaya çalışıyorlar. Eğer onlar, onların yerinde olsa, onların kendilerine yaptıklarını onlara yapacaklar. Arkalarındakilere bunu vaat ediyorlar. Oysa Barış ve Demokrasi Partisi ki artık bundan sonra Halkların Demokratik Partisi milletvekili olarak Barış ve Demokrasi Partisindeki bütün vekillerimiz Haziran’dan sonra saflarımıza katılacaklar. Ne yazık ki Sırrı Sakık’ı artık vekil olarak aramızda göremeyeceğiz ama gönlümüzün vekili olarak orada duracak. Bu arkadaşlarımızın uyguladığı tarz-ı siyaset ise empati ve gönülleri kazanma üzerineydi. Nitekim 10 oy farkla, 30 oy farkla yenilenmiş olan seçimlerden 1500-2000 oy farkla çıkmak sadece ve sadece karşısında oy kullananların oylarını kendisine çekmekle mümkündü. Zaten bizim tarz-ı siyasetimiz de budur. Biz konsolide ettiğimiz arkamızdaki bir nüfus yığılmasına dayalı olarak değil, Türkiye’nin tamamına seslenerek bize oy vermeyen, bizi bir önceki seçimde seçmiş olmayanların gönlünü kazanmak, onlarla empati kurmak, onların aslında olması gereken yerin Halkların Demokratik Partisi safları olduğunu göstererek hem gönülleri hem seçimleri elbette kazanacağız, mutlaka kazanacağız eninde sonunda Adalet ve Kalkınma Partisinin sultasına son vereceğiz. Ağrı ile başladı, başbakanın her yeri ağrıdı, daha ağrıyacak yerleri bana sorarsanız bitmedi önümüzde bir cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 2015 seçimleri var. Ağrıya ağrıya bu seçimlerden yolumuzu sürerek çıkacağız.

Sevgili arkadaşlarım,

Bu seçimler süreci aynı zamanda çözüm sürecinin bir yansısı, bir yankısıydı. Eş başkanlarımız bu Ağrı’da kazandıkları seçimin aslında barışın ve özgürlük arayışının kazancı olarak bilinmesini istediler ve doğru da söylüyorlar. Tabloya baktığımız zaman göreceğiz. Sadece Botan değil aynı zamanda Serhat’da da Barış ve Demokrasi Partisi belediyeleri bir kolye gibi Serhat boyunca diziliyor. Hakkâri, Van, Iğdır ve Ağrı’dan oluşan dörtlü peş peşe şimdi Kürdistan’ın iki yakasını bir araya getiriyor. 2 Haziran’da kaybettiğimiz büyük şairimiz Ahmet Arif şöyle yazmıştı bu karşılıklı bakışma hakkında. Onu da buradan anmış olalım.

Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız

Karşı yaka köyleri, obalarıyla

Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu

Komşuyuz yaka yakaya

Birbirine karışır tavuklarımız

Bilmezlikten değil fıkaralıktan

Pasaporta ısınmamış içimiz

Budur katlimize sebep suçumuz

Gayrı eşkıyaya çıkar adımız

Kaçakçıya, soyguncuya, hayına.

Artık hiç kimse Serhatlıları hain olarak, kaçakçı olarak suçlayamayacak onlar karşı yakadaki kardeşleriyle özgür ve açık bir ilişkinin başlangıcına geldiler ve bu başlangıcı sürdürmekte partimizin demokratik cumhuriyet, demokratik özerklik siyasetinin en belli başlı köşe taşları arasındadır.

Ancak bu çözüm sürecinin seyri bakımından çelişkili bir tabloyla karşı karşıyayız. Geçtiğimiz hafta sonu Sayın Abdullah Öcalan’ı İmralı adasında ziyaret eden HDP heyeti, grup başkanvekillerimiz ve eş başkan yardımcımız iyi, olumlu mesajlarla, müjdeli mesajlarla döndüler ve dediler ki: “Çözüm süreci bakımından Öcalan’ın verdiği en önemli mesaj sürecin yeni bir aşamaya geldiğidir ciddi bir başlangıç için bir umut var ve geliştirilmesi gerekir.” Ardından da bir ciddi uyarı var. “Provakasyonlardan uzak durulması gerekir.” Şimdi biz bu umuda ortak olmak istiyoruz. Ancak çözüm sürecinin kendine özgü bir diyalektiği var. Siyasi heyetler arasında yapılan görüşmelerde katedilen mesafe sosyal hayatta ve siyasi hayatta birebir karşılığını bulmayabilir. Müzakere masasında oturanlar müzakerenin teknikalitesi bakımından çok olumlu bir gelişme sağlayabilirler, müzakere masasını genişletebilirler ve genişletmeleri hepimiz için çok iyidir fakat bunun süregitmekte olan, Türkiye’de süregitmekte olan hakimiyet mücadelesinin ekseninde geliştiğini aklımızdan çıkarmamamız gerekir. AKP aynen böyle yapmaktadır ve sürecin karşısına, sürecin kalıcı bir barışa, halkların eşitliğine Kürt halkının ve diğer halklarımızın öz yönetimine evrilerek mükemmel bir sonuca varmasının karşısına sürecin sürüncemede bırakılması, sürüklenmesi, en az ve en geç verilerek sürecin sonuca bağlanması için elinden geleni ardına koymamaktadır. Bu açıdan dört büyük engel var barış sürecinin şimdiki ilerleyişinin önünde.

Bunlardan birincisi kalekollar inşası meselesidir. Kalekollar inşası, bizi izleyen halkımızın kolayca anlayabilmesi için söylemek istiyorum, herhangi bir karakoldan söz etmiyoruz. Bir şehrin orta yerinde yakın ya da uzak bir mahallesinde oturan birisi için karakol hemen orada her gün gördükleri genellikle hırsıza, yolkesene, olay çıkartana, gaspçıya karşı kendilerini koruyan polisin bulunduğu mekandır. Bunda ne kötülük olabilir? Bunun yenisinin, daha yenisinin ve daha yenisinin yapılmasında ne zarar vardır diye düşünülebilir. Ancak burada sözünü ettiğimiz böyle bir asayiş ile ilgili bir mesele değil. Bu bir müstahkem mevkiidir. Karakol denilen şeylere şimdi kalekol denilmesinin sebebi bunların birer betonarme kale olarak inşa edilmesi ve sayılarının şu an için 300’den fazla olmasıdır. Bunların 100 kadarı tamamlanmış geri kalan da yapılmaktadır ayrıca, güvenlik barajları böyle güvenlik engellerinden oluşan bir setler, göller sistemi de Kürdistan’ı sarıp sarmalamaktadır. Şimdi soru şudur : Biz hakikaten bir çözüme doğru ilerliyorsak haklar yönünde gerçek bir ilerleme bizi bekliyorsa o zaman halkın yoğun olarak yaşadığı, hatta sınır ötesi ilişkileri kardeşçe sürdürmeye hazırlandığı yerlerde halka karşı silahlandığından şu kadar kuşku bulunmayacak olan askeri birliklerin böylesine müstahkem mevkilere yerleştirilmesinin ve bunun halkın karşısına dikilmesinin ne gibi bir sebebi olabilir? Halk bu müstahkem mevkileri bu kalekolları kendi özgürlüğüne, kendi varlığına, kendi kimliğine ve bugüne kadar kazandığı mesafeye karşı bir tehdit olarak görmekte ve bunların yapımına demokratik, halkçı yollarla karşı koymaktadır. O yüzden Lice’de, Varto’da, Silopi’de başka yerlerde sürüp giden kalekol inşaatına karşı protestoların gerisindeki hakikat budur. Üstelik halk bizim burada konuştuğumuz nispeten dingin sözlerle ifade ettiğimizden çok daha ötede bir tepkiyle her gün yollara çıkmakta, her gün yolların bu kalekol yapımına inşaat malzemesi taşıyan buraya güvenlik birimleri taşıyan, işçi taşıyan araçlar tarafından kat edilmesini önlemeye çalışmaktadır. Ancak yaygın medyada bu gerçekliğin sunuluş tarzı herhangi bir sebepten yoksun, bir sebebe bağlanmamış bir taşkınlık olarak yansımaktadır   “yol kesildi, yine yol kesildi, yine araçlar durduruldu” diye kabaca özetlenen ve üstelik bir sürü de mizansenle takdim edilen aslında bize savaşın çok sıcak bir biçimde sürdüğü günlerdeki Ertürk Yöndem söylemini hatırlatan bir söylemle yeniden hükümet basınında gözükmeye başladı. Bir kere daha buradan söylüyoruz. Aylardır uyarıyoruz. Bu, barışın, gerçek barışın ve çözümün sağlanması için yapılabilecek en kötü şeydir. Barış, demin de konuştuk, eğer halkın gözünde kazanılacaksa, halkın gönlüne giden bir yol kalekoldan geçmez, kalekoldan sadece ve sadece mezarlığa giden bir yol geçer o yoldan geçtik asla artık geçmek istemiyoruz. Kalekol yapımına son verin.

İkinci engel Rojava’daki hükümet siyasetidir. Türkiye’nin Suriye siyasetidir. Genel olarak Türkiye medyasından gıdasını alan dünyaya bu medyadan bakanlar için Rojava bizim Rojava dediğimiz, hükümetin ya da medyanın Suriye’nin kuzeyi dediği bölge aslında bir demiryolu ile Türkiye ile Suriye’yi birbirinden ayıran ama eskiden Kürdistan olan bölgeyi de ortasından biçen bir hattır. Kürtler oraya Türkiye veya Suriye demezler. Türkiye tarafında kalana Serhat, güneyde kalana bınhat. Dolayısıyla onlar için hattın, demiryolunun kuzeyi, altı üstüdür burası. Onlar kendilerinin burada bir ortak hayata sahip olduğu geçmişin referansıyla, bir ortak hayata sahip olacakları bir gelecek özlemi içinde yaşıyorlar. Nitekim Suriye’de iç savaş başladıktan sonra Kürtler orada kendilerine Suriye kaosundan çıkartılabilecek en mükemmel sonucu çıkartıp barışçı, öz savunmaya dayalı bir öz yönetim sistemi kurdular buna kantonal sistem dediler ve burada kendi kendilerini yönetiyorlar ve Suriye’yi kana boğan El Kaide, El Nusra, IŞID yani Irak ve Şam İslâm Devleti çetelerine karşı kendilerinin, kadınların, gençlerin hayatlarını ve özgürlüklerini müdafaa ediyorlar. Ancak Türkiye’nin, Suriye siyaseti esasen dışardan destek ve baskıyla Suriye rejimini bir rejim ihracı yoluyla bir an önce devirmek olduğu için işe böyle girişilmiş olduğu için Ahmet Davutoğlu siyaseti Şam’da zor yoluyla bir rejim değişikliği yapılacağına dair bir varsayıma dayandığı için Türkiye bütün gücüyle burada Özgür Suriye Ordusu denilen her çeşit, dünyanın her yerinden gelmiş, ipini kopartmış, cihatçı, yağmacı, katil sürülerinden oluşan silahlı güçlere Özgür Suriye Ordusunun bir parçası olarak destek ve yardım aktardı. Son haftalarda Serekaniye’de olsun başka yerlerde olsun Rojava’da pazar yerinde sivil insanları, çoluk çocuğu katledenlerin ellerindeki silahların ve bombaların Türkiye’den gitmediğine Türkiye Cumhuriyeti devletinin Özgür Suriye Ordusuna tırlarla sevk ettiği malzemeler arasında olmadığına dair hiçbir kanıt yoktur. Ve Türkiye’yi yöneten yetkililerin hiç birinden dünyanın neresinde olursa olsun kendilerine benzeyenlere yönelik herhangi bir şiddet olayında yeri göğü birbirine katarken burnunun dibinde aslında yardım geçişlerini, uluslararası ilişkileri, insani temasları engelledikleri bu bölgedeki gerçekleşen katliama diyecek hiçbir şey bulamamışlardır. En son 83 insan. Büyük çoğunluğu kadın ve çocuk pazar yerinin ortasında patlayan bombalarla öldürüldü. Şimdi diyeceksiniz bu Türkiye’yi niye ilgilendiriyor? Çok basit bir nedenle. Orada hayatını kaybedenlerin kardeşleri, akrabaları, yakınları, eşleri, dostları burada yaşıyorlar. Ve onlar Türkiye’deki bir barışın, eğer orada barış yoksa, mümkün olamayacağını hem zihinleriyle hem duygularıyla hem akıllarıyla idrak ediyorlar. O yüzden hükümetin Rojava’da ölüm yağdırırken Türkiye’de barış yağdırabileceğine en ufak bir inanç beslemiyorlar. Madem ki barış için karşılıklı güven tesisi önemli o yüzden hükümetin Suriye siyasetini bir an önce değiştirmesi ve buradaki çetelere yardımdan elini çekmesi gerekir. Bunu yapabilecek midir? Kısa vadede yapabilir mi? Ben kısa vadede yapmaya o kadar niyetli olmadığını aslında Rojava’yı kontrol için Güney Kürdistan’la daha yakın ilişkiler askeri ve iktisadi ilişkiler geliştirerek Rojava’yı güneyden kontrol etmeye yönelik bir diplomasi ve siyaset götürdüğünü görüyorum, anlıyoruz ama bütün bunların herhangi bir biçimde barışa faydası yok. Rojava,  tersine, Kürt halkı arasında Türkiye’deki Kürtler arasında geleceğe olan müthiş bir güven, kendi kendini yönetme arzusuna müthiş bir katkı, eşitlik ve özgürlük arayışına çok büyük bir ışık tutarken ona yönelik saldırılar ve hükümetin bu saldırılara eşlik etmesi hükümetin barış kurucu karakterine dair de son derece derin bir inançsızlık yaratıyor.

Üçüncü mesele hükümetin şimdi Amed Belediyesi’nden başlayarak yerel yönetimlerin karşısına esasen Kürt siyasetinin karşısına bir “kaçırılan çocuklar” meselesini dayatmış olmasıdır. Birinci nokta şudur:  Bir kere daha net olarak konuşalım. Biz hükümetin ve herkesin şunu yapmasını istiyoruz. Çocuk asker kullanımının denetlenmesi konusunda uluslararası çocuk hakları sözleşmesine eklenen seçmeli protokolü kabul etmesini ve benimsemesini istiyoruz. Türkiye’de silahlı bütün güçler de bunu kabul etmelidir. Ancak bunun devamı var. Bu protokol 2002 de eklendi. Başbakan Erdoğan 8 Ekim 2004 de Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisinde yaptığı konuşmada şu sözü verdi. Bu çocukların savaşta kullanılmasının oluşturduğu savaş suçlarını yargılayacak olan uluslararası ceza mahkemesinin meşruiyet temeli olan Roma statüsüne taraf olacağım dedi. Fakat bugüne kadar Türkiye bu sözleşmeye halen taraf olmuş değil. Dolayısıyla ortada bir savaş suçu varsa bu savaş suçunun yargılanacağı merci uluslararası ceza mahkemesi bu merci ile ilişki kurmanın hukuki zemini de Roma statüsüne taraf olmak. Ancak Türkiye ısrarla Roma statüsüne taraf olmaktan kaçınıyor çünkü Roma statüsü aynı zamanda insanlık suçu işleyen devletlerle ilişki kurmayı da cezalandırmayı ve bu uluslararası ceza mahkemesi tarafından yargılanmayı kabul etmeyi de içeriyor.  Bu nedenle Sudan’da El Beşir hükümetiyle yakın ilişkiler içerisinde ticari, siyasi, kültürel ilişkiler içerisinde olan bir hükümetin Roma statüsüne taraf olmaktan kaçınması normal. Normal de  o zaman böyle bir yüksek bir etik ve hukuki ilkeye kendisini bağlamayan bir hükümetin şimdi aslında savaştırılmadıkları belli olan kendisinin de zaten böyle iddia etmediği çocukların sığınmış oldukları bir kurumu yola getirmek için onunla yukarıdan bir ilişki kurmak için Halkların Demokratik Partisinin, BDP’nin Amed Belediyesi’nin kapısına dayanmasında anlaşılacak hiçbir şey yok. Biz buradan hükümete açıkça çağrıda bulunuyoruz. Siz evlerinden ayrılarak sınırın ötesine geçen ve orada kendilerine bir güvenli mekan bulduklarını düşünen buraya gitmeyi seçmiş olan çocukların ailelerine kavuşmalarını istiyor musunuz? Yapacağınız en önemli şey barış sürecine hız vermek, çatışmayı ortadan kaldırmak, çatışma dolayısıyla ortaya çıkan eşitsizlik ve hukuksuzlukların tamamını ortadan kaldırmak böylelikle herkesle birlikte o çocukların da geri dönmelerine yardımcı olmaktır. Ancak bizim kapımıza dayanınca – adımızı da doğru dürüst söyleyemiyor başbakan “neydi Hür Demokrasi Partisi” demiş. Herhalde Hür Dava Partisi ile karıştırıyor. O onun kendi ahbaplarıdır. Onlar değiliz biz, onlar zaten bir şey yapamaz.- Biz Halkların Demokratik Partisiyiz. Bize de yapılacak bir talep yoktur. Çünkü biz askere alma dairesi olarak iş görmediğimiz gibi çocukları arayıp bulma kurumu da değiliz.

Ancak biz o ailelerin sıkıntısını anlıyoruz. Fakat herkese ve bütün Türkiye’ye buradan şunu sormak istiyoruz. O çocuklar eğer hakikaten ailelerine geri dönecek olsalar onları bekleyen geleceğin ne olduğu hakkında bize kim hangi garantiyi verebilir? Ben Pozantı cezaevindeki çocuklarla hem cezaevinde, hem cezaevinden çıkan çocuklarla yüz yüze pek çok görüşme yaptım. Hepsinin bana söyledikleri şey şuydu: Bizim cezaevine girmemize yol açan etkinliklere katılmamızın nedeni, okuduğumuz okullarda bize anadilimiz, kültürümüz, kimliğimiz dolayısıyla yapılan aşağılama ve ayrımcılık bizim gelişen kimliğimiz ve kişiliğimizde – hepsi 8 inci sınıftan terk- 15-16 yaşlarında biz buna katlanamadık, dayanamadık dediler. O çocukların bir bölümünün gitmiş olduklarını işitiyorum çünkü Mersin’de onlardan çok var. Ben Mersin milletvekiliyim ve neler olduğunu biliyorum. O yüzden ben sormak istiyorum şimdi. Bundan aylar önce alayu vala ile 15 yaşında gitmişti. Asker onu aldı. Büyük bir şefkatle giydirdi denilen çocuğun 45 yıla hüküm giydiğini gazetelerden okuyoruz. Şimdi bu mu? Bu çocukların geldiklerinde kendilerini bekleyen geleceğin bu olduğunu bile bile, göre göre onların hem buraya gelmesini bekliyorsunuz hem de bunu bizim yapmamızı bekliyorsunuz. Çok şey bekliyorsunuz. Ben ailelere tavsiye ederim. Aslında hem bizimle hem hükümetle diyalog kursunlar. Bir siyasi çözüm yaratmak için. Çünkü sorunun çözümü bu tür kapıya dayanmalarda değil, bu sorunun çözümü Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesine koyduğu çekinceleri kaldırmasında, çocukların ana dillerinde kendi kültürlerinde eğitim görmelerine imkân veren uluslararası statüyü kabul etmesinde. Bu, kabul edildiği zaman, zaten çelişki sona ereceği için çocukların herhangi bir biçimde kendilerini baskılayan bir kültürden uzaklaşma ihtiyacı duymaları söz konusu değil. İkincisi çocuklara sadece çocuk muamelesi yapılamayacağını herkesin bilmesi lazım.  Evet doğru. 18 yaşın altındaki herkes çocuk. Ama hepiniz 15 yaşında yaşamıştınız, o yaşları geçmiştiniz. 15 yaşındaki bir çocuğun da kendine göre bir muhakemesi, kendine göre bir özsaygısı ve bunu koruma arzusu ve bunu koruyamadığı zaman kırılan bir gururu var. Bu kırılan gururun çocuklar için nelere yol açacağını, nerelere kapı açacağını şimdiden kimse kestiremez. O nedenle kaçırıldılar vs. lafları karşı karşıya olduğumuz olguyu hiçbir şekilde açıklamaz. Pozantı cezaevindeki çocuklara yapılan muamele sizin çocuğunuza yapılmış olsa, yer değiştirerek düşünün, sizin çocuğunuza yapılmış olsa o çocuklar hem kanunla ihtilaf haline gelmeleri kaçınılmaz bir sosyal hayat yaşasalar hem girdikleri cezaevlerinde zulmün her türlüsünü görseler onlara tecavüz edilse ve o çocuk sizin çocuğunuz olsa onu oradan kurtardığınızda buraya en uzak yere götürmeyi düşünmez misiniz? Tekrar atar mısınız o koşulların içerisine? O yüzden ben anne babalara da akıl öğretecek değilim. Herkesin çocuğu kendine. Ama siyaset için diyeceğim bir şey var. Eğer siyasi bir sonuç almak istiyorsanız siyasi yollardan gitmek gerekir bu şekilde aslında örtülü bir siyasetin içinde edilgen bir rol oynamak anne babalar için de pek tavsiye edilecek bir şey değil. Çünkü bunun arkasında apaçık bir AKP siyaseti olduğu belli değil mi? Orada rol alan milletvekillerine baktığınızda Meclisteki her türlü ayrımcı nefret söylemine dayanan düşmanlık üreten siyasetlerin sözcüsü olan insanları orada anne babaların yanı başında görüverirsiniz. Bir “made in AKP” icraatla karşı karşıyayız. Amed Belediyesinin bu çocuklar için, bu çocukların hayatını iyileştirmek için yapacağı pek az şey vardır ama hükümetin yapacağı pek çok şey vardır. Roma statüsüne taraf olun, uluslararası çocuk hakları sözleşmesinin altını imzalayın, barış için elle tutulur adımlar atın, sadece çocuklar için değil büyükler için de gelişmenin ve özgürlüğün yolu açılsın. Halkların Demokratik Partisi, eğer barış sürecinin hakikaten barış süreci olarak ilerleyecekse bütün bunları içermesi gerektiğini açıkça söylüyor. Tabi memleketin genel durumu Türkiye’de bir sürecin tamama ermesi için bir takvimden ve bu takvime bağlı bir dizi temastan söz ediliyor. Ne iyi. Biz bunu kalben benimsiyoruz. Fakat bu takvimin geçerli olduğu günlerde başbakanımızın konuşmalarına bakar mısınız. Şimdi  biz öyle ya. Temsilcilerimiz hükümet tarafıyla  görüşüyor. Sırrı Süreyya Önder arkadaşımızın dediği gibi siyasi heyetler arasında temas var ve bu siyasi heyetler arasındaki temastan sonra başbakanın ağzından çıkan şu cümlelere bakalım. “Ağrı’da devlet terörü var diyen belediye başkanı terörün desteği ile seçilmiştir. Ak Partinin olduğu yerde kan yok BDP’nin olduğu yerde kan var.” Öyle mi? Şimdi bu ağızla nasıl bir çözüm süreci geliştireceksiniz? Bu ya da bu ağız ağızsa o zaman bizde de ağız var. Açarız ağzımızı diyeceğimiz her şeyi deriz, bize de hiç kimse hiç bir şey diyemez. Ama bugüne kadar mümkün mertebe temkinli ilerlemek, mümkün mertebe sürecin hassasiyetini göz önüne alarak hiç değilse söylem babından bir nefret diline teşebbüs etmemiş olmamızın ödülü eğer böyle muhatap alınmaksa o zaman buradan başbakana söylüyorum. Biz sizin bizi çekmek istediğiniz yere gelmeyiz. Siz sözüm ona bütün istatistikler size söylüyor ki kutuplaşmadan parsa topluyorsunuz. Önümüzde cumhurbaşkanlığı seçimi var. Ne kadar kutuplaşırsak BDP ile HDP ile de kutuplaşalım. Parsamız biraz artsın. Havanızı alırsınız. Biz öyle çalışmayız, başka türlü çalışırız. Biz sizinle ağız dalaşı yapmayız sosyal hayatta mücadelemizi veririz. Sizin Gezi’nin yıldönümünde yarattığınız terörü dünyanın her tarafında teşhir ederiz. Yüzünüzü ortaya çıkartırız. Yedi düvelde bakacak yüzünüz kalmaz. Siz halkın haklarına tecavüz ettiğiniz her yerde karşınızda Halkların Demokratik Partisini bulursunuz. Siz bir ülkenin en büyük kentinin en büyük meydanını o ülkenin halkından korumak için 25 bin polisle meydanı ablukaya aldığınız zaman orda sizin aslında kendi ablukanızın esiri olmanızı sağlarız, siz de elinize geçen karşısında şaşkına dönersiniz. “Ne kadar güzel Taksim’i ve Gezi Parkı’nı korudum insanlardan, orayı bir polis meydanı haline getirdim” dersiniz. Ama bunu hiçbir yerde ne halkın gönlünde ne bizim indimizde 5 kuruşluk bir saygınlığı olmaz. Ter ter tepinecek hiçbir şey yoktur. Mademki bir hâkimiyet mücadelesi sürüyor, bu hâkimiyet mücadelesi bizim açımızdan da devam edecektir. Hiç merak etmeyin sizin hâkimiyetinize boyun eğmeyiz. Müzakere heyetlerimiz müzakere eder. Onlar, çözüm ve barışla ilgilidir bütün itinayı gösteririz ama Ağrı’da da belediyeyi elinizden alırız, Norşin’de de elinizden alırız, her yerde de her şeyi sizin elinizden alırız. Kontrat mı yaptık? Sizinle bir kontratımız mı var? Ebediyen bu memleketin başında duracaksınız diye. Türkiye halklarıyla aranızda bir kontrat mı var? Siyaset yolu kapalı mı bize, bir tek size mi açık? Hayır. Siyaset yolundan yürüyeceğiz bizi çekmek istediğiniz itişmelerin içerisine girmeyeceğiz. Şimdi diyor ki başbakan “B planı devreye girermiş” Ne senin B planın? Senin olsa olsa bir Ğ planın olur, ondan da hiçbir şey çıkmaz. Neymiş B planın? Biz bu B planın ne olduğunu az çok anladık da bu plan değil. Bunu bir harfle ifade etmeye de imkan yok.

Gaziosmanpaşa’da geçtiğimiz hafta sonu barış süreci var ya. Hepimiz bir müzakere süreci, yumuşama istiyoruz ya. Halkların Demokratik Partisi üyeleri Barış ve Demokrasi Partisinin üyeleriyle birlikte Gaziosmanpaşa meydanında Öcalan’a özgürlük standı açtılar. Barış olacaksa Öcalan özgür olmayacak mı? Bunu istemeye hakkı yok mu insanların? Pekalâ var. Orada halktan imza topluyorlar. Halkın bir tepkisi yok. Kimsenin bir şey dediği yok. Oradaki  Emniyet Müdürlüğü ile anlaşma halinde olduğu apaçık belli, oradaki kimsenin tanımadığı 50-60 kişilik bir çete bir anda sağdan soldan daha stant açılmadan, insanlar standı açmaya yürürken üzerlerine yürüdüler ve bir anda bir kişi kasatura ile kafasından yaralandı, 4 kişide ellerinden ayaklarından yaralandılar haber alınca biz de eş başkanımızla birlikte, Sebahat hanım ile birlikte hastaneye gittik. Ondan sonra da olan biten ile ilgili basın bilgi istiyor. Hep birlikte basının toplanması için beklerken ikinci bir saldırı girişimi daha oldu, orası dağıldı, biz de mecburen, orda bir güvenlik sağlanmadığı için, emniyet, milletvekillerinin güvenliğini sağlamak için parmağını kıpırdatmadığı için oradan ayrılmak zorunda kaldık. Yolda İstanbul valisini aradı Sebahat Tuncel eş başkanımız. Valiye durumu izah etti. “Bütün bunlar için yapacak bir şeyiniz, alacak bir tertibatınız yok mu? Bunu ilk defa benden duyuyor olamazsınız. İki saat geçti bunların üzerinden” diye. İstanbul valisi Mutlu beyefendi yakında Emniyet Genel Müdürü olacakmış, Tanrı yurdumuzu korusun ondan. Şu yanıtı verdi. “Siz de açmayıvereydiniz? Niye açtınız? Zaten biz doğru bulmuyoruz.” Sebahat Tuncel dedi ki. “Böyle bir şey olabilir mi, bu her yurttaşın hakkı. Sizin göreviniz bunu korumak.” “Siz zaten çocukları dağa kaçırıyorsunuz. O yüzden bütün bunları istemeye de hakkınız yok.” Bunun üzerine sert bir cevap alıp telefon kapandı. Ben anlıyorum ki B planı budur. B planı Türkiye’nin her yerinde Halkların Demokratik Partisinin faaliyetini şu ya da bu şekilde, şu ya da bu yolla önlemek, bunun için saldırı tertip etmek ve bizi diz üstü çökertmektir öyle mi? Çökmüyoruz. Ne dizüstü çökeriz ne size yalvarırız ne de sizin çektiğiniz yere gideriz. Ne sizinle dövüşüyoruz, ne dizüstü çöküyoruz haklarımızı birer, birer, birer gerçekleştiriyoruz, yerine getiriyoruz, Öcalan’a da özgürlük isteyeceğiz, barış için de mücadele edeceğiz, halkların kardeşliği için de mücadeleden yılmayacağız. Bize saldıranlar, bize saldıranların halk olduğuna dair şu kadar bir kanıt bana gösterin, orada yaşayan insanlar olduğunu  gösterin ben de bütün bu lafları geri alayım. Onlar halk malk değil, onlar kiralık katillerdir dünyanın her yerinde ve Türkiye’de devletin pis işlerini yapmak için Adalet ve Kalkınma Partisinin ellerine sopa verip, sivil giydirip Taksim’de gezdirdikleri cinsten ve soydan yaratıklardır. Onların karşısında da asla diz çökmeyiz, onlara dünyayı dar etmenin bir yolu var vereceğiz.  O nedenle bize böyle planlarla gelmeyin, bize hakiki işlerle gelin, bize deyin ki mesela “biz aslında işçilerin hayatını iyileştirmek için çalışıyoruz, çabalıyoruz. O yüzen bizi boşa saymayın”. Peki saymayalım.

Soma’daki cinayetten sonra hükümet iddia etti ki işçi haklarını ilerletmek için çok önemli adımlar atıyor ve çalışma hayatını düzenleyen yeni bir yasa ile karşımıza çıktı. Yasayı taşeron çalışmaya karşı bir faaliyet olarak, karşı bir yasa olarak ifade etti. Yasayı dikkatle incelediğimiz zaman görüyoruz ki aslında bu yasa taşeronluğu bir kural haline getiren ana işi de taşerona vermeyi hem kamu hem özel işverenler için bir hak haline getiren taşeron işçiler için, taşeron çalışan işçiler için kimi haklar getiriyormuş gibi yaparken çalışmanın tamamını düzensiz ikinci, üçüncü, beşinci taşeronlara aktaracak hak ve yetkileri devlet ve özel işverene sağlayan bir yasa ile çıktı geldi. Bu mu şimdi? İşçilerin hayatına yönelik olumlu gelişme, çalışma hayatına dair esaslı gelişme ve üstelik bu neresinden yamasanız dikiş tutmaz bir çalışma hayatı. Bir maden patladı maden ile ilgili yasa çıkarttınız. Türkiye’de işçilerin hayatlarını en çok kaybettikleri iş kolu maden çıkarımı değil. Türkiye’de işçilerin hayatlarını en çok kaybettikleri iş kolu inşaat sektörü. İnşaat sektöründe sadece geçtiğimiz yıl 350 insan hayatını kaybetti, belki daha çok. Diğer iş kollarına da baktığımız zaman gördüğümüz tablo hiçbir çalışma alanında, hiçbir iş kolunda aslında işçi güvenliği ve iş sağlığı önlemlerinin olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla “yukarıda müzakere alanında bir iyileşme sağladım bunun da kanıtı” diyebileceği hiçbir şey hükümetin yok.

Hükümetin öte yandan yeni yargı paketi meclise geliyor. Bunlar, tabi muhalefet şerhleriyle birlikte, bu yasalar geldiğinde mecliste görüşeceğiz. Yeni yargı paketinde barışı destekleyen ne var? En çok beklenilen şey cezaevlerinin boşalmasına siyasi suçlardan yatanların boşalmasına etki edecek düzenlemelerdi. Terörle Mücadele Yasasında hiçbir iyileştirme yok, tutukluluk, hükümlülük süreleri bakımından herhangi bir iyileştirme yok, hasta tutuklular için aslında yine dönüp dolaşıp her şeyi adli tıbba bağlayan bir takım sözüm ona somut göstergelere bağlayan iyileştirmeler var ama her şey adli tıbbın onayına bağlı. Kamu hastaneleri, devlet hastaneleri, tam teşekküllü hastanelerin raporları geçerli sayılmıyor, eninde sonunda yine hasta tutukluların cezaevlerinden bırakılması da doğrudan doğruya hükümet organları eliyle gerçekleşecek bir şey haline geliyor. Burada da bir şey yok elde. Peki o zaman barış sürecini kim provoke ediyor? Ben doğrusu Adalet ve Kalkınma Partisinin ne yapıp edip Tayyip Erdoğan’a bir çare bulması gerektiğini düşünüyorum. Eğer hakikaten bir partiyse. Yani partinin Tayyip Erdoğan’ıysa Tayyip Erdoğan, AKP bir çare bulsun. Ama AKP Tayyip Erdoğan’ın AKP’si ise korkarım herhangi bir çare yok. Çünkü vekillerimizin daha adadan müjdeli haberlerle gelişinin üzerinden 48 saat geçmeden karşımıza züccaciyeci dükkanında hareket halinde olan bir gücü görüyoruz. Çanak, çömlek, biblo hiçbir şey ortada kalmadı, ortalık dümdüz oldu, hakaretin de bini bir para. Bizim bu şartlar altında barış sürecinin geleceğinin hep pamuk ipliğine bağlı olduğunu söylememize kimse alınmasın. Çünkü böyle. Biz barış sürecinin pamuk ipliğine değil sağlam urganlara bağlı olmasını istiyoruz, bunun için çaba gösteriyoruz. Ama bunun yolu Tayyip Erdoğan’ın zulmüne boyun eğmekten geçmiyor. Onunla  ne kadar çok kafa kafaya gelirsek, onun zulmüne, onun zoruna karşı ne kadar çok kurucu, yapıcı bir duruş ortaya koyabilirsek,  halkın haklarını ne kadar büyük bir güçle savunabilirsek, muhalefetin ne kadar çok sözü ve dili olabilirsek, kutuplaştırıcı siyasetin yerine kutupları aşan ama radikal halkçı bir siyaseti ortaya koyabilirsek işte o zaman yukarıdaki müzakerelerin aşağıdan güçlendirilmesi mümkün olabilir. O yüzden Öcalan rolünü oynuyor, mükemmelen oynuyor bize de düşen kendi rolümüzü mükemmelen oynamaktır bu rol her yerde, her zaman, nerede görürsek görelim haksızlığa, sömürüye, zulme karşı koymaktır, buna karşı baş kaldırmaktır, baş kaldıranların yanında olmaktır, onların dili ve sözü olmaktır. O yüzden bugün Gezi’de hayatlarını kaybetmiş, Haziran-Temmuz aylarında Gezi’de hayatlarını kaybetmiş bütün gençlerimizi buradan sevgi ve saygıyla anıyoruz. İyi ki onların mücadeleleri vardı, iyi ki mücadele ettiler, iyi ki kavgalarından dönmediler, Tayyip Erdoğan’ın rejiminin gerçek karakteri Gezi sayesinde ortaya çıktı. “Komplodur, darbedir” diye boşuna konuşup durmasın. Gezi kendiliğinden, halkın kendi bağrından, kendi kalbinden, gençliğinin kendi özgürlüğe olan hasretinden doğmuş olan bir halk hareketiydi. Ne iyi ki Türkiye’de böyle bir halk hareketi oldu. Ölmediğimizi, pestilimizin çıkmadığını, her şeye boyun eğmediğimizi aslında bizim damarlarımızda bir hayat iksirinin dolaştığını dosta düşmana gösterdik. Türkiye’nin kendine güveni geldi. İtiraz etmek, “hayır” demek, “hayır” sözünü her yerde söyleyebilmek herkes için bir hak haline geldi. O yüzden Gezi’yi “3-5 ağaç için” diyerek bir kenara atmıyoruz. Ama 3-5 ağacında son derece büyük bir önemi olduğunu biliyoruz. Eğer Gezi’de direnen ekolojistler olmasaydı onlar Tayyip Erdoğan’ı aslında Gezi’nin toprağını çalarken, oraya bir AVM dikerken yakalayamayacaklardı. Yakaladılar. Suçüstü yaptılar. Onlara karşı uygulanan zulme ilk itiraz edenler onların yanına gelmeseydi onun nasıl bir polis devleti kurma hazırlığı içerisinde olduğunu o kadar iyi ve kolay açığa çıkartamayacaklardı. Orada da suçüstü yaptılar. Türkiye’nin her yerinde insanlar ayağa kalkıp Taksim’e sahip çıktıklarında bunun bir küçük azınlıkla, bir elitle, HavasHükümeti arasında olduğunu, seçkinlerin halk hükümetine karşı itirazı olduğu yalanını sürdürmelerini önleyerek her yerde milyonlarca hükümet organlarının raporlarına göre 3 milyondan fazla insan Türkiye’nin her yerinde sokağa çıktı. Onları yakın çevreleriyle birlikte 10 ile çarpın 30 milyon insanın şöyle ya da böyle gönül verdiği bir protestodan söz ediyoruz. Böyle komplo mu olur? Ne komplosu? Bu zulme, istibdata karşı isyandı ama her gün hayat kendini tekrar etmez. Herakleitos’un dediği gibi “Panta rei.” “Her şey akar.”Aynı su da iki kere yıkanamazsınız. O yüzden her yıl 31 Mayıs’ta bir Gezi olacak diye bir şey yok. O yüzden Tayyip Erdoğan takvime bağlı bir diktatörlük olarak, -takvimde herhalde yer kalmamıştır tahmin ediyorum- Türkiye’de ki bütün itiraz, protesto ve başkaldırı günlerini kırmızıyla işaretlemiş, oraya Türkiye’nin her yerinden polis yığıyor, benim anladığıma göre Türkiye’de insanlar şehirlerarası seyahat edemiyorlar ama şehirlerarası polis seyahatinden bütün turizm firmaları çok iyi para kazanıyor olmalı. Ancak tabi ki bu para kazanma yoluyla bir şey yapılmasına imkan yok.

Bugünkü toplantımızın sonuna gelirken gündemdeki ana siyaset meselesi gibi görünen Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilgili de birkaç söz edip bitirmek istiyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimleri için kendi adayımızı çıkartacağımızı bir kere daha buradan ilan ediyorum. O yüzden bize ortaklıktı, şuydu, buydu bunlarla kimse gelmesin, kimseyle de bir anlaşmamız yok, anlaşacağımız da yok. Herkes birinci turda kendi gücünü sınamalıdır. Kendini göstermelidir. Bütün derdi Adalet ve Kalkınma Partisini iktidardan indirmek ve başka bir derdi olmayanlar da şöyle düşünmelidirler. Eğer hakikaten onu oradan indirmek istiyorlarsa herkes elinden gelenin en çoğunu yaparsa zaten Adalet ve Kalkınma Partisi birinci turu geçemez. O nedenle eğer ikinci tur hesaplarınız varsa bizi şimdiden ikinci tura kalamayacak olarak görmeyin. Biz ikinci tura  kalmayı da hedefliyoruz. Biz halka özgürlük, bütün ezilenlerle empati, kadınlarla, gençlerle, kentlilerle, köylülerle, ezilenlerle, kültürü ve kimliği inkar edilenlerle güçlü bir ortaklık kurmak için her türlü zeminin var olduğunu düşünüyoruz, bizim adayımızın da ikinci tura kalabileceğini görerek, düşünerek hiç kimseyle bugünden bir ortaklık kurmuyoruz. Ama ikinci turda ola ki biz geri kaldık, bizim desteğimizi arayacaklar, akıllarından şunu silsinler. Biz Kürt düşmanlarına, gençlik düşmanlarına, kadın düşmanlarına, özgürlük düşmanlarına, kimlik dayatmacılara, zalimlere, zalimlerle ortaklık edenlere, zulüm dolu tarihi bize gerçek diye yutturmaya çalışanlara bir tek oy vermeyiz, kimsenin bizden alacağı hiçbir şey yoktur. Herkes için geçerlidir, tarihin her dönemi için geçerlidir. Bize gelecekten söz edin. Gelecekte nasıl bir toplum istiyorsunuz bunu söyleyin. Kültürler eşit olacak mı? Kadınların hakları garanti altına alınacak mı? Bütün kimlikler ve kültürler eşit muamele görecek mi? En alttakiler en çok pozitif ayrımcılıktan yararlanacaklar mı? Seçeceğiniz adam ya da kadın bunu sağlamaya söz verecek mi? Bize böyle gelin. Biz böyle bir cumhurbaşkanı profilini halkımıza teklif ediyoruz. Bu profilin altına girmek isteyecek olan bütün erkekleri, kadınları başvuruları için bekliyoruz. Tabi ki elimiz kolumuz bağlı bekleyecek değiliz biz de kendi adaylarımız için arıyoruz ama her yurttaşımızı bu bakımdan eşit hak sahibi görüyoruz. O nedenle herkesle bu konuyu bu manada müzakereye açığız. Bu manada en geniş bloğu biz savunuyoruz. Ama bizi milliyetçiler bloğuna dahil etmek yani hem Kürtlerin haklarını savunmak hem de öte yandan bir milliyetçi iktidar oluşturmak gibi bir oksimoronu bize politik proje olarak getirmeyin. Bu projenin görüşülecek bir tarafı yok. Ama herkesi dinlemeye, herkesten görüş almaya açığız.

Sevgili arkadaşlarım,

Bu içinde yaşadığımız günler geçtiğimiz birkaç gün, gelecek birkaç gün Türkiye tarihinde son derece büyük kayıpların, son derece büyük katliamların gerçekleştiği günlerdi. Nazım Hikmet’i  -o kendi doğal ömrünü tamamlayarak ama sürgünde- 3 Haziran’da öldü. Ahmet Arif 2 Haziran’da ölmüştü. Hüseyin Cevahir sevgili arkadaşımız 1 Haziran’da İstanbul’da öldürüldü. Savaş Buldan’ı söyledik. Nurhak katliamı 31 Mayıs’ta gerçekleşti. Bunların hepsi aslında Türkiye’de işçi hareketinin işçilerin, yoksulların özgürlüğünün kurtuluşlarının hepsinin eşit özgür bir hayat yaşamasının hiç kimsenin acı çekmediği, hiç kimsenin hiç kimseyi sömürmediği bir dünyayı kurmasının peşindeydiler. Hayatlarının büyük çoğunluğu genç yaşlarında kendi doğal ömürlerini tamamlayıp ölenlerde aslında sürgün ve hapishane yıllarının yarattığı erken ölümlerle dünyadan ayrıldılar. O nedenle belki de bu günü kapatırken hepimiz adına onları selamlayabilmek için Nazım Hikmet’in Türkiye işçi sınıfına selam dizelerini size tekrar etmek istiyorum.

Türkiye işçi sınıfına selam!

Selam yaratana!

Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selam

Bütün yemişler dallarınızdadır.

Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir.

Haklı günler, büyük günler

Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,

Ekmek, gül ve hürriyet günleri.

Hoşçakalın arkadaşlar.