Başkanlık Darbesini 2. Defa Önledik

Bütün bu eşitsiz savaşta bu silahsız bir partiye karşı silahlı bir devletin sürdürdüğü açık taarruza göğüs gerebildiğimizi, 5 milyon seçmenimizin de buna göğüs gerdiğini ve Türkiye’de şimdi ateşten geçmiş, su verilmiş çelik gibi bir 5 milyonluk kitle oluştuğunu söyleyebilirim.

IMG_3772SUNUCU : Mercek Altı’ndan merhaba

Seçimler geride kaldı Ak parti tek başına iktidarı bu kez ilk hamlede değil ikinci hamlede yakalayabildi. Benzer bir durum HDP için geçerli. 7 Haziran öncesi stratejik hedef barajın aşılmasıydı. Sonuçta baraj iki hamlede de aşıldı ama Pazar günkü seçimde 7 Haziran’a göre HDP’nin oylarında bir miktar azalma oldu. Seçim sonuçlarını ve Türkiye’nin girdiği yeni dönemi konuşacağız İzmir’den beş ayda iki defa milletvekili seçilen Ertuğrul Kürkcü konuğumuz. Hoş geldiniz Mercek Altı’na.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ: Merhaba, hoş bulduk.

SUNUCU: Peki bundan sonra ne olacak? 1 Kasım, seçim geride kaldı. Ortaya çıkan bir tablo var. Pek çok analiz yapılıyor neden böyle bir tablo çıktı, 7 Haziran’a göre fark nereden kaynaklandı, elbette bunlara da değineceğiz ama son bir çağrınız var Halkların Demokratik Partisi, Halkın Demokratik Kongresi, Demokratik Toplum Kongresi ve Demokratik Bölgeler Partisi eş başkanlarından gelen hükümetin ateşkesin karşılıklı hale gelmesi için irade koymasını bekliyoruz. Bu çağrı ile başlayalım. Hemen seçimin ardından gelen bir çağrı oldu. Neden şimdi ve hemen seçim sonrası böyle bir çağrı geldi sizlerden?

 ERTUĞRUL KÜRKCÜ: Bu daimi bir çağrı, her zaman bu çağrının arkasındayız, dolayısıyla hükümetin hangisi olduğu, ne zaman bununla karşı karşıya kaldığı bizim açımızdan hiç önemli değil. Bütün hükümetler, bütün yönetimler, bütün başbakanlar mutlaka ve mutlaka çatışmasızlığa geçmelidirler ve çatışmaya son vermelidirler. Türkiye bir yeni hükümete gebe, bir yeni hükümet ortaya çıkacak, dolayısıyla bu hükümetin gündemine asla ve asla barıştan başka bir meseleyi almaması bizim en çok üzerinde duracağımız konu olduğundan bunu gündeme getirdik yoksa şu an başbakanın ve cumhurbaşkanının söylemlerine baktığımız zaman onların henüz böyle bir gündemleri olmadığını anlayabiliyoruz. O yüzden gündemin kuruluşunda bu açıdan bir müdahalede bulunmak istedik. Bize verilen oylar da bunun için verildi zaten. Şimdi değilse ne zaman?

SUNUCU: Yine geçeriz tabi, bunu konuşuruz. Seçim sonuçlarını daha iyi irdeleriz, fakat buradan devam edelim yani çözüm sürecine ilişkin ne bekliyor bizi. Ömer Çelik, Ak Parti Genel Başkan yardımcısı, Ak Parti sözcüsü bir açıklama yaptı: “Kamu düzeni sağlanmadan çözüm sürecinde bir adım beklenmesin bizden.” Yapılan açıklamalar var. Yalçın Akdoğan’dan da yine benzer bir açıklama geldi. “Görüşmelerin tekrar başlaması için önkoşul olarak PKK’nin tüm Türkiye’yi terk etmesi ve tam anlamıyla eylemsizlik gerektiğini söyledi ondan sonra diğer meseleler konuşulabilir” dedi. Bu sözlere ne dersiniz Ertuğrul Bey? Nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir takım şartlar öne sürüyor ve süreçte çok kötülük yaptılar diyor.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ: Sorumlu bir mevkide olan insan için çok hafif bir konuşma ve her zaman olduğu gibi yangından mal kaçırma telaşı, yani bu vesile ile acaba Kürt mücadelesinin çeşitli odakları arasına fitne sokabilir miyim? Onu ona karşı düşürebilir miyim? Bugüne kadar son otuz yıl içerisinde onlarca kere denenmiş ve bir sonuca varmamış beyhude sözler bunlar. Şu bir realite bunu herkes böyle görürse konu çok daha kolay anlaşılır. Türkiye’nin kimlik temelinde sürüp giden özgürlük mücadelesi tek odaklı değil çok odaklı bir mücadele. Özellikle Öcalan tutsak alınıp İmralı’ya konulduğundan beri üç tane odağı var bu mücadelenin. Birincisi, İmralı’dır. İkincisi Kandil’dir. Üçüncüsü de legal demokratik harekettir. Bunların üçü apayrı mekanizmalara, apayrı işleyişlere sahip ortak yönleri özgürlük mücadelesine tamamen angaje olmuş olmaları ve aynı halk topluluğundan güç ve destek alıyor olmaları. Yoksa gündemleri, pratikleri ve hedefleri her zaman aynı olmak zorunda değil yani taktik hedefleri manasında söylüyorum. O yüzden KCK’nin eylemlerinden ötürü HDP’yi ve halkı cezalandırmaya kalkmak, HDP’yle siyasi rekabet dolayısıyla Öcalan’ı cezalandırmaya kalkmak bunların hepsi olmayacak işler. Sonuçta bir siyasi parti iktidar mücadelesi için kurulur. Bu iktidar mücadelesini sürdürürken de karşısına doğrudan doğruya o an iktidarda olan partiyi alması kadar doğal bir şey yoktur. O nedenle barış müzakereleri yürüyor diye Erdoğan’ın sultanlık taleplerini, diktatoryal eğilimlerini, Halkların Demokratik Partisi’nin taviz vermesini, bunları alttan almasını beklemek beyhudeydi. Çünkü biz Kürt meselesinin çözümünü aynı zamanda bir demokratik dönüşümün parçası olarak görüyoruz yoksa Osmanlı sultanları ile Kürt aşiret beylikleri arasındaki gibi bir anlaşma aramıyoruz. Ne tarih buna müsaade ediyor ne de şu an Türkiye’nin sınıfsal ve politik kompozisyonu. Bunlar tarihte kalmış şeyler. Kendisini Sultan Selim rolüne, Kürt halkının önderlerini de dönemin aşiret beyleri yerine koyarak kurulacak olan bir ilişkinin bugünkü Türkiye’de bir yeri, karşılığı yok. O nedenle ben hala ısrarlıyım. Biz hala ısrarlıyız. Diyoruz ki: Hükümet siyaseten bizimle nasıl bir karşıtlık içerisinde olursa olsun Kürt halkına zulüm etmeyi, Kürt halkını siyasi tercihleri dolayısıyla cezalandırmayı bir yana bırakmalıdır. İkincisi, beyhudeliği ortaya çıkmış olan şeyi, yani çatışarak, öldürerek Kürt halkının gönlünü kazanmayı sağlayabileceğini aklından çıkarmalıdır. Hükümet Kürt halkına şunu teklif ediyor, diyor ki: “Ben oğullarınızı, kızlarınızı Özel Harekât Timleriyle, Komando Birlikleriyle, Hava Kuvvetleri ile vurup öldüreyim, bu kamu düzenidir. Onların öldürülmesi, mezarlara konulması sağlandıktan sonra dönüp sizinle bir konuşayım bakalım neye razısınız?” Ben bundan sinik bir yaklaşım bilmiyorum. Dünyanın her yerindeki başarılı çözüm süreçlerine baktığımız zaman göreceğimiz şey her şeyden önce müzakere zeminine gelebilmek için çatışmaya ara vermenin, çatışmayı anlaşılabilir gerekçelerle herkes için adil, kabul edilebilir ve ahlaki gerekçelerle tatil etmektir. Geçmişte bunun böyle yapılmış olması iyiydi. Anlaşmazlık şuradan çıktı. Çatışmasızlığa hiçbir şey eşlik etmedi. Bugünde deniliyor ki “PKK silahları yerin dibine gömsün” gelsin. Peki. PKK silahları yerin dibine gömsün, hemen gömdürelim, bebek yaştaki çocukların, yaşlı insanların, sivil halkın içinden 255 kişinin sadece şu geçtiğimiz 4 ay içerisinde kurşuna dizilmiş olmasını ne yapacağız? Onlara karşı kıyam, katliam son bulacak, onların hakları bizzat kamu otoritesi tarafından güvence altına alınacak mı? Bunun böyle olmayacağını İç Güvenlik Yasasına dayanarak sürdürülen operasyonlar gösteriyor. O yüzden halka karşı bu şiddet politikası sürüp giderken tek taraflı olarak bir silahlanma teklifinden ziyade silahlanmaya yol açan sebeplerin ortadan kalkması için ne yapılacağını işitmeye hakkımız var. Biz siyaseti bu tarafa doğru çekmeye gayret edeceğiz ve bu gayreti sürdüreceğiz. Burada kurulmayan siyasetin, herhangi bir manası yok. HDP’yi tanımama, HDP’yi muhatap almama çabalarını anlayabilirim. Evet böyle, gönlünden bu geçebilir insanların ama sonuç olarak HDP bölgenin birinci partisi olmaya devam ediyor. Halkların Demokratik Partisi evet bir nebze oy yitimine uğradı, seçmenlerimizin bir bölümü bölgede HDP’ye oylarını bu sefer esirgediler ama her yerde yüzde 45’le, yüzde 80-90 arasında oy almış bir partiden söz ediyoruz. Bu halkın taleplerinin ve derdinin sözcüsü olan bir parti. Ama hükümet anladığıma göre şöyle diyor: “Askerin de sözcüsü benim, polisin de sözcüsü benim, halkın da sözcüsü benim, evladı dağda olanın da, askerde olanın da sözcüsü benim. Ben kendi kendimle konuşurum.” Tabi böyle bir çözüm süreci olmaz. Kendi kendine konuşarak diyalog değil monolog yapılabilir. Hükümet monologu nutuk atmayı hala bir çare olarak görüyor. Güvenlik meselesine gelince elbette ki güvenlik sağlamak tekeli devletin elinde ve kimse bugüne kadar demedi ki devlet güvenlik sağlamak tekelinden vazgeçsin bunu paylaşsın ama devlet karar verme yetkisini paylaşacak şekilde yerel yönetimlere özerklik tanımayı gündemine alsın bunu tanısın bile denmedi, “gündemine alsın.” Fakat böyle bir gündem oluşmadı ve müzakere süreci de bizzat cumhurbaşkanı eliyle çökertildi. Şimdi cumhurbaşkanı eliyle çökertilmiş olan müzakere sürecinin çökmesinin sorumlusu olarak bizim hedef tahtasına konmamızın anlaşılabilir bir tarafı yok. O açıdan bu mesele bizim için öncelikli mesele olmaya devam edecek.

SUNUCU: Şimdi Ak Parti seçimden birincilikle çıkan, yeniden, tekrar edilen seçimde tek başına iktidarı yakalayan parti olarak yapılan, oradan gelen açıklamalarda çözüm süreci de önde tutulan bir açıklama, bir nokta oldu daha doğrusu. Bir şekilde bir vurgu yapılıyor. Beşir Atalay, Ömer Çelik, Yalçın Akdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu hep değindi bu hususlara. “Yine çözüm süreci devam edebilir ama muhataplar değişebilir” diyenler de oldu hemen sıcağı sıcağına yapılan seçim sonucu ardından yapılan yorumlardan “HDP’nin ve Öcalan’ın artık muhatap olarak alınmayabilir” olabileceğini dile getirenler oldu ama bir yandan da “çözüm sürecine ilişkin adımlar da atmaya devam edecektir” diye yine ekleyenler oldu iktidar açısından. Şimdi seçim bu açıdan nerede duruyordu? Şimdiye kadar çözüm sürecinin geldiği nokta, orada alınan tutum, bir yanda 1 Kasım’da değişebilir mi? Böyle hızlı bir şey beklemek mümkün mü? Yapılan açıklamaları da tabi bir yere koyacak olursak yani şunu söylemeye çalışıyorum: Bir yandan “biz terörle mücadele edeceğiz” diyen bir iktidar partisi temsilcisi ve yetkilileri var bir yandan da “aslında çözüm süreci devam edecek” diyorlar. Bu ne kadar mümkün? Bu nasıl bir uygulamayı beraberinde getirir, sahaya ne getirir, gündelik hayata ne getirir, bir katkısı olur mu barışa, çözüme?

ERTUĞRUL KÜRKCÜ Şimdi doğrusu Sayın Öcalan’ın 21 Mart 2013’de ortaya koyduğu çerçeve doğrudan doğruya barışı getirecek, otomatik olarak barışı getirecek olan şey değildi. Öcalan çok açık bir biçimde her zaman, herkese söyledi ki; “şimdi anlaşmazlıkları demokratik siyaset yoluyla çözmek için bir adım atıyoruz ileriye doğru”. İkisi arasındaki farkı şöyle anlatabilirim. Ortada bir ekmeğin bölüşülmesi bakımından ciddi bir görüş ayrılığı vardır. Birisi daha çok tarafını, öbürü daha az parçasını almak ister ancak bunu birbirlerini gırtlakladıkları takdirde ikisinin de alamayacağı ortaya çıkınca peki “kimin neyi hak ettiğini tartışarak çözelim” derler, bizim kast ettiğimiz buydu. Yoksa “sorun yok, boş yere bugüne kadar mücadele edilmiş, kavga edilmiş şimdi artık hadi bakalım herkes evine” diye bir çağrı yapılmadı. Tarihsel bir anlaşmazlığın, tarihsel bir çıkar farklılığının, çıkar çatışmasının çözümü bakımından çatışmasız bir yol, bir müzakere yolu mümkün müdür?” dendi. Şimdi burada bu paylaşmada asli unsur olan toplulukların sözcülerini değil de bu mücadeleyi kenardan seyreden ya da bugüne kadar daima devletin tarafında durmuş ve onun verdiğiyle yetinmiş olanları “hadi bakalım şimdi yeni muhataplar ortaya çıkarıyoruz” diyerek görevlendirmeye çalışmanın, hem bu göreve çağrılacaklar yönünden utanç verici olacağını hem de meselinin çözümü bakımından öteleyici, erteleyici, vakit geçirici ve insanların aslında çatışma eğilimlerini güçlendirici bir rol oynayacağını söylemek isterim, bu tıpkı şuna benzer. Nasıl Kürt halkının arasından korucular temin edilerek gerillalara karşı kullanıldıysa şimdi de bir siyasi koruculuk müessesesi oluşturulma peşinde görünüyor. Siyasi korucuların akıbeti de diğer silahlı koruculardan farklı olmaz. Kürt halkı tarafından dışlanırlar ve bunu bir barış imkânı olarak kimse görmez ben o yüzden sahici ilişkilere, sahici zeminlere dönülmesinin en doğrusu olduğunu tekrar etmek isterim.

SUNUCU; Bir nokta daha, yine seçim sonrası dillendirilen başkanlık sistemi. Yine Yalçın Akdoğan az önce kimi açıklamalarına yer vermiştik. “Temel felsefemiz” diyordu başkanlık sistemine ilişkin ve Başbakan Davutoğlu balkon konuşmasında “bu sistem dar geliyor artık” diye yineledi bu da “başkanlık sistemine ilişkin mi söylendi” diye üzerinde durduğumuz bir açıklama oldu. Yeni dönemde ne bekliyorsunuz başkanlık meselesi 7 Haziran’da kapandı diyenler var bir yandan, oradaki seçimle beraber peki ama 1 Kasım sonrası yeniden gündemimizde olacak mı başkanlık sistemi? Siz ne düşünüyorsunuz?

ERTUĞRUL KÜRKCÜ : Huylu huyundan vazgeçmez. Ben Tayyip Erdoğan’ın buna yazgılı olduğunu düşünüyorum ama ne yazık ki onun yazgısı başkanlığı hiçbir zaman ele geçirememek olarak tecelli edecek, ömrünün yeteceğini sanmam kendisini başkan yapmaya. Bunun çok açık bir nedeni var. Bu, onun hayal ettiği başkanlık rejimi aslında çökmüş imparatorluğun padişahlığı modeli üzerinden gidiyor. Bu imparatorluğun maddi temelleri, iktisadi temelleri, dünya tarihsel temelleri o imparatorlukla birlikte çöküp gittiğinden beri bunu ihya etmenin şartları, imkânları yoktur. Bu beyhude bir özeniştir geçmişe. Tıpkı Kızıl Elma öyküsü gibidir ırkçıların bu padişahlıktan devralınmış başkanlık öyküsü ya da bir hilafet öyküsü. Bu ikisi de Türkiye’nin tarihinin arkasında kalmıştır. Evet, bugüne değen izleri var ama bizim karakterimizin böyle bir rejimle özgülenmiş olduğuna dair hülya, hayal olsa olsa iktidarın hülyası, hayalidir. Toplum böyle bir hayal görmüyor. İkincisi, bugün dünyanın başka yerlerinde gördüğünüz demokratik başkanlık rejimleri. Yani Devletin varlık ve birliğinin bir başkan etrafında kümelendiği fakat bunu dengeleyen ve frenleyen sayısız mekanizma ile aslında başkanın her yerde kongrenin ve toplumun esiri olduğu onun arzusunun, iradesinin bir adım ötesine geçemediği, başkanın seçilmiş olmasının kendisine herhangi bir mutlak yetki tanımadığı rejimleri örnek alacak olursak onların da tarihsel sebepleri var. Bir gün ansızın “bu demokratik cumhuriyet bize dar geliyor, artık otoriter bir başkanlığa geçelim” denilerek olmadığı. Bunlar iç savaşların ardından çok uzun süren bir sancılı birleşmelerin, milli birlik süreçlerinin sonunda ortaya çıkan bir uzlaşmanın eseri olan rejimler. Onların da kendilerine özgü tarihleri var ve hepsi eninde sonunda başkanın yetkisini sınırlamakla özetleyebileceğimiz bir demokratik tarihe sahipler yani hiçbir başkanlıkla yönetilen ya da başkanlık rejimi altındaki demokratik süreç rejimlerin hiçbirisinde başkan Tayyip Erdoğan’ın umduğu gibi elleri kolları bağlanmamış değil, elleri, kolları hatta ağzı bağlanmış bir kişidir. Bunların en göz önündeki örneği olan Barack Obama’ya baktığınızda göreceğiniz şey kendisinin hem yerel, hem ulusal, hem bölgesel ölçekte pek çok sınırla sınırlanmış olduğudur. Şimdi bunun arkasındaki tarihi de biz bugün Türkiye’de yaşamıyoruz. Türkiye’de tam tersine, imparatorluk kalıntısı bir cumhuriyette nasıl monarşi bir meclisle sınırlanmaya çalışılmışsa cumhuriyet de bir meclisle sınırlanmaya çalışıldı. Hep bu giderek artan başka denetim mekanizmaları, insan haklarının gelişmesi, demokratik modellerin ortaya çıkarttığı bütün yeni kurumlarla işte “kediye göre budu” bezenmeye çalışıldı. Şimdi bunun sınırladığı şey tek başına memleketin kaderini tayin etmek isteyen diktatör bozuntularıdır. Onları sınırlamak gerekir o nedenle bizim tartışmamızı gerektiren bir başkanlık ihtiyacı Türkiye’de yok. Türkiye’de bir demokratik açılım ihtiyacı var. Türkiye’nin vilayetlerinin, ilçelerinin giderek daha kendi kendilerine merkezden değil yerel koşullara göre yönetilmesi ihtiyacı var. Bunun da bir başkanlık rejimini değil daha çok temsil kapasitesi artmış parlamentoya ihtiyacı var. O yüzden bizim açımızdan maddi, siyasi, tarihi sebepleri yok başkanlık rejiminin.

SUNUCU: Ertuğrul Bey, seçim sonuçlarını biz de konuşalım yani yineleyeyim. Bir çok yorum var siz de takip ediyorsunuz. Onları bir kenara bırakalım. Nedir 1 Kasım’da sandıktan çıkan sonuç size göre? Ne yaşandı? Neden 7 Haziran’la karşılaştırdığımızda böylesine bir fark çıktı sandıktan? Siz neler düşünüyorsunuz?

ERTUĞRUL KÜRKCÜ: Önce şunu görelim. Burada bir demokratik bir münazara olmuş. Dört parti masaya oturmuşlar, fikirlerini açıklamışlar sonra da bunları izleyen halk gitmiş “şunu beğendim, bunu beğendim” diye oy kullanmış değil. Biz çok açık biçimde silahlı mücadeleyi de içeren, silah zorunu da içeren bir sınıf mücadelesi yaşadık ve bunun sonuçlarını bugün tartışıyoruz. Adalet ve Kalkınma Partisi, Tayyip Erdoğan rejimi yani Tayyip Erdoğan ile Ergenekon’cuların kurdukları ittifak, Tayyip Erdoğan ile gladyonun kurduğu ittifak halka savaş açtı ancak bunu seçim sandığına götürmeksizin sonuçlandırmayacağı için bir seçim sürecine girdik dolayısıyla bu çatışmanın bu savaşın her bir hamlesi şu kadar oy kitlesini, şu kadar insan topluluğunu, şu kadar sandığa doğru götürmek ya da götürmemek üzerine kuruldu. Bu çok özel bir savaştır. Bu savaşın içinden geçtik ve bu savaşın sonuçlarını tartışıyoruz. Kimse bizi ve kendisini kandırmaya çalışmasın. Türkiye’de bir demokratik seçim bir adil seçim olmadı. O nedenle seçim sonuçlarını şimdi sayısal olarak karşılaştırmanın herhangi bir değeri yok. Evet bunların bir hükümet kurmak için bir manası var yasadaki karşılıkları var ama sosyal hayatta, siyasi hayattaki mesele bambaşkadır. Burada bir darbe rejimi apaçık bir biçimde halkı silah zoruyla sandığa götürerek kendi iradesine ram etmeye çalışmıştır, buna direnenleri kurşuna dizmiştir ve halkın elde ettiği, halkın ortaya çıkarttığı her şeye rağmen halkın çıkartacağı sonuçları da değiştirmek, bunları manipüle etmek için pek çok sandık başı ve sandık süreci vasıtası kullanmıştır. Meral Danış Beştaş’ın  değindiği bunlardan birisi ve en sonuncusu. En sonuncusu, bütün bunlarla elde edilemeyen sonucu manipülasyonla değiştirmekle ilgilidir fakat esas saldırı Halkların Demokratik Partisinin başkanlık, sultanlık saldırısı karşısında oluşturduğu engeli tasfiye etmek üzere onu baraj altına itmekle ilgiliydi. Eğer böyle bakacak olursak devletin bütün gücü bakın şakadan söz etmiyoruz devletin bütün gücü demek 1 milyon asker demek, 5 yüz bin polis demek, on binlerce, yüzbinlerce gizli servis çalışanı demek, bankalar demek, üniversiteler demek, ticarethaneler demek, sermaye demek, medya demek, kamuoyu araştırma şirketleri demek. Bütün devlete şu ya da bu şekilde görünmez ya da açık bağlarla bağlanmış kurum ve kuruluşlar demek, muhtarlıklar demek bunların tamamı bu seçimde halkın oylarının saptırılması için kullanıldı. Böyle bir seçimden geçerek geldik. O nedenle “AKP seçim zaferi kazanmış, bravo ya nasıl yaptılar” diye şapkadan tavşan çıkarmış gibi bunu tartışacak değiliz. Adalet ve Kalkınma Partisi halkı döve döve sandığa götürmeye kalktı buna boyun eğen oldu, eğmeyen oldu sonuçlar böyle teşekkül etti. İkincisi, halkın oy verdiği partilerin, mecliste ortaya çıkarttığı tablonun, meclisin kontrol edilemezliğinin denetlenebilmesi için de daha sandığa gitmeden bir süreç başlatıldı. Ben doğrusu Milliyetçi Hareket Partisi’nin Adalet ve Kalkınma Partisi’nin gizli bir ittifakla seçimlere girdiklerini Milliyetçi Hareket Partisi’nin blok halinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin başarısı için çaba gösterdiğini, görünür görünmez sözüm ona hatalarla AKP’nin değirmenine su taşındığını bir Milliyetçi Hareket Partisi-AKP koalisyonunun meclis dışında oluşturulduğunu düşünüyorum. Tuğrul Türkeş’in Adalet ve Kalkınma Partisine geçişi ile başlayan süreç böyle bir sonuç yarattı. Burada da iki partinin seçmenlerinin tabanda anlaşarak yön değiştirmeleri değil bir ortak harekattan söz edebiliriz. Sonuçta bugün Adalet ve Kalkınma Partisinin sandıkta başarısı diye görünen şey bütün bu milliyetçi, mukaddesatçı blokun, gladyonun, kontrgerillanın bütün bu güçlerin bir araya gelerek halklarımıza ve Halkların Demokratik Partisi’ne karşı yürüttükleri savaşın ortaya çıkan ara sonucudur. Bunu bir kere bir kenara kaydedelim. Bu çerçevede baktığımızda Adalet ve Kalkınma Partisi’nin geçmişte kendisine oy vere gelmiş kimi kesimler kadar kendisine hiç oy vermemiş, bugüne kadar hiç teveccüh etmemiş kimi kesimlerin oyunu almış gibi göründüğünü söyleyebiliriz fakat bu son derece çürük bir ittifaktır. Bunun herhangi bir toplumsal temeli yoktur ve istikrarsızlığa gebedir. Bizim açımızdan ise, evet bize oy vermiş bir milyon insanı sandığa götürememiş ya da sandığa giden oylarını koruyamamış gözüküyoruz bunu da bilmiyoruz Meral Hanım’ın sözünü ettiği hileler ile birlikte. Bu hilelerden arta kalan bir kayıp varsa eğer bunun bence Adalet ve Kalkınma Partisi’nin silah zoruyla başlattığı saldırı karşısında yaşanan travmaları bizim karşılayamamamız, onları kucaklayamamamız, onları savruldukları yönlerden tekrar bizim rotamıza çekememiş olmamızın sonucu olduğunu kabul edebiliriz. Bunda utanılacak bir şey yok. Ama neticede bütün bu eşitsiz savaşta bu silahsız bir partiye karşı silahlı bir devletin sürdürdüğü açık taarruza göğüs gerebildiğimizi, 5 milyon seçmenimizin de buna göğüs gerdiğini ve Türkiye’de şimdi ateşten geçmiş, su verilmiş çelik gibi bir 5 milyonluk kitle oluştuğunu söyleyebilirim ki bu seçime eğer bir hayır yönünden bakacaksak böyle bir hayrı olmuştur hakikaten böyle bir zulmün. Şimdi biz buna dayanarak bir demokratik blokun Türkiye’de oluşması için sağlam bir üssümüz olduğunu düşünüyoruz ve Türkiye’nin bütün demokratik ve özgürlükçü güçlerine şimdi savaş için bir araya gelmiş bir milliyetçi, mukaddesatçı yığınak karşısında demokrasi ve barış için çaba gösterecek her düzeyde çok katmanlı bir mücadelenin yolunu birlikte örmeyi teklif ediyoruz. Ortada bizim açımızdan bu manada moral bozacak, yandık, bittik, mahfolduk diyecek bir şey yok. Medyanın bütün şimdi AKP’ye yatmış kalem erbabının anlamamızı istediği şey bizim aslında çok büyük bir dertle baş başa olduğumuzdur. Biz öyle düşünmüyoruz. Biz bir dertle kendimizi bu manada baş başa görmüyoruz. Yani Halkların Demokratik Partisi bir onay yitimine uğramış değildir. Ancak kendi etrafında tutmayı tek başına başaramadığı ve başka partilere yüzünü çevirmiş bir seçmen kitlesini yeniden bu ilkeler etrafında toparlama gibi bir sorumluluğumuz vardır. Bunu da yerine getirebiliriz. Özetle bütün bu şartlar altında biz bu başkanlık darbesini ikinci defa önlediğimizden söz edebiliriz, ikinci defa 7 Hazirandan sonra Adalet ve Kalkınma Partisi Türkiye’nin düzenli bir başkanlık rejimine çevirebilecek kadar vekille parlamentoya gelmeyi başaramamıştır o yüzden de şu an Türkiye’nin gündemine Tayyip Erdoğan’ın iktidarı meselesini dolaysız olarak taşıyacak durumda değildir. Biz bu çerçevede Adalet ve Kalkınma Partisine telkin ediyoruz ki, yeni parlamentoya da telkin ediyoruz ki bu beyhude işleri artık bir yana bırakıp Türkiye’nin ihtiyacı olan çoğulcu, demokratik, özgürlükçü, özyönetimci, kadın özgürlükçü, ekolojist bir yeni anayasanın ortaya çıkabilmesi için yeni bir atılım başlatalım. Cumhuriyet Halk Partisi’ne de aynı şeyleri söylüyoruz. Bu mazbut koalisyon ortağı rolünün bir koalisyon olmadıkça hiçbir işe yaramadığı ortaya çıktığına göre şimdi radikal bir muhalefet talebinde bulunan seçmenlerinin ihtiyaçlarına yanıt vermeye başlarsa pekala pek çok demokratik açılım için önemli bir rol oynayabilir. Sonuçta geçtiğimiz parlamentoda aslında AKP ile MHP’nin toplam olarak ifade ettikleri blokun şimdi MHP azalmış olarak yeniden inşa edildiği bir tabloyla karşı karşıyayız. O yüzden geçtiğimiz parlamentoya göre değişen bir şey yok. Çünkü parlamento başkanını Adalet ve Kalkınma Partisine hediye eden ortaklık şu an bir bölümü AKP’ye geçmiş olarak orada duruyor. O nedenle bu yeni denklem içerisinde de görevlerimiz değişmemiş olarak duruyor. Fakat bir noktanın altını çizmek isterim. Asıl mühim olan, bence bu parlamentonun özellikle Suriye’ye yönelik olarak Tayyip Erdoğan’ın aklında olan Cerablus’u ele geçirmek, burada Kürt özgürlük güçlerinin ilerlemesini frenlemek adına Suriye’nin toprak bütünlüğüne müdahalede bulunacak şekilde ve Kürt halkının haklarını çiğnemek üzere adım atması ihtimali hakikaten son derece gergin bir duruma Türkiye’de yol açacaktır, bölgede de buna yol açacaktır. Bu denklemi mümkün olduğu kadar sadeleştirmek ve Suriye halklarının iradesinin ortaya çıkmasını sağlayacak bir dış politika, müdahaleci bir dış politikaya mutlaka tercih edilmelidir. Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu en önemli sorunlardan bir tanesi AKP’nin bu hegemonyacı, müdahaleci, irrasyonel ve irredentist yani başkasının toprağına müdahale edici, o topraklar üzerinde bir hak iddia edici bir siyasete kendisini saplamış olmasıdır. Daha büyük bir belaya yol açmaksızın bundan yüz geri etmenin imkânı vardır. Şimdi Suriye’de değişen denklem dolayısıyla biz bunun da Türkiye’nin karşısındaki en önemli barış sorunlarından biri olduğunu görerek bir demokrasi ve barış ortaklığını parlamentoda ve parlamento dışında harekete geçirmenin günün emri olduğunu bu seçimlerin sonuçlarının böyle okunması gerektiğini söyleyebiliriz.

SUNUCU: Çok teşekkürler Ertuğrul Bey. Yayınımıza katıldığınız için. Yorumlarınız için.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ: Ben de çok teşekkür ediyorum, fırsat verdiğiniz için sağ olun.

(4 Kasım 2015 İMC TV Mercek Altı Programı)