Bir Keşif İsyanının Ardından Siyaset*

Ertuğrul Kürkçü’nün makalesi, 7-8 Mayıs 2014’te “Gezi Parkı Direnişi: Ortak Alan Mücadelesinden Yeni Mücadele Alanlarına” sempozyumundaki sunuşlarla birlikte Devrimci Bir Pusula: Gezi başlığıyla geçtiğimiz günlerde yayınlanan derlemede yer alıyor. Kürkçü sunumunda Gezi’nin yarattığı dönüşüm potansiyelleri kadar “siyasal alanda mevcut politika kalıplarının duvarına çarparak” duraksayışının da nedenlerini ve Gezi’nin HDP ve HDK üzerindeki etkilerini tartışıyor.

Ertuğrul Kürkçü, HDK bileşenleriyle birlikte Haziran 2013’te Gezi’yle dayanışma ziyaretinde


Gezi’nin bugünümüz ve geleceğimiz bakımından dramatik bir dönüşümün kapısını açtığına dair genel bir görüş birliğinden söz edebiliriz. Eğer modern Türkiye’nin tarihinde, etkileri bakımından -sonraki dönemlere kendi varlığından da bağımsız olarak düşürdüğü büyük iz ve gölgeyle birlikte yön vermiş, karakter kazandırmış- Gezi’ye eşdeğer bir başka olay seçmeye çalışsak bu herhalde 15-16 Haziran 1970 büyük işçi hareketi olurdu. Gerçi bu iki hareket birbirlerine toplumsal bileşim ve karakterleri itibariyle benzedikleri için değil yarattıkları tepkime ve dönüşüm momentumu bakımından, içerdikleri güç, kapasite dolayısıyla eşdeğer sayılabilirler.

Eninde sonunda yenilmiş bir işçi hareketi olsa da 15-16 Haziran’ın Türkiye sosyalist hareketinin bütün kaderini değiştirdiğini, devlet ile muhalefet arasında süre giden olan statik ilişkiyi bütünüyle altüst ettiğini ve bugün hep bir ağızdan “68’in, 71’in devrimci kuşağı” diye yücelttiğimiz mücadele geleneğinin bütün fizyonomisiyle ortaya çıkışına ebelik ettiğini söylemek yersiz olmaz. 15-16 Haziran’ın bütün bunlara yol açacağını onu gerçekleştirmekte olanlar o gün, o yıl henüz bilmiyor olabilirlerdi; ancak üzerinden bir kuşak geçtikten sonra 15-16 Haziran’ın tarihsel anlamı derinlemesine kavranabildi ve onun değiştirdiği düşünsel ve toplumsal topoğrafya üzerinde birbirini izleyen artçı dalgalar da peş peşe iki kuşağın şekillenmesinde belirleyici oldu.

Bu bağlamda Gezi’nin içerdiği ve uyarmış olduğu potansiyelleri henüz tam olarak bilmiyoruz, bunu önümüzdeki yıllarda keşfetmeye devam edeceğiz. Gene de onun büyük dönüştürücü kapasitesini hepimiz seziyoruz; farkına varıyoruz, idrak ediyoruz. Aslında biraz da incelediği maddenin hareketi üzerine mukabil etkide bulunarak o hareketi değiştirdiği için hiçbir zaman onun gerçek doğası hakkında tam fikir edinemeyen, bizzat kendi eylemi algılama kapasitesini sınırlayan bilim insanları gibiyiz. Gezi üzerinde ne kadar konuşursak onun başkalarınca algılanışını da o kadar çok değiştirmiş oluyoruz. Gene de bütün bu ihtiyat paylarıyla birlikte bana doğru görünen ya da anladığımı sandığım birkaç şeyi kayda geçmeden edemeyeceğim.

Birincisi Gezi, başlangıçlarını 1960’lara taşıyabileceğimiz Türkiye’deki alışılageldik sosyal muhalefet ve mücadele geleneğinden kategorik bir kopuşu ifade ediyor. Bizi ilgilendiren süreçler bakımından Türkiye’de özellikle son 50 yıl boyunca mücadelenin, isyanın (ben Gezi hareketine yaygın olarak benimsendiği şekilde “direniş” değil “isyan” demeyi tercih ediyorum. Kendiliğinden de olsa içinde kararlı bir başkaldırı arzusu taşıyan, bunu da hiç çekinmeden ifade eden bir isyanı “direniş”in ima ettiği şekilde, eski statüye geri dönüşü hedefleyen bir tür savunmacılığa özgülemek bana doğru gelmiyor; doğrusu bir isyanın kendisiyle birlikte sürüklediği muazzam değişim potansiyeline sahip olmasa Gezi üzerine bu kadar çok konuşmazdık da) mekânı dağ, tarla, yol, fabrika ya da üniversite iken Gezi isyanında ne fabrikanın ne üniversitenin ne de dağ, tarla ya da yolun belirgin bir rol oynadığını tespit ediyoruz. O açıdan isyanın kendisi, kendi mahiyeti kadar, kadar onun hedef aldığı sermayenin kendini ve hâkimiyetini üretmesinin çağımıza özgü, bugüne özgü mekânının başlıbaşına kent olmasından beslenen bir kendine özgülük bu. Gezi durup dururken kendine özgü olmuyor ve bu kendine özgülük sırf isyanın Türkiye’de gerçekleşiyor olmasından da ileri gelmiyor. Doğrusu, bunun, Latin Amerika, Kuzey Afrika ve Avrupa’nın çeşitli kentlerinde de tekrar eden, kent meydanlarında açığa vuran bir genel, global trendle de kısmen ilgisi var bir bakıma. Ama isyanın Türkiye’ye özgülüğünde -sempozyumdaki pek çok başka sunuşta dile getirildiği şekilde- sermayenin yeniden üretim döngüsünün başat imkanı olarak inşaat sektörünün öne çıkmasının kent toprağına tasarruf ve kentsel mekanların yeniden biçimlenişinde üstlendiği belirleyici rolün büyük payı vardı. Bunun da ötesinde Gezi’nin bütünüyle kendine özgü bir tarihsel bağlam ve arka plan edinip yerellikten ve kısmilikten çıkıp ülke ölçeğine yükselişinde isyanın, yeni egemen seçkinlerin kente yönelik tasavvurlarının salt iktisadi alanın, kar hırsının ötesine geçerek politik ve kültürel hakimiyet ilişkilerine fiziksel görünürlük kazandırmaya başladığı bir momentte gerçekleşmiş olmasının da payı büyüktü.

Bu bağlamda Gezi Parkı’ndaki protestoculara saldırıyla patlak veren öfke yalnızca bir kamusal alanın, bir müşterekin, bir kent mekanının piyasalaştırılmasına duyulan tepkiden kaynaklanmıyordu. İsyancılar, yeni “seçkinler”in Gezi’ye yönelik müdahalesini siyasi İslamın İstanbul’u “yeniden fethi”nin bir adımı, Türkiye’yi büründürmeyi tahayyül ettiği yeni kimliğin Taksim’e dikilecek alametler üzerinden ilan edilen bir manifestosu olarak da okudular.

Gezi’nin üçüncü günü, 31 Mayıs 2013’te, TBMM’de yaptığım konuşmada isyanın bu boyutuna ilişkin olarak söylediklerim yukarıdaki saptamanın daha açık bir ifadesi olarak okunabilir:

“Taksim’de süren kavga, İstanbul üzerinde süren kavga bu yönetim tarzının apaçık bir göstergesidir. Bir tür rövanşizmle karşı karşıyayız. Taksim’de Topçu Kışlası’nın yapılması iddiası sadece ve sadece Taksim’e bir eski simgenin kazandırılması, oraya bir AVM kurulması kavgası değildir; bu, aynı zamanda 31 Mart Vakası’yla bir hesaplaşmadır. Üçüncü köprüye ‘Yavuz Sultan Selim Köprüsü’ denilmesi sadece ve sadece bir padişahın anısının canlandırılması meselesi değil, hem Alevi katliamlarının hem de hilafetin devrinin, hilafetin Memlûklerden [Yavuz Sultan Selim’e] devredilmesinin, Osmanlının anısının [canlandırılmasıdır]. Türkiye hilafetle hesaplaşmış ve bir kenara koymuşken şimdi bu hilafeti modern koşullarda sembolik olarak bu köprü vasıtasıyla Boğazın iki yakasına kurmak sadece ve sadece bir köprü kurmak değil, aynı zamanda bir zihniyet kurmaktır.

Dolayısıyla, şu an karşı karşıya kaldığımız hükûmet etme tarzı bir bütün olarak Türkiye’nin tarih öncesine geri dönmek, burada bir onay mekanizması yaratarak mütedeyyin kitlelere aslında kendilerinin geçmişte kaybettikleri değerlerin iade edildiği illüzyonunu yaratarak monolitik bir iktidar kurmakla ilgilidir. O yüzden Taksim’de süren kavga canhıraş bir kavgadır, o yüzden 1 Mayısta insanlar [Taksim’de] inşaat çukurlarına kafalarından tokmaklanarak gömülmüşlerdir; o yüzden Gezi Parkı’ndaki binlerce insan, sevgili kardeşimiz, yoldaşımız Sırrı Süreyya Önder de aralarında olmak üzere, üç gündür gazlanmaktadırlar.

“[…] Bunu yapamazsınız! Kentin sahibi değilsiniz, Türkiye’nin sahibi değilsiniz, mülkün sahibi değilsiniz. Eğer Müslümansanız mülkün sahibi Allah’tır, eğer bu ülkenin yurttaşıysanız mülkün sahibi yurttaşlardır. Siz onların ancak hizmetkârı olabilirsiniz […] Ne yaptığınızı anlatıyorum. Üç gündür görmüyor musunuz? Görmüyorsunuz tabii, televizyonlarınız göstermiyor ama sosyal medya diye bir şey var oradan görüyoruz, bütün rezaleti görüyoruz; insanların nasıl sopalandığını, nasıl gazlandığını. Nedir? Parklarının park olmaktan çıkarılmamasını istiyorlar. Niçin? Çünkü İstanbul’un ortasında başka bir yeşil alan olmadığı için. Oraya Topçu Kışlası dikeceksiniz. Niçin? Çünkü 31 Mart Vakası’nın intikamını alacaksınız, onu oraya simgeleyeceksiniz. […] İntikamınız batsın! 31 Mart mı kalmış? Zaten onun sahipleri çoktan havaya uçmuş, tıkmışsınız Silivri’ye. Daha ne intikamı alıyorsunuz? Bu, nasıl bir rövanşizmdir, nasıl bir siyaset anlayışıdır, nasıl bir kentsel yönetim anlayışıdır?

“Bu kentin sahiplerine sormadınız ‘Ne yapalım kentinizin en büyük meydanını?’ diye. Bir gün ansızın soktunuz oraya iş makinelerini, kazmaya başladınız. İnsanlar ‘durun’ dediler; bütün yaptıkları bu. Barışçı bir biçimde size “‘durun’ dediler, karşılarına polis kıtalarını yolladınız, vekilimizi yaraladınız.

“[…] Sevgili arkadaşlar, bu despotik yönetim anlayışının bir tezahürüdür, bugün burada konuştuğumuz gensoru önergesi. ‘Canımızın istediği zaman istediğimizi yaparız, istediğimiz yere gireriz, istediğimizi istediğimiz fiyata satarız ve bunun hiçbir şekilde hesabını vermeyiz. İstediğimizi kurşunlarız, istediğimizi gazlarız, istediğimizi tazyikli suyla vururuz bunun hesabını vermeyiz. Özelleştirme bizim kitabımızdır…’ Peki, o zaman bu yönetim tarzıyla hesaplaşmak için bekleyen milyonlarca insan da o zaman Gezi Parkı’ndaki zulümle karşı karşıya kaldıklarında, başka her şeyin mücadelesini o parka yığdıklarında buna darılmayacaksınız. ‘Bizden ne istiyorlar?’ demeyeceksiniz. Sizden istedikleri, bu keyfî tek parti rejimini, bu otoriter yönetimi, bu bir çeşit sultanlık olan rejimi sizlerin de sorgulamasıdır.

“Şimdi, ben soruyorum Başbakana: İstanbul Belediye Başkanıyken şunu söylemiştin, ‘Üçüncü köprü bir katliamdır, şehre karşı işlenmiş bir cinayettir.’ demiş miydin? Demişti.

“[…] Başbakan [henüz] İstanbul Belediye Başkanı iken, henüz Başbakan değilken ‘Türkiye’de LGBT bireylerin hakları vardır, bunlar korunmalıdır, onlar da kardeşlerimizdir.’ demiş miydi? Başbakan öğrencilerin hakkını sormuş muydu? Başbakan idam edilen devrimcilerin arkasından ağlamış mıydı? Peki, şimdiki tablo nedir?

“Belli ki bu, bir onay üretmek için, ortada duran, kanaatleri belirgin olmayan yurttaşlarımızı bir tür demokrasi beklentisiyle başka bir istikamete sevk etmek için uydurulmuş bir retoriktir. Bu konuda çokça insanlar uyarıldılar. Kendilerine bunun sadece bir retorik olduğu, icraatla bu retorik arasında hiçbir alaka olmadığı anlatılmaya çalışıldı. Ama bugün geldiğimiz noktada artık o retoriğe ihtiyaç kalmamıştır, retorik ile icraat yani belagat ile iş birbiriyle örtüşmektedir. Şimdi artık Taksim’in orta yerine bir AVM dikmek ve bunu da ‘Topçu Kışlası’ kimliğinde ortaya koymak hiç de saklanmadan söylenmektedir. Başbakan ‘Biz sadece oraya bir AVM dikmiyoruz, orada tarihi diriltiyoruz.’ derken aslında samimi bir şekilde konuşmaktadır ama daha önce bu kadar samimi değildi.

“Çamlıca Tepesi’ne cemaati olmayan bir cami dikme[nin] […] Öteki sultanlar gibi oraya bir cami dikmenin kent yönetimiyle ne alakası vardı? Böyle bir vaadi mi vardı? Hayır. Şimdiki mesele şudur: Şimdi, artık eski rejim toprağa gömülmüştür, yeni rejim alametleriyle doğmaktadır. Ne gömülen rejim bizim için bir şeydi, ne doğan rejim bizim için bir şeydir. Biz halkın iktidarını isteriz. Biz halkın kendi yaşadığı kent hakkındaki kendi kararını vermesini isteriz. Biz halkın iktisadi işletmelerin yönetimine katılmasını isteriz. Biz halkın planlamaya katılmasını isteriz. Biz iktisadın planlanmasını isteriz, planlanabilmesi için kamunun kontrolünde olmasını isteriz. O yüzden bizim bu özelleştirmeye karşı çıkarkenki mantığımız bir bütündür. Bütünsel olarak karşıyız buna.

“Bu özelleştirmede karşımıza çıkan tablo önümüzdeki özelleştirmelerde de çıkacak. ‘Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nde de çıkacak, Taksim’in merkezinde de çıkacak, İstanbul yeni baştan yıkılır yapılır satılırken karşımıza çıkacak. Çünkü artık üretken gücü kalmamış olan, hiçbir şeyi yoktan var edemeyen kapitalizm eskiyi bozarak, yeniden satarak kâr etmektedir. Kentin satışı, kentlerin başlı başına bir iktisadi çevrim nesnesi hâline gelmesi bununla ilgilidir, kapitalizmin çıkmazıyla ilgilidir. Siz bize bu çıkmazı bir kurtuluş, bir selamet diye anlatıyorsunuz. Siz bu iktisadi rejimi bize krizden kurtulmuş bir rejim diye anlatıyorsunuz. Bunların hiçbirinin bu memleketin ihtiyaçlarıyla, haklarıyla ilgisi yok.

“[…] Başbakan, şu an Türkiye’deki rejimin tecessüm etmiş hâlidir, bir bütün olarak yürüyen iktidardır. Canlı iktidar nedir diye sorarsanız, canlı iktidar Tayyip Erdoğan’dır. Ona bakın, Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidarının ne demek olduğunu anlayın. Bütün kaprisleriyle, bütün şiddet dolu retoriğiyle, bütün keyfîliğiyle, bütün acımasızlığıyla, bütün küstahlığıyla bu rejim, bir bütün olarak Başbakan Erdoğan’ın kendisinde tecessüm etmektedir.”[1]

Gerçi Gezi’yi yalnızca İstanbul’la sınırlı yerel bir görüngü olarak değil, Türkiye çapında değerlendirecek olursak tek bir Gezi olmadığını, homojen, yekpare bir Gezi’den söz edemeyeceğimizi de teşhis edebiliriz. Şahsen, konumumun elvermesi de dolayısıyla, Mayıs-Haziran 2013’ten başlayarak birden çok yerde ve birden çok zamanda Gezi günlerinin etki ve sonuçlarını izleyebilme imkânı buldum. Örneğin Ankara ve İstanbul’un nispeten birbirine daha yakın, 21. yüzyıla has, içinde yaşadığımız çığırın kendine özgülüklerinden dolaysız olarak beslenen isyanlarla örtüşen havasına mukabil, örneğin Çukurova, Karadeniz, Ege ve Trakya’dakilerin çok büyük ölçüde kaynaklarını ve esinini geçmişten alan, geçmişin heyecanlarından beslenen, geçmiş lafları ve temaları yeni şekiller altında tekrar eden, kapitalist toplumun bütününden çok AKP iktidarının kimi görünümlerini hedef alan, özgürleştirici dinamikleri açısından tartışmalı başkaldırı ya da protestolar olduklarını gözlediğimi söyleyebilirim.

Tabii, tablonun bütününü görmek açısından Kürdistan’ın bu süreçte aktif olarak yer almamış olmasının nedenleri üzerinde de durmak gerekli. Bu çerçevede gündelik politik tartışmada önemli bir yer tuttuğunu gördüğümüz bir görüş ayrılığı da var. Soru şu: Gezinin Kürdistan’daki yankısının bu sınırlılığı eşyanın olağan akışına uygun mu, olması gerektiği gibi mi, yoksa orada karşılaştığımız tablo süregiden müzakere ve çözüm sürecinin bir fonksiyonu mu? Ben ikincisinin kısmi bir payı olmakla beraber bunun aslında Kürdistan’ın toplumsal süreçlerinin Türkiye ile aynı dinamiklerden aynı şiddette etkilenmiyor oluşuyla da bir ilgisini kuruyorum. Çünkü Kürdistan’da kent yönetimleriyle kent ahalisi Batı’da Türkiye’deki büyük metropollerde olduğu gibi birbirlerine yabancı değil, birbirlerini dışlamıyorlar. Hatta özgürlük hareketin büyük bir halk desteğine sahip olduğu Diyarbakır, Van Batman, Şırnak, Hakkari gibi kentler, Viranşehir, Yüksekova, Şemdinli vb. ilçelerde attıkları her adımında kent halkından durmaksızın onay üreterek cari belediyecilik pratiğini -mahiyet olarak değilse de- işleyiş olarak dönüştürüyorlar. Kent yönetimiyle kent ahalisi arasında dolaysız bir düşmanlık yok. Dolayısıyla, Gezi’nin arkasındaki en önemli toplumsal itici güçlerden biri olan kentsel gerilim kaynakları, Kürdistan’da aynı biçimde işlemedi. Gezi günlerinde duyarlıklar otomatik olarak birbirinden beslenmedi. Kürdistan kentsel hak mücadeleleri kapsamında elde ettiği sonuçlar bakımından Türkiye’nin önüne geçtiği, dahası bu isyanı çok önceleri ve apansız bir patlama şeklinde değil, 20-30 yıla yayarak ve çok daha şiddetli ve dramatik bir biçimde yaşamış olduğu için de Türkiye’nin batısında Gezi İsyanını besleyen kentsel dinamikler Kürdistan’da aynı anda, aynı konjonktürde, aynı sonuçlara yol açmadı. Ama olup bitene İstanbul’dan bakan ve “artık Kürdün de önüne geçtiğini” düşünmeye yatkın beyaz Türk muhalefeti, son otuz yıldır doruklarında dolaştığı komplo teorilerinin sarhoşluğu içinde bu anakronizmde bir tarihsel nedensellikten çok “Kürtler” ile rejim arasında tümüyle kurmaca bir mutabakat aramaya girişti.

Kabul edelim ki, Gezi’de sadece isyancı, enternasyonalist, her türlü hegemonyadan ve eşitsizlik ilişkisinden kendini bağımsızlaştırmış bireyler ve topluluklar değil merkezin hegemonik zihniyetini kısmen veya esasen devralan ve isyana taşıyan unsurlar da vardı. Bu karmaşık bileşimin zıt kutuplarının barışık olarak var olabilmeleri kısmen bir bileşik kaplar işleyişinin sürmesi ve herkesin birbirine bir şeyler bulaştırmasıyla da ilgiliydi. Bir tek Kadıköy’de “#direnlice” pankartının çıkmış olması kendi başına “meseleyi anladık” demek olmuyordu. Bunun hâlâ anlaşılmaya ihtiyacı olduğunu şimdi Kobanê ve Şengal’de bütün insanlık adına da savaşan Kürdistan Devrimi’nin çağrısının Batı’daki yankısının sınırlılığından görmek mümkün.

Peki, benim temsil ettiğim hareket, o günkü kurumsal ifadesiyle en belirgin bileşeni Kürdistan Özgürlük Hareketi olan “Halkların Demokratik Kongresi” (HDK) parlamentoda, sokakta, siyasette Gezi’nin neresindeydi? İtiraf etmemiz gereken bir algılama gecikmesi olduğunu kabul ediyorum. Bunu pek çok kere de belirttim. Aslında hareket kurulurken önüne koyduğu perspektif, tam da Gezi’de olacakların kaçınılmazca gerçekleşeceği, bu başkaldırıların çok yakın bir gelecekte tezahür edeceği varsayımına dayanmakla birlikte HDK’nin Gezi’de kuruluş bildirgesinde tarif ettiği şeyin olmakta olduğunu algılaması zaman aldı. Bunda kısmen Kürt Sorunu’na “demokratik siyaset” yolundan barışçı bir çözüm bulmak için İmralı’da başlatılmış olan müzakere sürecine zarar vermekten kaçınma ihtiyatlılığının payı da olabilirdi ama gene de bu gecikmeyi gerekçe göstererek HDK üzerinden Kürtlerin özgürlük mücadelesine, Kürt halkının Gezi karşısındaki tutumuna yönelik olarak başlatılan tartışmaların ve kullanılan argümanların birçoğu yersizdi.

HDK bu hareketin içinde ve merkezinde rol aldı. Her ne kadar söylemini programatik öngörülerine göre kurmuş olsa da maddesi, bizzat kendi varlığı, içinden çıktığı gelenek ve işleyiş Gezi’yi doğuran yeni unsurdan oldukça uzak olduğu için de Gezi’nin akışı içerisine ancak tarihten gelip girebildi. Esasen, geleneksel işçi sınıfının -yani hem yaşama hem çalışma alanları kentin merkeze uzak semt ve bölgelerine dağılmış olan kol emekçilerinin, uzak yoksul semtlerde yaşayan kent yoksullarının, kentsel dönüşüm mağdurlarının- Gezi’yle maddi ilişkisi de metropollerin Kürtlerininkinden çok daha farklı değildi.

İstanbul’da Gezi Parkı’nı dolduran madde aslında Türkiye’nin sol politik topoğrafyasındaki yeri tam olarak belli olmayan, sol tarafından tanzim edilmeyen, örgütlenmeyen, ama dolaylı olarak da olsa solun son yirmi yıl boyunca Türkiye’nin düşünsel hayatına, estetik, artistik hayatına yönelik müdahaleleriyle ürettiği, biriktirdiği her şeyi özümsemiş insanların hareketiydi. Gezinin kitlesi esasen öğrenciler, işssizler, günü birlik çalışanlar, beyaz yakalılar, hizmet ve büro emekçilerinden, Şişli, Beyoğlu, Kağıthane, Cihangir, Kadıköy halkının muhalif kesimlerinden oluşuyordu. Ama HDK bileşenleri, başlangıcında yer almadıkları, nereye varacağını öngöremedikleri için de Gezi’de ortaya çıkan sonucun sebeplerinden biri olduklarının tam olarak farkında değillerdi. HDK Ekoloji Komisyonu Gezi’de Belediye ve polis tarafından ateşe verilen çadırların içinde isyanın ilk alevleriyle yüzleşirken HDK bu eylemi kendi algısında tam olarak nereye yerleştireceğini kestirmeye çalışıyordu. Gene de üçüncü günün sonunda genel olarak sol ve HDK de Gezi’yle buluştu; kendi pavyonlarını, standlarını açtı ve Gezi kimseyi dışarıda bırakmayan bir tür devrimci fuar halini aldı.

Gezi’den bize kalan şeyin bu çokluğun sadece bir an için orada buluşmuş olması değil, Gezinin aslında Türkiye’nin geleceğini keşfe hizmet eden, bir tür keşif isyanı işlevi görmeyi başarmış olması olduğunu düşünüyorum. Gezi’den kalan en önemli saydığım şey, halkın kendi kendini yönetme kabiliyetini göstermiş olmasıdır. Gezi bize özgün bir yerel deneyim olarak devletsiz yaşanabileceğini, merkezi idare olmaksızın kendi kendimizi yönetebileceğimizi bir kez daha İstanbul’un orta yerinde bütün dünyanın gözleri önünde deneyimlememizi sağlamış oldu.

Bu açıdan eğer mutlaka benzetmek gerekirse 1968’in öğrenci forumları deneyimiyle Gezi arasında yarattıkları bilinç sıçraması bakımından böyle bir ilişki kurabilirsiniz. Forumlar, 1968’in kendisine ve Türkiye’ye yaptığı en önemli iyilikti; Türkiye’nin müesses nizamının en hegemonik kurumlarından biri olan üniversiteyi darmadağın edip, hiyerarşiyi tersine çevirip, öğrencinin kendisini karar verici konuma yerleştirip kendi kendini yöneterek edindiği ve edindirdiği bilinç sıçramasıydı. Ondan sonra, 1980 darbesine kadar üniversite hiçbir zaman eski haline dönmedi. Şimdi de Gezi’den, bilhassa İstanbul ve Ankara’da gördüğümüz isyan pratiklerinden sonra gerçekleşen özyönetimle bağlantılı toplumsal bilinç sıçraması bu örnekle mukayese edilebilir. Ama bu bilinç sıçramasının otomatik siyasal sonuçları olmadığını görüyoruz. Gezi’den sonra sosyal olanla siyasal olan arasında neden bir türlü bir mütekabiliyet kurulamadı? Bugün post-Gezi muhalefet panoraması içinde en açıklanmaya muhtaç sorunsal belki de budur.

Şimdi Gezi’ye geri dönelim: Başlangıçta ne vardı? Gezi’de neoliberal kent siyasetinin ve pratiklerinin somut bir göstergesi olarak müştereklerin piyasalaştırılmasına, özelleştirilmesine karşı başlatılmış bir isyan vardı. Ve bu isyanın nesnesi, onun karşısında duran somutluk -İstanbul Büyükşehrini yöneten iki egemen sınıf partisinin, tani AKP ve CHP’nin tam bir oy birliğiyle Gezi’yi piyasalaştırmak için verdikleri kararın sonucu olarak- Gezi’de inşaat eyleminin başlamasıydı. Buna başlangıçta daha çok ekolojist duyarlılıklarıyla, müştereklerin savunulması adına öne çıkan, kent hakkı mücadelesine odaklanmış bir avuç insan karşı koyuyordu. Kıvılcım bu dinamiklerin karşı karşıya geldiği mekânda, Gezi’de parladı. Fakat Haziran isyanından sonra Gezi’de bu sermaye diktatoryasının -bu büyük isyanı bastırarak ve onu neredeyse bütün varlık sebeplerini sorgulayarak, düşmanlaştırarak ortadan kaldıran iktidarın- karşısında yer alan, orada kendisine bir rol biçen, orada kendisinin özgürleştiğini kabul ve ilan eden, öğrencilerden, futbol takımlarının taraftar topluluklarına, işsizlere, beyaz yakalı çalışanlara, üniversite öğretim elemanlarına varıncaya kadar geniş bir kesim 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde önüne sandık konduğunda bu iki hâkim sınıf partisinden birine destek olmayı, üstelik bu neoliberal kent siyasetinin Şişli ilçesi ölçeğindeki en mümtaz simasını İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olarak göstermiş CHP’ye oy vermeyi tercih etti.

Burada çok büyük bir problem, bir çeşit muamma yok mu? Bunun bir problem olması bu davranışı otomatik olarak mahkûm etmemizi gerektirmez. Aklamıyorum, ama anlamaya da çalışıyorum. Böyle idiyse, bu kent siyasetine isyan ediyorduysak, bu hegemonyaya, bu üretim ve mülkiyet ilişkileri toplamına, bundan doğan bütün kültürel ilişkilere, bu egemenliğin ima ettiği her şeye isyan ediyor idiysek, bu kadar kategorik idiyse isyanımız o zaman bu isyanın ilk siyasi sonucu “tatava yapma bas geç” demek (Mustafa Sarıgül’e oy vermek) olabilir miydi?

Madde ile bilinç arasındaki bu büyük kopukluk bence bir izahı gerektiriyor. “İzahı buldun mu” derseniz, anlamaya çalışıyorum. Ama belki burada bunu biraz tartışmamız yerinde olabilir. Çünkü Ağustos 2013’te Gezi üzerine bir yazı istenmiş, ben de yazmışım. Büyük ümitlerle dolu olarak demişim ki:

“Sonbahardan başlayarak içine girilecek peş peşe seçimler atmosferi 2014 yerel seçimleri, cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2015 milletvekili genel seçimleri mevcut hâkimiyet rejiminin aşağıdan sorgulanacağı yaygın bir siyaset alanı yaratıyor. Gezi burada yeni türde bir siyaset icrasına yerel yönetim adaylarını, muhtarlıklardan belediye başkanlıklarına ve belediye meclisi üyeliklerine kadar mümkün her yerde forumlar devresinden geçirerek başlayabilir… vb.” ve devam etmişim:

“Gezi mümkün olan her yerde kendisini kadın, gençlik, emekçi, Kürt ve Alevi temsiliyetinin, emek, doğa ve kent hakkının savunulmasının hizmetine sokarak Kürdistan’ın özerklik hakkını teslim edip Kürtlerle ortaklaşarak, eski düzeni parlamento içinden ve dışından kuşatarak yeni ve ortak ülkenin doğuşunun habercisi olabilir.”[2]

Birinci rauntta, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde “Gezi seçmeni”nin kendisinden beklendiği, ya da bizim beklediğimiz gibi davranmadığına bakarak belki de bütün bu beklentilerin kendilerinin “tatava” olduğu söylenebilir mi? Yani, sosyal olanla siyasal olan arasında bu kadar hızlı geçişler olmayabilir, bunlar başka türlü tecelli edebilir ya da her ikisi de caiz midir? Ben 30 Mart’ta bu ikinci cevabın verildiğini, eğer “Geziye katılım”a ilişkin sayılar doğruysa İstanbul’da en az 1,5 milyon [3] insanın büyük çoğunluğunun her ikisinin de caiz olduğunu düşündüğünü anlıyorum: “Onu da yapabilirim, onu da yapabilirim.” Bu da zaten bize aslında bu özgünlüğü, bu parçalı düşünüşü anlamak bakımından da yeni bir kapı açıyor. Bunu tartışmamız lazım. Yani sosyal mücadele alanında son derece radikal bir davranış içerisinde olmanız siyasal olarak aynı derecede radikal bir seçim yapmanızı zorunlu kılmayabilir. Ya da insan oy verirken, siyasete müdahale ederken yalnızca bir tek etmene, sosyal olana göre değil başka pek çok etmene göre davranabilir. Demek ki maharet bütün bu faktörleri yan yana dizebilmekte. O yüzden ben gene faturayı kendimize çıkarıyorum ister istemez. Bütün bu faktörleri yan yana getirebilecek güç ve kapasite olmadıkça insanlar tutumlarını belirlerken önceliği yalnızca kişisel eğilimlerine vermeyebilir, sosyal evrenlerinin kimi mecburiyetlerine ayak uydurabilirler. Ama şunu söyleyebiliriz: Bu sonuçlar, siyasi görünümünün bütün kısıtlılığına rağmen bu düşüncenin, elde edilmiş olan bu devinimin hâlâ sürmekte olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. O yüzden bütün bunlar, bizi toplumsal değişim için lazım geldiğini düşündüğümüz bir siyasi kaldıracı yaratmak bakımından Gezi isyanının uyardığı dinamiklerin bir ortak harekete nasıl dönüştürüleceğini arayıp bulmak gibi bir temel işle karşı karşıya bırakıyor.

Nitekim 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin somut sonuçlarını Gezi isyanı zemininde karşılaştırmaya imkân vermesi açısından değerlendirdiğimizde, yerel seçimlerde Sarıgül’e oy verenlerin önemlice bir bölümünün sadece beş ay sonra “tatavacılık” saydıkları şekilde davranabildiklerini görüyoruz. Gezi’nin hemen ardından Nisan 2014 yerel seçimlerinde, Gezi’de oynadığı öncü rol kuşku götürmeyen HDP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Sırrı Süreyya Önder yüzde 4,83 destek ile 412 bin 875 oy alırken Ağustos 2014’te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş İstanbul’da yüzde 9,09 destekle 650 bin 670 oy aldı. İstanbul Belediye Başkanlığı için Önder’e oy vermek isteyenlere “tatava yapma” diyenlerin bir bölümü yüzlerini HDP adayı Selahattin Demirtaş’a döndüler. Aynı insanların, politik tercihlerinin çok kısa arayla ama değişik bağlamlarda bu kadar belirgin farklılıklar gösterebildiğini sergileyen bu sonuçların yukarıdaki varsayımımızı doğrulayan bir gösterge olduğunu söyleyebiliriz.

7 Haziran 2015 genel seçimleri ise, HDP/HDK’nin Geziye ilişkin orta erimli öngörülerini büyük ölçüde doğrulayan politik göstergeler sunan çok önemli bir barometere rolü oynadı.

2014’te -yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde- takılıp kalanlar arada geçen zamanda Gezi’nin fikrinin maddesine daha çok yaklaşmakta olduğunu gözden kaçırmış olabilirler. Gene de teslim etmek gerekir ki, 2015 7 Haziran seçimlerinde AKP karşısında HDP’yi bir demokrasi ve özgürlük savaşçısı olarak diken muazzam sosyal katılım esasen Rojava’nın verdiği esinle ve Rojava karşısında hükümetin takındığı tavra – Kobane savunması karşısında takındığı tavra- bir reaksiyon olarak Kürtlerin bir onur ayaklanmasıyla HDP’nin arkasına dizilmesinden doğdu. Bu hakikattir. Ama gene de bu dizilişin yavan bir “Kürt milliyetçiliği” tavrından çok daha öteye, muazzam bir demokratik heyecana eşlik etmiş olduğunu ve burada Geziden baki kalan pek çok demokratik dinamiği de kendisine bağladığını hep birlikte gördük. HDP’nin 2015 Genel Seçimlerinde kazanmış olduğu başarının gerisinde bu muazzam Kürt momentumunun -sadece Kürdistan’da değil büyük kentlerde de; İzmir’de, İstanbul’da, Ankara’da, Adana’da, Antalya’da, Mersin’de, Aydın’da, Manisa’da hepsi ilk bakışta “batı”, “metropol” olarak görülen bu kentlerdeki Kürt dinamiğinin- yanısıra ona, kendine özgü bir sol, devrimci, demokrat duruş kazandıran, onu Türkiye’nin önceki demokratik ve isyancı deneyimlerine bağlayan, sadece Kürdistani olmayan, bu bakımdan HDP’ye hem Türkiye’nin bütün demokratik mirasını temsil etme hakkını veren hem de uluslararası deneyimle de arasında başka bir bağ kurmasını sağlayan yeni bir genç seçmen kuşağının aktığına da tanık olduk. Bu akışın arkasında Gezi var. Sayılara baktığımızda bunları çok kolay görebiliriz.

Örneğin,  İstanbul’un iki ilçesi Kadıköy ve Beşiktaş’ın iki semti Caferağa ve Abbasağa bu açıdan önemli iki örnek sayılabilir. Kadıköy’de 2015 Genel Seçimlerinde HDP’nin oy oranı yüzde 10.31’di. Bu oran Kadıköy’de DTP’nin, BDP’nin -ondan önceki partilerimiz HADEP ve DEHAP’ın- alabildikleri oyun iki katından fazladır. Bu da AKP’den sağlanan bir oy kaybıdır. Sayılar çok açık: AKP yüzde 24.48’den 18,33’e gerilemiştir Kadıköy’de. Ama Caferağa’daki oy oranları bununla açıklanamaz. Caferağa göç almayan bir bölgededir. İstanbul’un en çok okur yazarının yaşadığı, üniversite mezunu nüfusunun lise mezunundan fazla olduğu bir semttir. Burada HDP ikinci parti olmuş ve yüzde 23.63 oy almıştır. Bu, Türkiye’nin batısında HDP’nin aldığı en yüksek oy yüzdelerinden biridir. Bunu Gezi etkisi dışında hiçbir şeyle açıklayamayız. “Caferağa Forumları” isyanın ezilmesinin ardından Gezi dinamiklerinin kendilerini toparlamak için buldukları en önemli zeminlerden biriydi. Bir Gezi semtiydi.

Aynı şeyi Beşiktaş’ta da görebiliriz. Beşiktaş’da HDP’nin oyu yüzde 13 civarındadır ama Abbasağa’da yüzde 16.28’dir. Abbasağa da bir başka Gezi forumu mekanıdır. Bu şekilde örneklere bakmaya devam ettiğimizde göreceğimiz bir semt örneğin, Ankara Kavaklıdere’dir. Ankara’da Gezi’ye en yoğun katılımın olduğu Kuğulupark ve Tunus Caddesi, Kennedy Caddesi Kavaklıdere’de. HDP’nin Ankara’daki genel oy ortalaması yüzde 5,6 iken Çankaya’da yüzde 10, Kavaklıdere’de yüzde 13’tü. Bu sonuçlarda bir “Gezi etkisi” okumamak tuhaf olur.

Ortadoğu Teknik Üniversitesi yurtlarında önceki bütün seçimlerde CHP’nin oyu yüzde 90 iken 7 Haziran’da yüzde 70’e düşmüş, Halkların Demokratik Partisininki yüzde 20’ye çıkmışsa bunun nedenlerini ODTÜ öğrencilerinin etnik, demografik bileşiminin değişmiş olmasında aramak saçma olur. Bu desteği HDP’nin Gezi ile kurduğu devrimci ilişkiye, Kürdistani mücadele ile Gezi mücadelesi arasında kurduğu bağa verilmiş bir onay, bir ödül saymak çok daha yerinde olur.

İzmir’de de durum buna yakındı. HDP’nin oy oranları Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları ilçeler dışında Geziye en yoğun katılımının sağlandığı Konak ve Bornova ilçelerinde ve Alsancak, Atatürk Mahallesi gibi semtlerde genel ortalamanın üzerinde oldu.

Gezi isyanını kendi siyasal perspektifimiz içinde değerlendirirken HDP/HDK açısından isyandan iki önemli ders çıkartıyoruz.

İlk olarak, stratejik, programatik hedef bakımından demokratik cumhuriyet ve demokratik özerklik perspektifinin Gezi’nin genel talebinin siyasi ifadesi olduğunu söyleyebilirim: Her kentin, her ilçenin her bir köyün bile kendi kendini yönetmesi ve bunu doğrudan temsil yoluyla yapabilmesi talebi. Gerçi her kentin merkezi idarenin bir fonksiyonu olarak değil sonunda kendilerini bir ortak yönetime kavuşturacak bağımsız, özerk faaliyetin bir sonucu olarak kendi kendini yönetmesine dair bir perspektif yeni ve Gezi’ye özgü sayılmazdı, önceden de demokratik talepler katalogunun başında yer alıyordu, ama Gezi’de bu derinleşti, ete kemiğe büründü. Tabii, bu en çok Kürt halkının son 30 yıldır sürdürdüğü mücadele ve Kürdistan’da elde ettiği yerel yönetim deneylerinin Türkiye’ye genelleştirilmesi ve tercüme edilmesiyle yakından ilgili. Bu artık Gezi tecrübesinden geçmiş herkese ve Gezi deneyimleri üzerine düşünen herkese olabilir, hatta olmazsa olmaz gibi görünüyor ve aslında Gezi’nin çağırdığı en önemli şeylerden birisi de bu: “Kent mekânına nasıl tasarruf edeceğimize biz karar verelim!”

İkincisi, bu mücadelenin özneleri… Gezinin, Tayyip Erdoğan rejimiyle tam bir karşıtlık içinde ortaya çıkması Tayyip Erdoğan ve partisinin hem bir sermaye üretim mekânı hem de hâkimiyetin temsili açısından kent merkezini en önemli alan olarak görüyor olmasıyla da yakından ilgiliydi. Egemen merkez Gezi’yi, Türkiye’nin en büyük kentinin en büyük meydanını, kent merkezini hem yeni egemenliğin alâmetleriyle donatmak, kent merkezini seküler yaşantıya karşıtlık teşkil edecek şekilde postmodern bir İslami yaşantıya ve alametlere büründürmek hem de bu dönüşüm işlemini ticaret ile ilişkilendirmek ve Gezi’ye Topçu Kışlası’nı yeniden dikmeyi AVM ile meşrulaştırmak gibi ilk bakışta saçma gibi görünse de pek çok müşterisi bulunduğu anlaşılan tasavvurların uygulama mekânı olarak görüyordu. Hâlâ böyle görmeye devam ettiğini yeni Başbakan Davutoğlu’nun İstanbul’a ilk ziyaretinde Valilik’teki konuşması kuşku götürmeyecek açıklıkla dile getiriyor:  “Hedef, İstanbul’u dünyanın en büyük havaalanına sahip, dünyanın en büyük finans kentlerinden biri haline getirmektir. Bu büyük bir meydan okuma. Hep birlikte İstanbul’a sahip çıkacağız…”

Gezi’de kadınların ve Alevilerin son derece sert bir itirazın sahibi olarak ortaya çıkmaları tesadüf değildi. Gezi sadece sermaye hâkimiyeti değil aynı zamanda bu postmodern Osmanlıcılığın ima ettiği, bütün özerklikleri yok etme, sosyal hayattan ayırma, kapatma, bedene tasarrufu kadının kendi meselesi olmaktan çıkarma girişimlerine karşı çok açık bir kendiliğinden isyandı. Bu kendine özgülük bizim için önemlidir. Gezi Alevi itirazlarına indirgenemez ama Alevi dinamiğinin Gezideki rolü de inkâr edilemez. Alevi hareketinin ima ettiği bütün isyan potansiyelleri aslında Türkiye ya da Anadolu tarihinin en eski isyan gelenekleri arasında vardı ve şimdi kendini çağdaş bir form içerisinde yeniden üretiyor. Pir Sultan Abdal Kültür Derneğinin eski başkanı Kemal Bülbül çok veciz biçimde ifade etmişti: “Her gaz kapsülü çarpmak için birini aradığında bir Alevi gencini buluyorsa burada bir hikmet vardır.” Bence de öyledir. Demek ki, kadınlar, Aleviler, Kürtler, emekçiler, işsizler, aslında Türkiye’yi değiştirmeleri için kendi bilinçlerini ve kendi hayatlarını değiştirmelerine ihtiyaç olan bütün kesimler Gezi’den bir şekilde nasiplendiler, bilinçleri değişti, kendileri farklılaştılar ve Türkiye’yi de farklılaştırmaya adaylar. Politika bundan bir şey öğrenmelidir, sadece taleplerini formüle etmek açısından değil politikayı içinde icra edeceği mekanizmaları da yeniden kurmak bakımından öğrenmelidir.

Doğrusu Gezi isyanının sonuçları çerçevesinden baktığımızda HDP’nin bir kere mutlaka Türkiye ve Kürdistan ile ilgili özerklikleri kabul etmesi, yerel birimlerin özerkliklerini kabul etmesi, kendi toplumsal hareket temeli olan HDK içinde kendini ifade eden bütün sosyal kesimlerin özerkliklerini kabul etmesi, bu özerkliklerin birbiriyle etkileştiği bir yeni siyaset alanı kurması ihtiyacıyla karşı karşıya olduğumuzu görüyorum. Gezi’den sonra hem Gezi’den ve onun derslerinden yana hem de “eski” partinizden yana olamazsınız. Eğer Gezi ise size esin kaynağı olan toplumsal hareket dinamiği, bunun siyasi ifadesi -birçok demokratik süsle bezenmiş olsa bile- bir merkezi kadronun geri kalanlar adına her şeye karar vermesine dayandırılmış bir siyasi işleyiş olamaz. O yüzden Gezi bütün sınırlı ufkuna rağmen hem kendisini hem kendisine bakanları hem de ondan esinlenenleri değiştirerek böylece çok ciddi bir dönüşüm imkânı yarattı. Ama bu dönüşüm imkânının sınırlarının yukarıda ifade ettiğim gibi siyasal alanda gelip mevcut politika kalıplarının duvarına çarptığını, iktidar mücadeleleri alanında da devletin sert gücü karşısında henüz kendisine -merkezi hükümeti kuşatma altına alma kendiliğindenliği dışında- çok esaslı bir çıkış yolu bulamadığını görüyoruz. Tabii onun bir parçası olarak bütün bu yetersizlikler bizim de yetersizliklerimiz.

Ama herhalde Gezi’nin bize taşıdığı en önemli fikirlerden biri yukarıdan aşağıya olanın, dikey hiyerarşinin yerine yan yanalığı koymak, öğrenme düsturu olarak ‘bilmiyorsan yanındakine sor’ ilkesine müracaat etmekti. Burada Gezi İsyanına dair kimi sorulara bulunmaya çalışılan yanıtlar, aslında bir temel soruyu -Ne yapmalı?- sormayı mümkün kıldığı ölçüde bir anlama bürünebilir.
__________________________________
*. “Devrimci Bir Pusula: Gezi”, Haziran 2017, Derya Fırat, Cihan Erdal (ed.) Ayrıntı Yayınları, Haziran 2017, İstanbul

1. Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul Tutanağı, 24. Dönem 3. Yasama Yılı 114. Birleşim 31/Mayıs /2013 Cuma
https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g.birlesim_baslangic?P4=21959&P5=H&page1=18&page2=18

2. Radikal İki, 4 Temmuz 2013, http://www.radikal.com.tr/radikal2/geziden_sonra-1145011

3. Erdem Yörük, “Geziye Kimler Katıldı: Orta Sınıflar, İşçiler, Türkler ve Kürtler Hakkında Bazı Somut Bilgiler ve Saptamalar”, 27 Ocak 2014, T24.com.tr http://t24.com.tr/yazarlar/erdem-yoruk/geziye-kimler-katildi-orta-siniflar-isciler-turkler-ve-kurtler-hakkinda-bazi-somut-bilgiler-ve-saptamalar,8391