Kürkçü: “Doğaya Trump gibi davranırsanız son soluğunuzda içecek bir damla suyunuz olmayacak”

Kürkçü, TBMM Genel Kurulu’nda “Zeytin Yasası” olarak bilinen kötü ünlü  “torba yasa” üzerine HDP Grubu adına yaptığı konuşmada “bu torbada aslında tek bir yasa var sermayenin önünü açın yasası” dedi.  Kürkçü TBMM’yi uyardı: Doğaya Trump gibi bakmaya devam ederseniz ne kadar zengin olursanız olun, nihayet son soluğunuzda içecek bir damla dahi taze suyunuz olmayacak.”

Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; bu torba yasayla ilgili olarak grubumuzun tutumunu ifade etmek üzere buradayım ancak ondan önce ben de -daha önce değinildi ama her fırsatta değinmemiz gerektiğini düşünerek- Tunceli Milletvekilimiz Alican Önlü’nün geçtiğimiz hafta sonu uğradığı muameleye Meclisin bir kere daha dikkatini çekmek isterim.

Alican Önlü, öteki bütün milletvekilleriyle eşit haklara sahip olan bir milletvekilidir; statüsü, yararlandığı haklar ve sorumluluklar bütün öteki milletvekilleriyle eşittir fakat buna rağmen, milletvekilleri dokunulmazlığını tanımlayan anayasal statünün, milletvekillerinin hiçbir şekilde, hatta bir mahkeme kararıyla dahi tutulamayacaklarını, işlerini yapmaktan alıkonamayacaklarını, yaptıkları işlerin hiçbir şekilde engellenemeyeceğini hüküm altına almasına rağmen, bir askerî görevli tarafından, sosyal medyada da çok açık bir biçimde görüldüğü gibi sadece engellenmekle kalmamış, aynı zamanda hakarete uğratılmış, aynı zamanda kendisi fiziki zor uygulama tehdidiyle karşı karşıya bırakılmıştır ve kendisini savunabilmek için sözünden başka hiçbir şeyin kalmadığı yani kanun uygulayıcının kendi karşısına geçtiği bir yerde, Meclisin, milletvekilliğinin onurunu, şerefini korumak için elinden gelen gayreti göstermiştir. Meclisin bu gayrete karşılık vermesi gerekir, Alican Önlü’ye sahip çıkması gerekir. Değil herhangi bir alt düzeydeki askerî görevlinin, bir generalin, Genelkurmay Başkanının dahi Alican Önlü’ye bu şekilde davranmaya hakkı yoktur.Çünkü burada yazdığı gibi, eğer “egemenlik kayıtsız şartsız milletin” ve onun temsilcileri vasıtasıyla kullanılan bir şey ise, “Alican Önlü bu egemenliğin beş yüz ellide 1’inin sahibidir; hiç kimse, Türkiye Cumhuriyeti’nde onlardan daha yetkili, daha haklı, daha güçlü değildir; hiçbir şart altında bu muameleyi hak etmez” diye, Türkiye Büyük Millet Meclisi Meclis Başkanlığının bu duruma el koyması, milletvekili arkadaşlarımızın da aynı pozisyonu alması gerekir.

Biliyorum, benim bu söylediklerim sadece bir iyi niyet. Teorik olarak ve hukuken haklı bir şey söylüyorum. Ama pek çoğunuz içinizden buna inanmıyorsunuz. Çünkü dokunulmazlıklarımızı kaldırırken birbirinizle yarış hâlindeydiniz ve ne kadar mutlu bir biçimde bu dokunulmazlıklar kaldırılırken oy kullandığınızı hatırlıyorsunuz. Fakat o kadar tuhaf bir dokunulmazlığı kaldıran Anayasa değişikliği yaptınız ki ertesi gün hepimiz aynı dokunulmazlıklara sahip olduk. Şimdi, dolayısıyla, yargıçlar karşısında da hepimiz aslında zaman içinde bir yolculuk yapıyoruz. Bugünkü gövdemiz geçmişte kaldırılmış dokunulmazlık uygulamasının nesnesi hâline geliyor: İmkânsız bir iş. Fakat bu iş ortaya çıktı, dolayısıyla bu iradenin zaafa uğradığını, hatta hiç olmadığını ya da sakatlandığını söyleyebilirim ama gene de Meclisten bunu bekleriz. En azından Meclis Başkanından, Meclis başkan vekillerinden bu konuda son derece net, açık bir tutum almalarını ve sadece ve sadece FETÖ’cü bombacılara karşı değil, her türden hak ihlaline karşı Meclisin onurunu ayakta tutmaya davet ederim hepimizi.

Sevgili arkadaşlar, ne yazık ki önümüzdeki torba yasa aslında Dersim kırsalındaki astsubayın zihniyetinden o kadar uzak bir zihniyetle hazırlanmış değil: Yani komutacılık, toptancılık, Meclis iradesine karşı yürütme iradesini yansıtan bir yasayla karşı karşıyayız. 16 yasada değişiklik yapacağız ve bu 16 yasanın hemen hemen hiçbiri birbiriyle aynı aileden değil. Yükseköğrenimle ilgili yasalar ailesinden bir dizi yasa değiştiriyoruz, sosyal haklarla ilgili yasa değiştiriyoruz, tarımsal alanlar ve meralarla ilgili yasa değiştiriyoruz, çalışma yasalarını ve vergi toplamayı ilgilendiren yasalar değiştiriyoruz ve bunların hepsini bir tek torbanın içinde yapıyoruz. Ancak bu torbanın içerisine bunların hepsini bir araya koyarken işleyen bütüncül bir zihniyet var ki, belki de bu torbayı siyaseten ya da hukuken değil ama tarihsel ve sosyal olarak anlamlı kılan bir şey var. Bu yasaların hepsi bir araya geldiğinde, bu torbada bir araya getirildiğinde bize bir tek şey söyleniyor: “Biz bir yeni yasa çıkartıyoruz. Bu yasa, ‘Sermayenin önünü açın.’ yasasıdır.” Adı böyle konulmuş olsaydı belki o zaman bunu anlamlı bir tartışma olarak yapardık ama biliyorsunuz ki burjuvazi kendi kendini adlandırmayan sınıftır. O yüzden kendini başka şeyler, başka olaylar, başka süreçler, başka konumlardan adlandırır, onun vekilleri de onu öyle ifade ederler. Ama halkımızın, halklarımızın kolayca anlayabilmesi için, bugün burada konuştuğumuz yasanın “işçi karşısında, öğrenci karşısında, bilim insanı karşısında, tarımcı karşısında, halk karşısında önünü açın, sermayeyi bu toplumun, bu ülkenin engelsiz, aracısız, mutlak hâkimi kılın, sermayeden başka kimsenin hakkı olmasın” diye bir yasa çıkarmaya davet edildiğimizi görerek halka bunu daha kolay anlatabiliriz, yaptığımız iş budur.

İkinci değinmek istediğim nokta şudur: Bugün burada yer alan yasa değişikliklerinin hemen hemen dörtte 3’üne yakın bir bölümü Çevre Komisyonunu doğrudan doğruya ilgilendirmekle birlikte; çevre, ekoloji, doğanın korunması ve doğanın tarım ve sanayi tarafından tasarruf edilmesiyle ilgili olduğu hâlde ne Çevre Komisyonunun önüne bu yasa gitmiştir -üyesi olduğum komisyona- ne de Çevre Komisyonu Başkanı bunlara müdahil olmuştur. Hepinizin önünde Türkiye’yi yönetenlere ve onlar tarafından yönetilenlere açıkça şikâyet etmek isterim ki, bizim Çevre Komisyonumuz şu ana kadar, Meclis açıldığı günden bugüne kadar sadece 2 kere toplanmıştır, görevini hiçbir şekilde yapmamıştır ve tabii ki bütün komisyonlarımız başkan endeksli olduğu için bunun birinci sorumlusu da Çevre Komisyonu Başkanıdır. Ne yazık ki Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da bu Komisyonun işletilmesi bakımından, şu yasanın içindeki çok sayıda madde doğrudan doğruya kendisiyle ilgili olduğu hâlde ne tartışmaya katılmak ne de çevrenin, doğanın hakkını savunmak için en ufak bir çaba içerisinde olmamıştır.

Ancak halk, doğrudan üreticiler yasanın kendileriyle ilgili olan bütün bölümlerini son derece büyük bir dikkatle izlediler ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları Meclislerine karşı, Hükûmetlerine karşı, bakanlıklarına karşı geçtiğimiz hafta büyük bir başarı elde ettiler. Zeytinliklerle ilgili geliştirilmek istenen, zeytinlikleri ortadan kaldıran, zeytin tarımcılığını yok eden yasa tasarısını çok büyük bir kararlılıkla, ısrarla, birleşerek, ortaklaşarak, Meclisteki temsilcilerini uyararak, meslek komitelerini ayağa kaldırarak, bütün meslek kuruluşlarını harekete geçirerek durdurmayı başardılar. Hükûmet diyebilir ki: “Biz de iyiniyetli davrandık, onlara ayak uydurduk.” Eğer onlar ayağa kalkmasalardı, eğer onlar son derece ciddi bir biçimde bir toplumsal mesele hâline getirmeselerdi meselelerini, Hükûmetin buna saygı göstereceğini düşünmüyorum bile. Çünkü komisyonlarda bu saygıyı görmediler zeytin üreticileri. Hiçbir şekilde sözlerini komisyonlarda ifade edemediler, komisyonları terk etmek zorunda kaldılar ama şunu söyleyebiliriz: Olağanüstü hâl altında, kanun hükmünde kararnamelerle yönetilirken, bir tür tiranlık altında Türkiye yaşamaya çabalarken üreticiler gerçek bir önderlik yaptılar topluma. Şunu hepimize ispat ettiler: Eğer haklarınızı bilirseniz, onun etrafında toplanırsanız, onun için gereken fedakârlığı ve ısrarı sürdürürseniz ve sadece enerjinizle değil, aklınızla ve becerikliliğinizle iş görürseniz kendi aleyhinize olan gelişmeleri önleyebilirsiniz. O nedenle, zeytin üreticilerinin yarattıkları bu örneğin toplumun geri kalanına büyük bir örnek olacağını söylemek isterim.

KAMİL OKYAY SINDIR (İzmir) – Tehlike geçmedi daha Sayın Kürkcü.

GÜLAY YEDEKCİ (İstanbul) – Sadece Komisyona çektiler ya.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Şöyle ya da böyle, en azından bu adım bile son derece önemli. Ama şunu da söylemek isterim: Velev ki bu 2’nci madde tasarıdan çıkmış olsun, esasen bu yasanın ruhu ve zihniyeti örneğin doğa ile sermayenin karşı karşıya geldiği her alanda aynı biçimde sürüyor. Örneğin meralarla ilgili olan husus zeytinliklerle ilgili olanla aynıdır, aralarında hiçbir fark yoktur. Tabii, o zaman -size sataşayım da söz alıp bana yanıt verin- şunu da ister istemez sormamız gerekiyor: “Bu maddeyi geri çekerseniz geri kalanına yol veririz.” vaadinin aslında arkasında durulamayacak bir vaat olduğunu görmüş olduğunuzu tahmin ediyorum.

KAZIM ARSLAN (Denizli) – Öyle bir vaadimiz yok, yok.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – En azından parti görüşü değilse bile… Ben duydum, yanlış duymadım değil mi?

ÖZGÜR ÖZEL (Manisa) – Yok, öyle bir vaadimiz yok.

TAHSİN TARHAN (Kocaeli) – Yok öyle bir vaat.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Peki. Yani siz cevabı verin.

TAHSİN TARHAN (Kocaeli) – Meralara karşıyız!

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Teşekkür ederim, bu cevabı işitmekten memnun olurum.

Şimdi, hâlâ geri çekilmesi tartışılmayan 1’inci maddesinden başlayarak bu yasanın neden “sermayenin önünü açın yasası” olduğunu basitçe anlayabiliriz. Bunun 1’inci maddesi, hafta tatilinin belirlendiği maddeyi ortadan kaldırmak, bu kanunu tümüyle yürürlükten kaldırmak. Denebilir ki -bence bunu kaldıranlar onu da diyorlar içlerinden- “İyi ama 1981 tarihli 2429 sayılı Yasa’da hafta tatilinin pazar olduğu ve otuz beş saatten az olmayacak şekilde bir hafta tatili uygulamasının geçerli olacağı yazılıyor. Dolayısıyla bu güvence altındadır.” Ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Hafta tatiliyle ilgili bir yasanın konulması sadece ve sadece yaşam tarzıyla, kültürle, sanayiyle ilgili bir mesele değildi. Bu, işçi haklarıyla ilgili bir meseleydi. Çalışan herkesin haftada bir gün ve herkesin tatil yaptığı gün, herkesle birlikte tatil yapma hakkıydı. Gerek çalışma yasalarında gerek diğer yasalarda hafta tatilinin mutlaka pazar olması gerektiğine dair bir husus yok, işverenlerin keyfine bırakılan hususlar var. İşveren derse ki “Benim işletmemde hafta tatili çarşambadır.” çarşamba hafta tatili yapılabilir. Ancak toplumun genel olarak “hafta tatili” diye bir kavramla, herkesle birlikte çalışıp herkesle birlikte dinlenebileceği ve hayatını buna göre sürdürebileceği bir ilişkiyi tam seksen beş yıldır bir arada sürdürürken, şimdi karşı karşıya kaldığımız mesele, hafta tatilinin keyfe göre, herhangi bir yasa tarafından tanzim edilmeyerek, korunmayarak hafta tatili olarak başka yasalara dağıtılmış olmasıdır. Bu, işçi haklarını temelden sakatlayan bir husustur, işçi haklarını normdan yoksun bırakan bir husustur, başta fazla mesailer olmak üzere pek çok alanda işçilerin hak tanımlarının üzerinde değerlendirildiği ölçüleri ortadan kaldıran bir girişimdir. Bunun geri çekilmesi gerekir, tıpkı 2’nci madde gibi. Bunu haklı gösterecek olan hiçbir şey yoktur, oraya yazılanın dışında. Neymiş? Hafta sonu işçi çalıştırmak için kimi sanayi kuruluşları belediyelere bir miktar para veriyorlarmış, bu parayı vermesinlermiş, ceplerinde kalsınmış. Hayır, bundan ibaret değildir; bu, sadece ondan ibaret değildir. Hafta sonlarında işçilerin rızası olmadan onları çalıştırmaya mecbur etme kudretini işverenlerin, patronların elinden alan bir yasadır. O nedenle, bunun olduğu gibi ortadan kaldırılması, hafta tatilinin meşkuk, nasıl olduğu, nasıl kullanılacağı belli olmayan bir hak hâline getirilmesine, giderek tırpanlanmasına, giderek çalışma hayatının ihtiyaçları dışındaki ihtiyaçlar tarafından tanımlanmasına ve giderek Türkiye’de laiklik üzerine bir tartışmanın kapısını açmaya varır. Böyle bir tartışmaya ne ihtiyacımız var ne de Türkiye’deki yaşam “Pazar günleri tatil yapıyoruz” diye başka haklar ve ihtiyaçlar bakımından engelleniyor. Bugüne kadar cuma günleri ibadetini -cuma namazına gitmesini- hafta sonu pazar olduğu için yerine getiremeyen hiçbir yurttaşımızı ben tanımıyorum. Toplum kendi içinde bu dengeyi kurmuş durumdadır. O yüzden, bunlara ihtiyaç yok. Bu yasa olduğu yerde kalırsa hepimiz için daha iyi olur, her şeyden önce işçiler için çok daha iyi olur.

Gelelim bütün bu yasanın gerisindeki mantığın Hükûmet tarafından propaganda edilişine. Sevgili arkadaşlar, gerek Sanayi Bakanı gerek Başbakan zeytin tartışması sırasında hep şunu söylediler, dediler ki: “Zeytin mi önemli, tesis mi önemli? Hangisi önemli?  Yani zeytin ağacını koruyacağız -şimdi bunu tercüme edebilirsiniz: ‘Merayı koruyacağız’- diye tesis yapılmasının önüne geçmeyin.”

Sevgili arkadaşlar, tartışma bu değildir. Aynı zamanda hem zeytinci hem sanayici olabilirsiniz Akdeniz ülkelerinin çoğunun olduğu gibi. Bu ikisi birbirine karşı konulacak şeyler değil. Fakat Allah’ınızı severseniz, “sanayi, sanayi” dediğiniz şey nedir? İnşaat, madencilik ve imalat sanayileri. En yüksek kârlılık oranlarına sahip olan bu sanayiler, şimdi tarım alanlarını istila etmeye yöneliyor. Fakat Türkiye’nin uluslararası rekabet edebilirliği bakımından bu alanların hiçbir önemi yoktur. Türkiye ve dünyadaki bütün kârlılık kaynağı AR-GE’ye dayalı, katma değeri yüksek ürünleri içeride ve dışarıda üretip satmakla ilgilidir. Velev ki kapitalizmin ortak değerlerini kabul edelim, hepimiz kapitalizme iman etmiş olalım, o zaman kapitalist yoldan gelişmek için eğer yüksek AR-GE katkısı olmayan, katma değeri yüksek ürünler üretmiyorsanız dünya piyasasında yapacağınız hiçbir şey yoktur. Bu da aslında ne kadar patent ürettiğinizle ilgilidir. 2010’da Türkiye’de üretilen patent sayısı 388’dir, Japonya’da üretilen patent sayısı 371.445’tir. Bu ikisi arasındaki fark, aslında sizin “kalkınma” dediğiniz şeyin ne manaya geldiği hakkında son derece açık bir fikir verir. Bu, sadece ve sadece doğayı insanlığın aleyhine olacak şekilde sömürerek kısa vadeli kârlar peşinde koşan bir sanayici sınıfına hizmet etmekten ibarettir.

Aynı şekilde, tarım alanlarıyla ilgili yasa özellikle meralar bakımından son derece büyük bir tehlike içeriyor. Bunun sonuçları itibarıyla konuşacak olursak şunları söyleyebiliriz: Bugün Türkiye’de 55 milyon 510 bin küçük ve büyükbaş hayvan var, mera alanı da 45 milyon hektardan 14 milyon hektara düşmüş durumda 1924’e göre. Oysa sadece 1980’de 67 milyon 673 bin küçükbaş hayvan, 16 milyon 925 bin büyükbaş hayvan vardı. 14 milyon 222 bin büyükbaş hayvan bugün var, bunların sayısı 1991’de gene gerilemekteydi. Aslında bunların bize net olarak verdiği fikir şudur: Toplum, ekonomi, sermaye, tarımın aleyhine, köylünün aleyhine ve genel olarak sürdürülebilir kalkınmanın aleyhine genişlemekte; tarım, doğa hayvancılık bu uygulama sonucunda gerilemektedir. Bunun sonucunda şehirlerde herhangi bir şekilde eğitilmemiş, herhangi bir şekilde beceri kazandırılmamış düşük vasıflı iş gücünün iskân edilmeye çalışıldığı son derece tuhaf bir kentsel büyümeyle karşı karşıyayız. Ancak şunu da aklımızda tutmamız lazım: Meralardaki bu küçülme, sadece sanayinin böylesine hoyratça gelişmesi değil, aynı zamanda Kürtlerin yaşadıkları alanlarda, yaylalarda, meralarda hayvancılığın ve tarımcılığın askerî yöntemlerle önlenmesinin sonucudur da. Türkiye demek ki hoyrat bir sanayileşme ve kendi halkına karşı, onun haklarına karşı hoyrat bir savaşın sonucunda bugünkü duruma düşmüştür.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Sayın Başkan, bitirmek için bir dakikaya daha ihtiyacım var.

BAŞKAN – İlave süre veriyorum.

Buyurunuz Sayın Kürkcü.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Şu hâlde bize lazım gelen böyle bir torba değil, tam tersine bu torbayı bir yana bırakarak üreticiler ile -Türkiye’nin gerçek üreticileri, Türkiye’deki gerçek emekçiler ile- toplumun sözcülerinin bir araya gelerek Türkiye’nin geleceğine dair planları birlikte yapmalarıdır. Bu hâlde bırakacak olursak eğer, karşı karşıya kalacağımız tek şey: Doğanın her geçen gün tükenmesini seyretmek ve bunu seyrederken de aslında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Trump’ın doğaya baktığı gibi bakmaya devam etmektir. “Ne yani biz zarar edelim doğa kazansın mı, böyle şey mi olur?” dediğinizde, aslında nerede yaşadığınız hakkında çok az fikre sahip oluyorsunuz demektir. Çünkü hava olmadıktan sonra ne üretirseniz üretin, su olmadıktan sonra ne kadar zengin olursanız olun, nihayet son soluğunuzda içecek bir damla dahi taze suyunuz olmayacak. Böyle bir yaşamdansa, birlikte daha az tüketerek ama daha güçlü bir biçimde dayanışarak yaşamak pekâlâ mümkün. Bunun yolunu hep beraber açabiliriz.

Sevgi ve saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)