“Düşman Ceza Hukuku” ve Cezaevleri

Ertuğrul Kürkçü’nün Türkiye Barolar Birliği’nin düzenlediği “Avukatlık Haftası: İnsan Hakları Bağlamında Hükümlü ve Tutuklu Hakları Paneli” nde yaptığı konuşma.

baro_2AHAFHerkese merhaba. İsmail Saymaz arkadaşımızın burada bir bölümünü anlattığı hakikatlerle biz İnsan Hakları Komisyonunun bir alt komisyonu olan Cezaevleri İnceleme Komisyonu üyeleri olarak sıkça karşılaşıyoruz.

 

Ayrıca kendimizi vazifeli addederek ya da dostlarımızı, yoldaşlarımızı görmek için gittiğimiz cezaevlerinde de, aslında bu Dostoyevski’nin çok önceden söylediği, artık bir klişe halini almış olan “Bir ülkenin hangi uygarlık âlemine ait olduğu cezaevlerine bakılarak anlaşılabilir” sözünün somut bir hakikat olduğunu da gözlüyoruz.

 

Doğrusu ben tabii bu cezaevini ilk defa vekil olarak böyle bir yetkiye ya da göreve sahip olduğum için görmüş değilim. Ömrümün çok uzunca bir dönemi, şu anki ömrünün dörtte biri cezaevinde geçti ve o açıdan bugünkü durumla, önceki durumları da karşılaştırabilecek kadar bir gözlem yapma şansına sahip oldum.

 

Şunu söyleyebilirim: Bugün Türkiye cezaevlerinde yatan siyasi tutuklu ve hükümlülerin durumları, bundan 40 yıl öncesinden, 30 yıl öncesinden daha iyi değildir, daha kötüdür. Çünkü Türkiye’de kategorik olarak siyasi tutuklu kavramının ortadan kaldırılması-yıkılması, bunun tutuklu ve hükümlü hak ve özgürlüklerinden en az yararlanabilecek ya da hiç yararlanamayacak bir hükümlü kategorisi olarak terör hükümlüsü diye kayıt altına alınmış olmasıyla ilgili.

 

Zaten hukuk mevzuatı da bu sıfatla yargılanan ve hüküm giyenlerin koşullu salıverme şartlarından daha az yararlanacaklarını ve cezalarının arttırılacağını öngördüğü için, yargı sürecinden başlayan bir baskılanmanın ister istemez cezaevlerini yönetenlere de bir direktif gibi yansıdığını görebiliriz.

 

Bir bütün olarak söylersem; F tipi cezaevlerinin kurulmasına ön gelen süreçle birlikte, Adalet Bakanlığının değişen cezaevi yönetimi algısı, Türkiye’de Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletlerindeki en kötü örneklerin model alınarak cezaevlerine yansıtıldığı bir yeni disiplin anlayışı ortaya koydu. Bununla birlikte de, Türkiye’nin her şeyi kendine benzeten, “alaturka” dediğimiz, yani bizim standart dışılığa getirdiğimiz kendimize özgü tanımla, bu olumsuz örneklerin bir de alaturka bir imbikten geçtikten sonra aldığı hal, bence cezaevinde yakınları olan ya da cezaevlerine düşmesi olasılığı olan herkes için de bir elem konusu. Yani bu sadece tutuklu ve hükümlüleri ilgilendiren bir konu değil.

 

Ben şöyle düşünüyorum, öyle de olması gerekir. Cezaevinde insanların bulunması istisna olmalı ve cezaevinde bulunacak insanların bütün yurttaşlarla cezaevine dışına çıkma dışında hak ve özgürlükler bakımından herhangi bir farklarının bulunmaması gerekir. Çünkü eğer modern ceza usulleri, tutuklu ve hükümlülerin kaçmalarının önlenmesi ve rehabilite olmaları dışında, herhangi bir eza, ceza, zulüm, işkenceyi öngöremeyecek kadar hukuk devleti normlarıyla bağlıysa, o zaman bu kadar baskıcı ve bu kadar kısıtlayıcı bir ceza infaz rejiminin her şeyden önce bir hukuk devleti anlayışıyla ilişkisini sorgulamak gerekir.

 

Ben o açıdan gördüğümüz örneklerin,  bizim bütün iddialara rağmen Türkiye’deki cezaevleri rejiminin ve ceza infaz rejiminin, kendimize model alabileceğimiz hak ve özgürlükler bakımından standardın üstünde bulunan ülkelere ve onları uygulama pratiklerine göre çok geride durduğunu kabul etmek zorundayız. Daha en başından şunu söyleyebiliriz: Şu an Adalet Bakanlığının verdiği rakamlara göre, cezaevlerinde kalan insanların en azından 6 bininin yatacak yatağı yoktur. Cezaevlerinin barındırma kapasitesiyle, cezaevlerinde bulunan insan miktarı arasındaki fark 6 bin eksidir. Yani 6 bin kişi için şartlar yoktur.

 

 

Şimdi tabii bu cezaevlerinin kapasitesi dediğimiz şeyler ise, aslında hepimiz gittik beraber gördük. Ayhan Sefer Üstün de bu süreçlerde bizimle beraber oldu, kimi izlemelerde. Veli Ağbaba arkadaşımız da yakından biliyor. Bu cezaevlerindeki kapasite denilen şey, aslında 300 kişi için yapılmış cezaevlerinin artan cezaevi nüfusu, basıncı altında önce 600 kişili hale getirilmesi. Yani kişi başına düşen yer, hava, yatak yeri miktarının yarıya inmesi. Daha sonra bunun da üzerine bir o kadar kapasite eklenmesi. Mesela Urfa Cezaevinde 13 insanın yanmasından sonra gittiğimiz incelemede gördüğümüz gerçek buydu. 350 kişi için yapılmış olan cezaevinde orijinal olarak, 1200 insan kalıyordu.

 

Şimdi bu şartlar altında, zaten cezaevine girmenin kendisi bir işkence. Burada artık hangi standardı tutturmaya çalışırsanız çalışın, tutturamazsınız, tutmaz. Çünkü Türkiye’nin cezalandırma, yargıçların cezalandırma arzularıyla, Adalet Bakanlığının bu cezalandırılan insanları barındırma kapasitesi arasındaki uçurum git gide açılmaktadır. Şimdi dolayısıyla bu hakların korunması bakımından son derece temel bir problemle karşı karşıyayız.

 

 

Ben doğrusu Türkiye’deki bu cezaevi probleminin, cezaevindeki tutuklu ve hükümlülerin hakları probleminin, aslında yargılama hatta yargılama öncesi kovuşturma aşamasında başlayan ve Türkiye’nin şimdi içinden çıkmaya çalıştığı savaş koşullarıyla olumsuz bir biçimde belirlenmiş bir kentine özgü paralel düzenin eseri olduğunu düşünüyorum.

 

Kastettiğim şey şudur: Pozantı Cezaevindeki felaket, rezalet, cinayet, her türlü bildiğiniz olumsuz sıfatla niteleyebileceğiniz Pozantı Cezaevindeki durumu incelemek için oraya gittim. Oradan salıverilmiş çocuklarla, aileleriyle konuştum. Mersin İnsan Hakları Derneğinin bununla ilgili olarak tuttuğu raporlara baktığım zaman gördüğüm şey şudur: Doğrudan doğruya bu çocukların yaşadığı semtlerden, mahallelerden başlayan, onların etnik kimlikleri, siyasi arka planları, aidiyetleriyle sorunlu, bunu kendisine karşı düşman olarak gören. Burada ilan edilmemiş bir savaşın tarafı olarak kendisini kurgulamış güvenlik güçlerinin icraatından başlayarak sorgulama, takip, emniyetteki muamele, oradan cezaevine transfer ve cezaevinde uygulanan her türlü baskı, eziyet, cinsel taciz ve etnik aidiyetlerin aşağılanması, etnik kimliklerinden ötürü şiddete uğramalarına kadar varan ve yargılama sürecinde de kendisini aynı şekilde ifade eden bir zincirin içerisinde, yaşları 13 ilâ 18 arasında olan çocukların işleme tabi tutulduklarını gördük. Bununla ilgili raporlarımızı da, düşüncelerimizi de yayınladık.

 

 

Şimdi dolayısıyla mahalledeki polisle ilişkisinden başlayan bir öç alma sürecinin, mahkemede başka türlü cereyan etmesi ve bunun hapishaneye başka türlü yansıması bence mümkün değil. Bugün Türkiye’de hukuk dünyasının kabul ettiği bir adlandırma var. Ben de bunu kabul ediyorum. Bunun hukuksuzluk anlamına gelen bir hukuk olarak tarihi bir bağlamı ve karşılığı var; “düşman ceza hukuku” denilen şey. Bu düşman ceza hukuku bugün Türkiye’de, aslında paralel bir hukuk rejimi olarak uygulama halindedir ve cezaevlerine yansıyan da bu hukuk düzeninin cezaevi izdüşümüdür. Bütün olumsuzlukların gerisinde, her şeyden önce bu vardır. Mesela ben şimdi size diyorum ki, ben 18 yaşındayken, 20 yaşındayken siyasi tutukluların ve hükümlülerin durumu, bugünkünden daha iyiydi derken, aslında o zaman da hiç değildi, ama bir düşman ceza hukuku pratiği o zaman Türkiye’nin hukuk hayatına girmiş değildir. Şimdi bu pratikle biz karşı karşıyayız.

 

Bu pratiğin esasını şu meydana getiriyor: Bir tip insan, bir tip suçlu ıslahı gayri mümkündür, onu ıslah edemezsiniz. Ondan kurtulmanız, ondan ebediyen kurtulamıyorsanız onu izole etmeniz, onu tesirsiz hale getirmeniz, onun kişiliğini yıkmanız gerekir. Yazılı olmayan kural, yazılı olmayan kanun budur. Dolayısıyla özellikle daha çok –tırnak içerisinde- “terör suçluları” denilen yargılama ya da hüküm aşamasında cezaevinde kalanlara karşı, cezaevi pratiğinin bu hali almasının en önemli sebebi; bu düşman ceza hukuku anlayışının Türkiye’de süre giden çatışmanın kendisini yargı düzenine, güvenlik düzenine empoze etmesinden doğan sonuçlardır. Bunların hepsi İsmail arkadaşımızın okuduğu gibi, kişisel insan hikâyelerine dönüştüğü zaman, bu benim söylediğim genellik, katılık ve soğukluk içerisinde değil, hakiki canlı insan pratiği içerisinde okunduğu zaman cezaevlerinin ne kadar büyük trajedilerin, ne kadar büyük dramların, ne kadar büyük insani acıların kaynağı olduğunu görebiliriz.

 

Bütün düzeltme çabalarına, Avrupa Birliğinden gelen norm aktarımlarına, buradan önerilen tedbirlere uygun bir biçimde yeni cezaevlerinin inşasına, şuna-buna rağmen bu düşman ceza hukuku pratiği yürürlükte kaldığı sürece, kaçınılmaz bir biçimde bu alelade mahkûmların cezalandırılmasına da sirayet eden. Yani çıtayı buraya koyduğunuz zaman, sıradan hükümlü için de ceza pratiklerinin buna benzediği. Aslında bizim Osmanlı tabiriyle zindancılık dediğimiz uygulamaların bugün daha modern yapılar içerisinde kendilerini yeniden ürettiğine tanık oluyoruz. Hiçbir şey değişmemiz gibi davranmayalım. Bazı şeylerin değiştiğini de görebiliyoruz, ama bunların bütün tutuklu-hükümlü, suç-ceza, cezalandırma-infaz okyanusu içerisinde birer damla olarak kaldığını söylersem, bu durumu abartmış olmam.

 

Şimdi bizim önümüze gelen, İnsan Hakları Komisyonu üyeleri olduğumuz için, Türkiye’de sorunları olan insanların gittiği, başvurduğu iki tane yer var. Bir, insan hakları derneklerine gidiyorlar, ikincisi de İnsan Hakları Komisyonuna başvuruyorlar, mektuplar gönderiyorlar. Buradan bizim önümüze gelen başvuruları tasnif ettiğimiz zaman şunlarla karşı karşıya kalıyoruz. Aslında tutuklu ve hükümlülerin diğer insanlarla eşit haklı muamele gördükleri durumlar istisnadır. Eşitsizlikler ve var olan yasaların bile gerisine düşen muameleler geneldir.

 

Her şeyden önce haftada 10 saat bir araya gelme hakkı genellikle uygulanmamaktadır. İnsanların onur ve haysiyetlerini incitecek şekilde arama, özellikle yüksek güvenlikli cezaevlerinde görevliler tarafından forse edilen İnsan Hakları Komisyonunun Adalet Bakanlığına gönderdiği tersine çağrılara rağmen, gittiğimiz bütün cezaevlerinde çıplak arama, çıplak ararken mahremiyete riayet etmeme-uymama, kadın ve erkek hükümlülerin hepsi için geçerli bir biçimde. İşte gözünüzün önüne getirin, herhangi biriniz cezaevine düşebilirsiniz. Oraya girdiğiniz zaman ilk karşılaşacağınız şey, üzerinizdeki her şeyin çıkartılmasının sizden istenmesi. Bunun insana neye mal olacağını, nasıl bir manevi yıkıma mal olacağını düşünebilirsiniz. Bundan yakınan hükümlü ve tutukluların gördüklerimizin hemen hemen tamamı olduğunu söyleyebiliriz.

 

Kapasite yetersizliğini söyledim.

 

Zamana uyma uyarısını dikkate alarak, şunu söyleyebilirim: Ben esasen Türkiye’deki tutuklu ve hükümlü haklarının yıkımının, mevcut yargı düzeni içerisinde başladığını. Cezaevlerinin mevcut yargı düzeninin oluşturduğu standardı kendi şartlarına tercüme ettiğini, bunun da gerisinde bir düşman ceza hukuku anlayışının yattığını söyleyebilirim.

 

Türkiye’de tutuklu ve hükümlülerin haklarının öteki insanlarla eşit olduğu, dışarıya çıkma, serbestçe dolaşma dışında aslında onları bu haklardan mahrum edecek herhangi bir yasal-anayasal düzenleme yapılamayacağı düşüncesi, yasa koyucuya ve yasayı uygulayan makamlara nüfuz etmedikçe, yerleşmedikçe cezaevleri eza evleri, zulüm evleri ve zindanlar olarak yaşamaya devam edecek. Sadece şimdi yapıldığı gibi, onların dış görünüşlerini, onun iç teşrifatını değiştirebilirsiniz. Fakat gerisindeki pratik aynı kalacaktır.

 

Bu da Dostoyevski’ye başladığımız gibi yeniden müracaat edecek olursak, Türkiye’yi hâlâ bir modern uluslar ailesinin özgür ve eşit haklı üyelerinin yaşadığı bir ülke statüsüne çıkartamadığını bu cezaevlerine bakarak gördüğümüzü söyleyebiliriz. Ne yazık ki bizim de iki yıllık yasama pratiğimiz, bunun düzelmesi yolunda denizde bir damla kadar olsun bir etki de bulunmadı diye düşünüyorum.