Erdoğan faşizme yürüyor!

Kürkçü, Siyaset Gazetesi’ne dokunulmazlıkların kaldırılmasının politik anlamı ve sonuçları üzerine değerlendirmelerini aktarırken Erdoğan’ın faşizme ilerlediğini belirtti.

imLqZl6yDokunulmazlıkla ilgili Meclis’te yapılan Anayasa değişikliği ne tür bir siyasi sürecin kapısını araladı?

Bu hamle esasen Kürt siyasi özgürlük hareketi ile Türkiye’nin demokratik ve sosyal özgürlük güçleri arasında kurulmuş bulunan tarihi ittifaka yönelik darbenin adımlarından biridir. Amacı, iktidar yürüyüşü önünde engel olduğunu gördüğü bu ittifakı parlamento dışına sürükleyerek aşmak ve darbenin başarıya ulaşmasını sağlamaktır. Bu darbenin amacı yalnızca Tayyip Erdoğan’ın diktatörlük heveslerini gerçekleştirmek değil, onun karşısındaki alternatifi yani bizim programımızı da çökertmek. Gerçeğin bir yanı Tayyip Erdoğan’ın kendi egemenliğini pekiştirme hırsıysa öbür yanı, 7 Haziran seçimlerinde elde edilen başarı ile gerçekleşebileceğinin işareti verilen ve HDP programında ifadesini bulan demokrasi, özgürlük ve eşitlik mücadelesinden; demokratik cumhuriyet demokratik özerklik hedefinin kazandığı popüler destekten duyulan korkudur. O yüzden bu hamle, gerçek bir sınıf mücadelesinin siyasi bir ifadesi olarak görülmelidir.

CHP’nin Meclis’teki tutumu Anayasa oylamalarının ilk turlarında farklı, son oylamada farklı oldu. Bu tutum CHP’den bekleniyor muydu?

Ben şahsen bu tutumu bekliyordum. Diğer vekil arkadaşlarımın hangisi hangi öngörüyü esas alıyordu bunu söylemek zor ama çeşitli ihtimaller üzerinde duruldu elbette. Ben CHP’nin Meclis’in önüne getirilen bu Anayasa değişikliği teklifine “evet” demesinin kaçınılmaz olduğu görüşündeydim. Kılıçdaroğlu parti grubundan hiç kimseye bir şey sormadan ve arkasına sağlam hiçbir argüman almadan bir televizyon programına çıkıp “Anayasa değişikliği teklifine evet diyeceğiz” dediği zaman bu belliydi. Hiçbir parti başkanı böyle bir vaadinin sonuçsuz kalmasına razı olmaz olamaz. Kılıçdaroğlu da olamazdı. Dolayısıyla partisinin içinde sözünün geçeceği en az 20 milletvekilini hazırlamadan ve kendisinin vaadine kayıtsız koşulsuz “evet” diyeceğini düşünmeden bu adımı atmazdı. Demek ki Kılıçdaroğlu bunu söylediği gün bu karar verilmişti. Sonrası CHP’nin iç dengeleri ve tabanıyla ilişkilerine bağlı konularla ve bu süreci yönetme hassasiyeti ile ilgilidir. Özetle, tabanının oylamada “evet deyin” baskısı olmadığı için CHP yönetimi gidebileceği son ana kadar tabanla birlikte gitti ve karar anında da gerçek tutumunu ortaya koydu. Sezgin Tanrıkulu’nun kendisi “hayır” dedikten sonra “evet”i savunan açıklamasına bakarak şunu söyleyebilirim: Aslında “hayır” diyenlerin bir bölümü de sahiden “hayır” demediler, “evet”i meşrulaştıran bir “hayır” oyu verdiler. Tanrıkulu çok açık bir biçimde söyledi: “CHP’de egemen olan görüş referandumun ülkedeki kutuplaşmayı daha da ağırlaştıracağı yönünde olmuştur. O nedenle 20 vekil evet oyu vermiştir. Bu, CHP’nin politikalarından taviz değil. CHP sonuç itibarıyla 3 siyasi partiden daha farklı bir noktada. CHP oy vermeseydi ne olacaktı? Referanduma gidecekti.” Görünüşte “hayır” oyu kullanan birisi şimdi Kılıçdaroğlu’nun “evet” oyu kullanılması için ileri sürdüğü argümanı bize gerçek siyaset diye anlatıyor. Demek ki CHP’de “hayır” diyenlerin bir bölümüyle “evet” diyenler aynı taktiğin bir parçasıydılar. Elbette insafsızlık etmeyelim! CHP içinde samimi olarak ve kategorik olarak “hayır” diyenler de vardı. Örnek vermek gerekirse Fikri Sağlar, İlhan Cihaner, Musa Çam gibi milletvekilleri böyledir. Oylama sonrasında “hayır” oyunun gereği olan taktik ve siyasetleri önermeye devam ediyorlar. Toplam olarak kaç kişilerdir ve kimlerdir bunu ezbere söyleyemeyebilirim ancak Sezgin Tanrıkulu’nun tutumu “hayır” diyenlerin önemlice bir bölümünün aslında “evet” dediğini çok net olarak bize gösteriyor.

Ülkedeki toplumsal muhalefet güçleri; sosyalist soldan demokratlara, liberallere kadar geniş bir kesim Bir faşizm tehlikesinden, diktatörlük tehlikesinden bahsediyor ve acilen demokrasi cephesinin gerekliliği üzerine saptamalarda bulunuyor. Ne var ki bu konuda somut bir ilerleme sağlanamadı, bunun nedeni nedir?

Tayyip Erdoğan’ın yürüyüşünün gerçekten faşist diktatörlüğe doğru olduğuna dair bir ayıklığın yokluğu önemli bir etken. Doğrusu, faşizmin klasik doktrinde ifadesini bulan sürecine dair bütün metodoloji, Erdoğan’ın yürüyüşünde de neredeyse birebir kitapta olduğu gibi ifadesini buluyor. Ne var ki pek çok insan soy faşizm olarak MHP’nin varlığını veri aldığından Erdoğan’ın faşizme yürüdüğüne bir türlü inanamadı, hâlâ da inanamıyor. Lümpenlerin ve küçük burjuvaların oluşturduğu bir kitle hareketine yaslanmak; milli ve dini efsaneleri bir üstünlük mitolojisine içeren sahte bir kardeşlik ideolojisi çevresinde yığınak yapmak; “üstünler”in dümen suyundan giderken “üstün”lere atıp tutmak; bir yandan devlet içinde çeteler oluştururken öte yandan doğrudan Saray’a bağlı olarak oluşturulan sivil çetelerle toplumu ve kurumları baskı altına almak; düşman ceza hukuku uygulamasını yargı doktrini düzeyine yükseltmek; siyasi partiyi bir şeflik sistemi üzerine yeniden dizayn etmek; liyakate değil doğrudan doğruya şefe sadakate dayalı bir devlet politikası iklimi oluşturmak; loncalara dayanan bir toplumsal örgütlenme mitolojisiyle esnafı güvenlik aygıtıyla ikame etmek; meslek gruplarına devletin uzantısı olacak şekilde misyonlar biçmek, baskı ve sömürüyü, kadınlara ve heteroseksist olmayan cinsiyet yönelimlerine yönelik nefret söylemine dinsel meşruiyet kazandırmak… İşte AKP’nin iktidar pratiğinde bütün bunlara bir arada baktığımızda aslında bir faşist hareketin gözlerimizin önünde hızla devlet iktidarını fethetmeye doğru yürüdüğünü görürüz. Bu o kadar yıkıcı bir şekilde gelişiyor ki, bizim Milliyetçi Hareket Partisi kimliğinde bildiğimiz ve tanıdığımız eski faşist hareketi önemsiz bir ayrıntı durumuna düşürerek onu soğurmaya başlıyor. Dokunulmazlık oylamasında ortaya çıkan tabloya baktığımızda Tuğrul Türkeş’in MHP’den ayrılarak AKP’ye gitmesinin ve Hükümet’te yer almasının aslında AKP ile MHP’nin ortaklık projesinde köprübaşı tutma görevi olduğu açığa çıkıyor. O nedenle şu anda bütün cüssesi ile bir faşist hareketin karşımıza çıkmaya başladığını açıkça söylemek mümkün. Bu bir demokratik devrimin yıkıcı bir toplumsal devrim olmaksızın kendi dinamikleri içerisinden sosyalizme doğru evrilmesinin simetriği olarak görebileceğimiz bir anti-devrim: Muhafazakar, İslamcı bir muhalefet hareketi iktidara yükselişinin sürekliliği içinde devletle ve sermayeyle özdeşleşerek bir faşist harekete evriliyor. Gelişmeler bunu düşündürüyor.

Gelişmekte olan bu tehlikeden zarar görecek bütün güçler neden bir araya gelemiyor?

Gerçekte olanın bu olduğunun idrak edilmesi çok yavaş oldu, zaman aldı. Artık, olmakta olan bütün çıplaklığıyla görülüyor ama faşist hareketin de epeyce yol aldığını söylemeliyiz. Bu yürüyüş sırasında eski rejimden öç almak için bekleyen pek çok kesim AKP’nin ordu ve bürokrasiyle itişmesine bakarak bu yürüyüşün demokratik bir imkan olduğu yanılsamasıyla bu faşist yükselişin günahına bulaştılar, bulaştırıldılar. Tarihsel olarak aynı demokratik zeminde duranlar siyaseten birbirlerine düşürüldüler: 2010 Anayasa oylaması sırasındaki ayrışmaları hatırlayalım, 2014 sonrası “pişmanlık”, “yanılmışlık”, “aldatılmışlık” beyanlarını ve itiraflarını hatırlayalım. Beri yandan ele geçirilmiş devlet medyası ve yandaş medyanın, hakikatin çarpıtılmasına, bulanıklaştırılmasına dönük çabasıyla bu yürüyüşün taktikleri adım adım zihinlere yerleştirildi; sonunda bütün bu gelişmelerin gerçek yönelişini ortaya koyacak güçlü, inandırıcı kapsayıcı bir politik öncülüğün olmaması nedeniyle de maalesef bu duruma gelindi. HDP’nin kuruluşuna, parti olarak seçimlere girişine ve AKP rejimini hedeflemesine yönelik itirazları hatırlayın. Bir yandan da işçi hareketinin örgütsüzlüğü, Türkiye’de faşizme karşı en önemli dayanak noktası olabilecek bir politik işçi hareketinin neredeyse yok olmuş olması, şimdi faşizme yürüyenlerin işlerini çok kolaylaştırdı ve demokrasi güçlerini atıl durumda bıraktı. Buna savaşın sürekliliğinin emekçileri ve yoksulları daimi olarak bölünmüş halde tutmasını ekleyin…

Bu ortamda Anayasa tartışması sürdürmek, alternatif bir Anayasa önerisi geliştirmek mümkün mü ve doğru olur mu?

Hayır, dün de bunun zamanı değildi, şimdi hiç değildir. AKP’nin bu konuda gerçek bir tartışması yok. Eşit koşullarda, demokratik bir ortamda ama farklı Anayasa modellerini tartışıyor değiliz. Var olan mevzuat karşısında hukuken ve siyaseten bir mücrim olan Tayyip Erdoğan’ın kendi durumuna yasal kılıf bulmak için dayattığı kendi anayasasını meşrulaştırmasına yardımcı olmak anlamına gelecektir bu durum. Sanki bugün bir Anayasa tartışması yapılıyormuş ve yapılabilirmiş gibi davranmak bu oyunun bir parçası olmaktır. Bugün yapılması gereken, mevcut, var kalan özgürlük ve demokrasi alanlarını koruyarak daha ilerisine gitmek için siyasi bir mücadele yürütmektir. Bunun zamanıdır. Bu mücadeleyi bir Anayasa tartışması ile bağlamak zorunda değiliz.

Yapmamız gereken, bu egemenlik biçimine itiraz eden herkesle ayrıntılara girmeden ve ekleri, belgeleri, imza föyleri falan olan bir takım anlaşmalar yapmaya kalkışmadan temel talepler üzerinden bir araya gelmektir. Bu olamıyorsa bile aynı hat üzerinde, belki ayrı yürümek, ama birlikte vurmaktır. Temel görev Tayyip Erdoğan’ın faşist hareketinin iktidara istediği biçimde yürümesine engel olmak ve bunun arka planında Ergenekon’la kurulmuş ittifakı çökertmek olmaktır. Bu mücadele içerisinde en geniş kesimlerle yan yana gelirken mücadele de büyüyecektir.

(http://linkis.com/siyasihaber3.org/XpWNT)