Fidel’le At Koşturmak

Ertuğrul Kürkçü Fidel Castro’nun küllerinin Santiago de Cuba’da Jose Marti’nin mezarının yanıbaşına konulduğu törenlere HDP’yi temsilen katıldı; “Çalakalem Bazı Notlar” diye nitelediği izlenimleri Express dergisinin Ocak sayısında “Fidel Si!”  başlığıyla yayımlandı. Notlar’ı bölümlerinden birinin başlığı altında yeniden yayınlıyoruz.
Fidel için ilk büyük tören 28-29 Kasım’da Havana’da yapıldı. Dünyanın önde gelen siyasi liderleri, devlet ve hükümet başkanları, devrimci hareketlerin sözcülerinin katıldığı resmî uğurlamaydı bu. Uluslararası haber ajanslarının daha çok ilgi gösterdiği, ancak halkın katılımının, kendisini ifade edişinin nispeten sınırlı olduğu bir törendi. Ama, dokuz gün süren uğurlama sürecinde, Küba halkı Fidel’i kelimenin gerçek mânâsıyla bağrına bastı. Santiago’da gözlerimle gördüğüm şuydu: Kübalılar büyük bir vefa ve bağlılık duygusuyla Fidel’i uğurlamaya geldi. Bu açıdan Fidel’in Küba halkının kalbinde, toplumun hafızasında, ülkenin tarihinde José Martí’yle eş bir yerde olduğunu söylemek kabil.

Fidel’in kendisinin de simgesel olarak José Martí’yle kendi arasında Küba halkının bir bağ, bir ilişki, tarihî bir aidiyet ilişkisi kurmasını istemiş olduğu besbelli. Küllerinin José Martí’nin kabrinin yanına yerleştirilmesi Fidel’in vasiyetiydi. Şimdi artık Küba’nın tarihinde Fidel’le José Martí yanyana. Onları Küba’nın tarihinden ve hafızasından hiçbir şart altında sökülüp atılamaz kılan yeni bir eşik oluştuğunu söylemek mümkün. Böyle bir ânı işaret etti bu uğurlama.

Fidel’in yolu

Fidel’in cenazesinin izlediği yol Küba devriminin izlediği yoldu. Devrim Santiago- Havana arasında bir köprüydü: Siyahların, çiftçilerin, yoksulların ve dağlıların Santiago’suyla ticaretin, sermayenin, kumarhanelerin ve hükümetin Havana’sı arasında bir devrimci köprü oluşturarak Havana’daki rejimi havaya uçuran yol. Fidel kendisini Havana’ya götüren yolu külleriyle geriye doğru yürüdü. Bu açıdan da çok simgeseldi, çünkü Santiago de Cuba Küba devriminin beşiği. Her şey burada oldu, Sierra Maestra’ya buradan geçerek ulaştılar. Büyük yaralarını burada sardılar. Burada ilk defa bir gerilla ordusu oluştu. Silahlı halkla silahlı devrimciler burada buluştu, kaynaştı ve Küba devrimi itici gücünü buradan aldı. Burası Fidel’in de memleketi. O yüzden küllerinin Havana’da kalmasını değil de Santiago’ya götürülmesini istemesi çok önemli. Fidel’in kendi cenaze törenini, daha doğrusu kendinden sonra olacak olanları da tasarladığını ve her şeyin ona uygun gerçekleştiğini söylemek mümkün. Fidel 2016 Nisan’ında Komünist Parti’nin kongresine son defa katıldığını hissetmiş, bunu başkalarına da hissettirerek son yolculuğa çıkmak üzere olduğunu haber vermişti. “Yakında 90 yaşına gireceğim ve çok geçmeden ben de herkes gibi, benden öncekiler gibi olacağım” demiş ve şunu da eklemişti: “Hepimiz için o an gelecek, fakat Küba komünistlerinin fikirleri, azimle ve onurla çalışılırsa, maddi ve kültürel ürünler verecektir, insanların ihtiyaçlarının karşılığı olan bu ürünleri elde etmek için mücadeleyi asla elden bırakmadan yola devam etmemiz gerekir.” Böyle diyerek kendisinden sonra da Küba komünistlerinin, Komünist Parti’nin, Küba devriminin bugüne kadar izlediği yolu izlemesi gerektiğini işaret etmişti.

Küba mizacı

Kendisiyle ilgili bir son nokta daha koydu. Vasiyetinde “Ölümümden sonra, adım Küba’da hiçbir şeye konmayacak. Ben kendimi önemsizliğe bırakıyorum” dedi. Nitekim Kübalılar buna uydu. Belki de doğrusu da, Kübalıların mizacına uygun olan da budur. Benim için çok çarpıcı şeylerden biri Küba’da, nereye gidersem gideyim, iyi bir görüntüye, vista’ya sahip her alanda beklenmedik bir kişinin, bir roman kahramanının heykeliyle karşılaşmaktı: Don Kişot. Don Kişot’u bu kadar önemseyen bir kültürün aslında çok önceden neyin önemli olduğuna dair bir işaret verdiğini söyleyebiliriz. Tarihin önemsiz kıldığı bir şahsiyetin, bu tarihî yok oluşa direnişini anıtlaştıran bir kültür, elbette ki sıra Fidel’e gelince, onu da önemsizliğe havale edecekti. Ben bu vesileyle, halkın hafızasında tutulan yerin her türlü taş suretten daha değerli olduğuna dair yaygın bir zihniyetin Kübalıların içine işlemiş olduğunu görüyorum. Bu açıdan Fidel kendi halkının, kendi mizacının, aslında kendi kültürünün ve humour’unun da yansısı olan bir vasiyet bıraktı. 3 Aralık gecesi Santiago’daki Devrim Meydanı’nda sirenler çalmadan, marşlar söylenmeden, sloganlar atılmadan insanların usul usul bu büyük töreni oluşturmaya doğru yürüdüklerine tanık olduk. Onların arasına karıştık. Onlarla beraber Devrim Meydanı’na aktık. Konuşmaların başlayacağı saat geldiğinde on binlerce insanın usulca meydanda yerlerini aldığını gördüm. Abartılı hiçbir davranışa tanık olmadık. İnsanlar dövünmedi, “en çok üzülen benim” suretine bürünmek için kimse gayret etmedi. Gözyaşları süzülenler de vardı, ciddi, sakin duranlar da. Ya da bir şenliğe gelmişçesine çoluk çocuğunu alıp katılanlar da. Ama, herkesi kuşatan duygunun büyük bir kayba duyulan üzüntü olduğunu anlamamak imkânsızdı.

“Yo soy Fidel”

Kübalıların Fidel’e verdikleri söz her yerde yazıyor. Elyazısıyla duvarlara, boyayla yollara yazılmış olsun, pankartlarda, afişlerde olsun, her yerde bu söz var: “Yo soy Fidel”: “Ben Fidel’im.” Herkesin sonunda Fidel’e verdiği söz bu. 28 Kasım’da Havana’daki törende Daniel Ortega da bu sözü söylemişti. Latin Amerikalı bütün devrimci liderler de bu söze katılıyor. Yediden yetmişe, Kübalıların dilinden dökülen bir mırıltı “Yo soy Fidel.” Herkesin mırıl mırıl söylediği bu söz, Devrim Meydanı’nda yüksek bir uğultu halini alarak sık sık tekrar edildi. Hemen yanıbaşımda insanların sadece dudaklarının kıpırdadığını görüyordum, ama sonunda büyük bir sesi hep beraber işitiyorduk: “Yo soy Fidel.” Kübalıların “biz” değil, “ben” diyerek şahsileştirerek söyledikleri bu söz aslında her bir Kübalının, her bir devrimci Kübalının bağrından gelen bir çığlık ve bu çığlık herkesin ağzında bir fısıltı, ama bir araya gelince bir Küba çığlığı. Törendeki konuşmalar genel olarak Fidel’e olan saygı ve sevgi ile devrimin sürdürüleceğine dair bağlılık ifadelerinden örülüydü. Ancak, kadın konuşmacıların Raúl Castro’ya dönerek konuşmaları benim için ilginçti. Sebebini araştırınca buldum. Raúl Castro’nun müteveffa eşi Vilma Espín ile kızı Mariela Castro, Küba’da kadın hareketi ve cinsiyet kimliği hareketinde aktif biçimde yer alıyor. O açıdan, Raúl Castro etrafında bir kadın hareketliliğini ilk bakışta hissetmek mümkündü. Derinlemesine bakınca da bunun sadece ailevî bağlar dolayısıyla olmadığını gördüm. Vilma Espín’in ve Mariela Castro’nun sürdürdükleri çabaların ciddi sonuç verdiğini her alanda hissettiren bir kadın varlığı ve katılımı var. Bu çok etkileyiciydi. Santiago Devrim Meydanı’ndaki tören bağlılık ifadeleriyle yüklü konuşmaların ardından Fidel’e adanan şarkılarla kapandı. Küba Fidel’le böyle vedalaştı.

Türkiye devrimci hareketi için 
Fidel ve Che’nin önemi

Küba’ya doğru küçük bir pişmanlıkla, keşke bu yolculuğu daha önce yapmış olsaydım pişmanlığıyla yola çıktım. Belki maddeci bakış açısından bunun hiçbir önemi yok, ama bu sadece felsefî olarak böyle, yoksa siyasi, kültürel, ahlâkî olarak çok daha başka bağlamlar var. “Fidel yaşarken de gitsen, hayatını kaybettikten sonra da gitsen, ne fark eder” diye düşünebilir insan, ama yine de bir devrimin başından sonuna öncülüğünü üstlenmiş, Che’nin deyişiyle, Küba devriminde “özgün olan şey”in, bizzat liderliğin, Fidel Castro’nun aramızdan ayrıldığı bir zamanda Küba’ya gitmek içimizden bir telin kopması gibi. Türkiye’de ve dünyada benim yaşımdaki birçok devrimci, sosyalist, komünist için bu böyle. Fidel ve tabii ki onunla birlikte Che Guevara bizim kimliğimizin bir parçası. Türkiye devrimci hareketi, tabii ki içsel kaynaklardan beslendi; özgül dinamikler Türkiye’de bir devrimci hareketi mümkün kılan zemini oluşturdu. Ama neticede, bir devrim fikri olmadan bu yanıcı maddenin kendi kendine tutuşması söz konusu değildi. Fidel ve Che’nin önemi, iradenin rolünün, maddi şartların ötesine geçen bir iradî çabanın, aslında maddi şartların oluşumunu hızlandıracağı ya da doğrudan doğruya onları ortaya çıkarmaya yardımcı olacağı konusunda somut örnek olmalarıydı. O nedenle, önce Che’nin, sonra Fidel’in aramızdan ayrılması tabii ki deneyimlerimizin bir parçasının da onlarla beraber aramızdan ayrılması demek. Bu süreçte, ruhiyatı, felsefesi, zihniyeti, bağlanma biçimleri oluşmamış olanlar açısından, bu söylenenleri tam olarak yerine oturtmak zor olabilir. O yüzden zaten bazı kayıplar bazılarına daha çok dokunurken bazıları için öteki kayıplar gibidir. Ama bizim için böyleydi. Sonuçta kimliğinizin, kişiliğinizin oluşmasında en önemli rolü oynamış, kimliğinize sinmiş bir deneyimin başında duran şahsiyetin sizden uzaklaşması, sizin de bir nebze eksilmeniz gibi gelir ister istemez. Nitekim, Havana’daki yaygın havanın da bu olduğunu gördüm.

“Fidel’le at koşturmak”

Fidel’in bedeninin küllere dönüştüğü günlerde Küba’ya ayak basan hiç kimse hüzne zarafetin eşlik ettiği şarkılara kulağını kapayamazdı. Onlardan biri, çok yaygın bir biçimde, nereye giderseniz gidin hep kulağınıza çarpıyordu: Cabalgando con Fidel (Fidel’le at koşturmak). İlk mısraları şöyle: “Son günlerde o meydanda / Camillo ve Martí’yi / At binerken görmüşler / En önde de seni bekleyen süvarisiz at koşuyormuş…” Bu imge tabii çok çarpıcı. Çünkü Küba devriminde, özellikle Sierra Maestra’dan Santiago’ya inen gerilla ordusunda atlılar önemli bir yer tutuyordu. Che’nin, Fidel’in at sırtında çekilmiş fotoğrafları hafızalardadır. Atın efsanevî bir imge olduğunu da akılda tutarsak, Camillo (Torres) ve (Jose) Martí’nin meydana indiğini ve Fidel’i yanlarına alıp gitmek için hazırlık yaptıklarını ifade eden, Fidel’i onlarla bağlayan bir imge çok güzel kurulmuş. Şarkının sözleri kadar melodisi de etkileyici, insanın içini okşuyor. Havana’ya gider gitmez sizi saran atmosferi de çok iyi özetliyor. Fidel’in son yolculuğuna müzisyenler yön vermiş dersek yersiz olmaz. En azından bir düzine yeni şarkı yapılmış ve bunların hiçbiri patetik ya da heroik değil, çok insani şarkılar. Cabalgando con Fidel’in bir bölümü şöyle: “Sana şimdi sakallı komutan / Dev komutan demeyeceğim / Sana ilk kez baba diye sesleneceğim / Henüz elimi bırakmana hazır değilim / Elimi bırakma diyeceğim / Ama ahh…” Bu, Fidel’le Küba halkı arasındaki dolaysız bağı açığa vuran çok simgesel, çok değerli bir veda şekli. Tabii ilk dakikada bunların hepsini hemen görmüyorsunuz, ama dört gün boyunca Havana’dan Santiago’ya giden yol üzerinde ve nihayet Fidel’in küllerinin mezarlığa, José Martí’nin yanına konacağı zamana gelirken iyice koyulaşan, sizi içine alan, onun parçası kılan genel ruh hali… Düşündüklerimle gerçekleşen arasında bir mesafe olduğunu söyleyebilirim. Daha resmî bir hava bekliyordum. Fakat gördüğüm kadarıyla, resmiyet Latinlerin canını sıkan bir şey. Raúl Castro ve Fidel’in geride bıraktığı kadro bunu hesaba katmış. Yine de 3 Aralık gecesi yapılan törendeki konuşmalar o kadar uzadı ki, resmiyetle gerçek halk duygusu arasındaki mesafenin Küba’da bile tam kapanmadığını gördük.

Ve kadınlar

Benim açımdan çok önemli bir şey daha: Küba Komünist Partisi’nden, Sendikalar Birliği’nden olsun, gençlik ve öğrenci hareketini temsilen konuşan kadınlar her şeyi değiştiren bir çınlamayı bu resmî törene eklediler. Çok içten ve çok başka telden çaldılar. Ve belli ki, önümüzdeki dönemde, kadın hareketi Fidel’den boşalan yeri dolduracak. Fidel’de olan ve resmiyetle hiçbir zaman uzlaşmayan şey, ya da Fidel’in de uzlaştırmaya çalışmadığı şey, sürekli olarak statükoyu aşan bir dinamizmi araması ve bununla devrimci hareketi buluşturma çabasıydı. Bu şimdi daha çok kadınlar tarafından yapılacak. Küba’nın –Komünist Parti yönetiminde de süregelen– bir maço geçmişi var. Bunu kadın hareketi bu sefer aşacak ve Küba’daki dinamizmi buradan ateşleyecek gibi gözüküyor. Eklemeden geçmeyeyim, Küba’da kadınların bu kadar çok etkin olduklarını ve öne çıktıklarını daha önce tahayyül etmemiştim. Bazı rakamları biliyordum, ama kadınların yapmadığı herhangi bir iş, herhangi bir meslek, görünmedikleri hiçbir yer ve saat yok. Bu açıdan denebilir ki, Küba Avrupa’nın en kadın ülkesi bilinen İsveç’in ve benzeri ülkelerin fersah fersah ötesine geçmiş. Fidel’i uğurlarken ileriye umutla bakmamıza neden olabilecek en önemli göstergelerden birinin kadınların siyasette giderek artan sesleri olduğunu söyleyebilirim.

Che’nin gözüyle Fidel

Hayatım boyunca birkaç devrim üzerine çok düşünmüşsem, bunlardan biri elbette Ekim devrimi, öbürü Küba devrimi. İkisi de devrim üzerine düşünmek isteyen herkes için bir deneyim kaynağı olduğu kadar fikrî zenginleşme açısından da çok önemli bir yer işgal eder. Che si başlıklı bir yazı yazmıştım Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’ne (İletişim Yayınları, 1988), sonra bir de “Castroculuk” hakkında, “Castroculuğun Olumlu Anlamı” üzerine bir makale kaleme almıştım. Orada, Küba devriminde önderliğin özgüllüğü üzerine çokça düşünme fırsatı bulmuştum. Yazıya şöyle başlamışım: “Ernesto Che Guevara, ‘Küba Bir İstisna mı, Yoksa Öncü mü?’ başlıklı bir Küba devrimi değerlendirmesinde, ‘devrimin genel yasallıkları yanısıra, kimi özgül özelliklerinin de bulunduğunu dile getirirken ilk, belki de en önemli ve orijinal etken Fidel Castro Ruz’un kendisidir’ diye yazmıştı.” Bununla başladım, çünkü hakikaten Küba devriminde iradenin bizatihi maddi koşullar üzerindeki mukabil etkisinin hem somut bir gerçekleşmesini görüyoruz hem de bize bunun üzerinde düşünmek için çok büyük fırsatlar sunuyor. Bu aslında tuzaklarla dolu bir düşünme süreci. Küba devrimi üzerine çok düşünmüş olan bir başka kişi, Régis Debray ise buradan tamamen tarih dışı sonuçlara varmıştı. Devrimde Devrim adlı kitabında aslında bütünüyle öznel şartların gerçekleşmesi için sürdürülecek faaliyetin devrimin bizatihi nesnel şartlarını üreteceğini ileri sürerek ister istemez tarih dışına düşmüş ve hocası Althusser’den ince bir eleştiri almıştı. Bu çok tuzaklı bir değerlendirme. Ancak, gene de, Che’nin sadece bununla yetinmeyen analizi, orijinal etken olarak Castro’yu görmemizi sağlar. Birlikte mücadele ettikleri devrimin ilk yılları, devamı ve sonrasında, Che’nin de son derece esaslı bir figür, muazzam bir potansiyele sahip bir devrimci lider olarak Küba devriminde oynamış olduğu role rağmen, Castro’yu ayıran yan, onun Küba’nın yerlisi olması, Küba’yla kopmayacak şekilde bağlanmış olması, insanlık ve tarihle ilgili iddialarının hepsinin Küba bağlamı ortadan kaldırıldığında onun yerden söküldüğünü söyleyebileceğimiz kadar Küba’ya sıkı bağlarla bağlanmış olması. O yüzden zaten bence Che, Castro’nun Küba devriminin bizatihi bir etkeni olduğunu söylüyor.

İki evre, aynı kişi

Bütün bir gençlik dönemi, öğrenci hareketi liderliği, onun ardından gelen ayaklanma girişimleri, Moncada kışlası baskını, isyan ve büyük kayıplarla sona eren ilk başkaldırı, arkasından afla cezaevinden çıkışı, tekrar Meksika üzerinden geri dönüşü… Bunların içinden baktığımızda, Fidel’in hayatı Küba devriminin tarihiyle eşanlı. Toplumsal hareket José Martì’nin devrimci milliyetçiliğinden enternasyonalizme, devrimci demokratizmden sosyalizme doğru ilerlerken onun üzerinde neredeyse sörf yaparcasına, onun içine bata çıka Castro’nun da demokratizmden komünizme doğru evrimi istisnaidir. Tarihte buna benzer başka bir örnek hatırlamıyorum. Bu geçişler daima bir evrenin temsilcisinin daha sonraki evrenin öncüsü tarafından safdışı edilmesine dayanır. Bu iki evre hep iki ayrı damar, iki ayrı şahsiyettir. Oysa Küba devriminde bu böyle değildi. Fidel Castro bu geçişin bizzat kendisiydi. Küba’da “artık sosyalizmi inşaya, bir sosyalist devrime başlıyoruz” demeden sadece birkaç yıl önce, “ben komünist değilim” demek, kendi konumunu böyle sabitlemek ihtiyacını hissetmişti. Burada bir pragmatizm ya da oportünizm görmüyorum. Fidel bizzat kendisini değiştiren bir devrimci sürecin başında, onun en önünde yürümeyi başarabildi. Bu açıdan istisnai bir şahsiyet olarak mutlaka tarih tarafından kaydedileceğini düşünüyorum. Bu sahicilik, bu hakikilik, bu Kübalı oluş, yani bir toprağa ve bir halka ve bir tarihe devrimci bir tarzda bağlanmanın muhteşem bir örneği. Buradan kaba milliyetçiliğe, milli önyargılara, kendini ve kendi milletini, halkını bütün öteki milletlerin üstüne çıkartan bir egoizme, bencilliğe sapmak pekâlâ mümkündür. Castro bu açıdan da, Gramsci’nin dediği gibi, “hem tamamiyle yerli hem de tamamiyle enternasyonalist” olmayı başaran az sayıda çağdaş devrimciden biri.

Bizi Fidel ve Che’ye çeken

Fidel ve Che ve Küba devrimi üzerine düşünmek bizim yaşıtlarımız açısından aktüel bir meseleydi de. Yani, bu bir posthumous, her şey olup bittikten sonra varılmış bir muhasebenin sonucu değildi. Hiçbir muhasebeye daha henüz fırsat olmadan, Küba devrimi işin başlarındayken yaşıtlarım tarafından gözlendi. Yaşantımızın içinden geçip gitti bu devrim. 1960’ta 12 yaşındaydım, henüz siyasete aklım ermiyordu. Ama, Che Bolivya’da devrime kalkıştığında, yeni bir mücadele kapısı açıldığında, her şeye aklım erecek yaştaydım ve orada bir ahlâkî, insanî, entelektüel ve siyasi model bulduğumu düşündüm. Bunun arkasında elbette Castro’nun Küba’sı ve bu devrimin yarattığı bir büyük Latin Amerika, hatta üç kıta kaynaşması vardı. O kaynaşmayı tetikleyen bütün mücadele esasen Castro’nun öncülüğü, örgütçülüğü, taktik maharetleri, cesaretiyle doğrudan ilgiliydi. Fidel ömrünün sonuna doğru gelirken, katıldığı son Komünist Parti kongresinde “inanamıyorum” demişti, “hiçbir zaman 90 yaşına gelebileceğimi düşünmemiştim”. Doğru, böyle bir mücadeleye koyulan herkes ilk birkaç yılda hayatının son bulacağını tasarlamak zorundadır. Öyle olmadığı takdirde, o mücadelede üzerine düşen sorumlulukları üstlenemez. Ama bu bir intihar eylemcisi, bir kamikaze olduğunu düşünmemize yol açmamalı. Bu ince çizgi üzerinde hiçbirimiz 30’lu, 40’lı yaşlarımızı göreceğimizi hayal etmeyerek, ama bir devrimi hayal ederek ilerledik. Belki Küba devriminin yolunu Nikaragua dışında hiçbir Latin Amerika ülkesi izlemedi. Ama, Fidel’in ve Che’nin birlikte düşündükleri Küba’nın devrim ışınlarını Latin Amerika’ya yayarak aslında Küba devriminin gelişmesinin biricik imkânını gerçek kılmaya çalışarak açtıkları büyük mücadele –sadece Latin Amerika’da değil, Afrika’daki, Asya’daki mücadelelere verdikleri katkılarla Küba devrimini hem beslemek hem de Küba devriminin ışınlarından bütün öteki yoksul, ezilen halkları yararlandırmak için giriştikleri mücadele– muhteşemdi. Ve bizi çeken de oydu.

Küba’nın nefesi

Fidel cenazesindeki topluluğu görebilseydi, “evet” derdi, “evet, 90 yıl yaşadım ama, hiç boşuna değildi”. Fidel ve Che, bir uçtan öbür uca bütün Latin Amerika’yı kateden bir devrimci düşünceyi birlikte örgütlediler, ellerindeki politik ve yönetsel bütün imkânları bunun için kullandılar. Brezilya’daki muazzam dönüşüm bir bakıma Küba’nın da eseridir. Dilma Rousseff Küba devriminin esiniyle girişilen şehir gerillası hareketi içinden çıkıp geldi. Lula da o hareketin beslediği sendikacılık yaşamının bir neticesi ve büyük işçi hareketinin içinden çıkıp gelen bir devrimci. Uruguay’a bakalım. José Mujica Tupamaros’un Küba devrimiyle sımsıkı bağlı şehir gerillası mücadelesini, ‘68 sonrası günlerden bugüne bağlayan halka. Bolivya’ya bakalım. Evo Morales’in başında durduğu hareketin Bolivya’da yarattığı muazzam sonuçları görüyoruz. Venezüella’da şimdi Maduro’ya devrolan Chavez bayrağının arkasındaki büyük devrimci enerji Küba devrimi ve Che’nin ölümünden sonra Castro’nun sürdürdüğü sistematik ısrar, sebatkâr enternasyonalist çizginin de bir sonucu. Şili’de Allende’yi başa getiren halk hareketi de, daha sonra Pinochet diktatörlüğünü deviren büyük direniş de Küba’dan aldığı güçle, destekle beslendi. Nikaragua bu büyük tarihin içinde kendisine müstesna bir yer bulurken, Farabundo Martí Kurtuluş Cephesi’ni oluşturanlar, José Martí ile Kübalı devrimcilerin aralarında kurdukları ilişkiyi El Salvador örneğinde bir kere daha üretmeyi başardılar. Kolombiya’nın devrimci gerilla hareketi şimdi dünyaya örnek bir geçiş momenti yakaladığında buna ev sahipliği, ebelik yapma şansına Fidel sahip oldu. Arjantin’deki diktatörlüğün yıkılışındaki devrimcilerin mücadelesinde arkalarında Fidel’in durmasının verdiği güven çok büyük rol oynadı. Bütün olarak Latin Amerika’ya baktığımızda, Küba’nın nefesinin ulaşmadığı hemen hiçbir yer yok. Tabii bir devrimci gençken, işin başındayken henüz, tarihe buradan bakmıyorsunuz. Nitekim, bu sonuçların büyük çoğunluğu uzun süreli bir halk savaşı, bir gerilla savaşı neticesinde elde edilmedi, ama eğer tarihe bakmak ve tarih yapmak için yeterince olgunlaşmışsanız, bütün mücadelelerin eninde sonunda bir tür gerilla harbine denk geldiği, az sayıda insanla, az güçle başlanan mücadelelerin güçlü bir hasım karşısında sonuca ulaştırılması bakımından her şeyin bir nevi gerilla mücadelesi olduğu düşüncesine gelebilirsiniz. Fidel’in, örneğin Angola’da, Güney Afrika’nın saldırısı karşısında paraşüt birlikleriyle Angola’ya destek vermesi kadar, Kolombiya’daki barış mücadelesine verdiği desteği bir arada, aynı mücadele yelpazesinin içinde görmek kabil. Bugün baktığım yerden, Fidel’in devrim hızını kaybettiğinde, Sovyetler Birliği çöktükten sonra, Latin Amerika devrimlerinin ve sosyal reform mücadelelerinin yeni bir taktikle ve yeni bir yönden sürdürülmesine verdiği desteğin 1960’lardaki gerilla mücadelelerine verilen destekle aynı yerden beslendiğini görüyorum. Ve o zaman diyorum ki, bu kadar feraset ve kararlılığın bir arada sürdürülebilmesi, hem de Che’nin yokluğunda sürdürülebilmesi, Fidel’in hakikaten çok mahir bir siyasetçi, çok cesur, kararlı, kendine güvenli olmasıyla mümkün. ABD’nin neredeyse ağzının içinde, aslanın ağzında bir devrim yapmayı sadece başarmakla kalmayıp bunu sürdürebilmiş olmasını çok, çok, çok büyük bir başarı olarak mutlaka kaydetmemiz lâzım.

Küba’nın görkemi

Bütün bu başarıdan Küba halkının payına düşen ne? Görkemli bir Küba manzarası çizmeye kalkan kendini ve başkalarını aldatır. Fakat bu, görkemin nerede aranması gerektiğine de bağlı. Küba’da ortalama gelir, dünyada geçerli döviz cinsinden hesaplarsak, aşağı yukarı 40-50 dolar. Dünyanın hiçbir yerinde 50 dolarla bir insan, ya da eve iki maaş giriyorsa 100 dolarla bir aile, onurlu bir hayat yaşayamaz. Ama Küba’da onurlu bir hayat yaşarsınız. Herkesin karnının doyacağı kadar ve iyi yemek yemesi, herkesin temiz pak giyinmesi, herkesin elektriği, suyu olan, sokakları temizlenen mahallelerde yaşaması, herkesin okumak istediği kadar çok okumak için parasız eğitim alması ve herkesin, hiçbir zaman tedavisi mümkün olmayan hastalıklar dışında, hastalıktan hayatını kaybetmeyeceği güvenli bir sağlık sistemi, bir sosyal güvenlik rejimi içinde yaşaması… Bugün bunlar neredeyse bir mucizedir. Devrimin başarıldığı günden beri ABD’nin ticarî, sınaî, siyasi ambargosu altında olan bir ülkeden söz ediyoruz. Küba’nın modern sanayiyle, dünya ekonomisiyle bağını kuran Sovyetler Birliği’nin çökmesi sonrasında yoksun kaldığı küresel destek ağlarını da gözünüzün önüne getirirseniz, Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra Küba’nın da çökmesi beklenirdi. Ama, bunca yoksulluğun üzerine inşa edilmiş Küba devriminin tılsımı da burada. Küba devrimi bürokratik bir azınlığın toplumun üzerinde yükseldiği, ordu ve bürokrasinin gücüne dayanarak ayakta tutulan devrimlerden değildi. Her bir Kübalı, bugün “Yo soy Fidel” dediği gibi, “Yo Soy La Revolución” zihniyetiyle, “ben devrimim” zihniyetiyle yetiştiği için Küba devrimi yaşadı. Bunun esasında bir 21. yüzyıl mucizesi olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. 21. yüzyılda bu koşullar altında bir devrimi ayakta tutabilmek ancak 20. yüzyılda yapılmış olanların toplamından çıkardı. Nitekim, Amerikalıların onlara kapattığı bütün yolları, Kübalılar şeker kamışı tarlalarını açarken kullandıkları machete’leri siyaseten kullanarak önlerine dikilen engelleri aşıp kendilerini ayakta tutmayı başardı. Latin Amerika’da, Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrasında devrimci bir iklimin doğması kısmen Küba devriminin hiç bitmeyen ilgisine de borçludur. O yüzden, başa dönerek söylersek, öznel unsurun, iradenin rolü belki kıtasal ölçekte üretilebildiği için de Küba kendi yolunu kendisi açmayı başarabildi. Bu açıdan Küba devrimi çok, çok, çok önemli. Ama Fidel külyutmaz bir insan. Tarihte yıldızın parladığı anların sonsuza kadar sürmeyeceğini bilecek kadar ayağı toprağa değen bir insan olduğu için, bütün imkânsızlıklara, tek partinin yarattığı bütün darlığa rağmen, herkesin kendini bir yönetici olarak görebileceği koşulları, partinin ve devletin üzerinden aşarak Küba toplumuna verme imkânını bulabildi. Bütün büyük devrimciler gibi, Fidel’in de kurumlaşmış, devletleşmiş devrimin ötesinde bir enerji kaynağına ihtiyacı olduğunu bildiğini ve gördüğünü söyleyebiliriz. Bunu iki yönden yaptığını düşünüyorum. Birincisi, enternasyonalizm yoluyla ve başka ülkelerin devrimleriyle bağlanarak; ikincisi de partinin ve devletin tutucu karakterini çok iyi bildiği için devrimin enerjisini ve heyecanını kitlelere taşıyabilmek bakımından şahsen bir rol üstlenerek. Ve bunu pederşahiliğe bürünmeden, kardeşçe yapmayı başarabilmiş olması çok önemli. Küba üzerine düşünürken Fidel’den başlamakla yanlış yapmadığımı düşünüyorum. Tabii bugün aynı yazıları yazmak zorunda kalsam başka pek çok şey eklerim, ama yine de bu açıdan istisnai birinden söz ediyoruz. Uzun lafın kısası, Küba devriminin görkemi yarattığı insan karakterinde.

Fidel’in mirası

Fidel’in benim zihnime çakılan cümlelerinin ilk bakışta herkese o kadar devrimci gelmeyecek, insanları kahramanlığa, fedakârlığa çağıran patria o muerte –vatan ya da ölüm– cinsinden olmayan çağrısında yattığını düşünüyorum. Bu çağrının Marksizmin bir dünya devriminin öğretisi olarak kazandığı teorik meşruiyet ile bir ülkedeki maddi hakikatin sınırları arasındaki bağı kurabilmek bakımından yapılmış en başarılı formülasyon olduğunu düşündüğüm için herkesin bunu bir çerçeveye koyup başucuna asmasını tavsiye ediyorum. Fidel 1966’da, 1 Mayıs kutlamaları için Havana’da toplanan halka hitaben çok esaslı bir teorik meseleyi tartışıp toplumun gündemine getirmişti. Bunu aynı zamanda büyük bir ahlâkî manifesto olarak da Küba halkının zihnine nakşetmek için esaslı bir çaba gösterdi. Kendisi de ona uygun yaşadı. Küba’nın bugün her şeye rağmen ayakta kalmasını, özlemleriyle hakikati arasındaki ilişkiyi, dengeyi hem teoride hem pratikte tutarlı bir biçimde kurmayı başaran altın değerindeki bu yaklaşımda bulabiliriz. Bu pusulanın Fidel’e hep tutacağı yolu gösterdiğini düşünüyorum. Fidel şöyle diyordu: “Komünizm ve sosyalizm bir bakıma birbirleriyle paralel bir biçimde kurulmalıdır. Kendine göre bir süreç icat etmek ve ‘şuraya kadar sosyalizmi kuruyoruz, şu noktadan sonraysa komünizmi kuruyoruz’ demek bir hata, büyük bir hata olabilir. Çünkü hedeflerimize erişme hırsı içinde komünist insanın gelişim ve oluşumunu ihmal etmememiz ya da tehlikeye atmamamız gerektiği açıktır. Bazı ülkelerde komünizmin inşa edilmiş olduğundan söz ediliyor; dahası, bir ülke komünizmi kurmaya hazır olduğunu ilan ettiğinde bütün komünist partiler bunu hep bir ağızdan onayladılar. Ancak, biz alçakgönüllülüğü elden bırakmaksızın, önce şunun bir kere daha gözden geçirilip cevaplanması gerektiğini düşünüyoruz. Sanayileşmiş ülkelerle azgelişmiş ülkeler, yüksek emek üretkenliğine erişmiş ülkelerle emek üretkenliğinden yoksun ülkeler halinde bölünmüş bir dünyada, üretici güçler ve teknoloji ilkin dünyanın geri kalmış ülkelerinde geliştirilmeksizin herhangi bir ulus tek ülkede komünizmin kurulmasına kalkışabilir mi? Ben sosyalizmin tek ülkede kurulabileceğine, komünizmin de belli bir dereceye kadar kurulabileceğine inanıyorum. Ama bir mutlak bolluk formülü olarak komünizm –bu istenmiş ya da kastedilmiş olmasa bile– gelecek yıllarda kendilerini inanılmaz yoksulluktaki ülkelerle ticaret ve pazarlık yaparken bulmaları tehlikesini göze almaksızın tek bir ülkede kurulamaz. Çevremizde, bizim devrim yaptığımız bir çağda, devrim yapma fırsatına ya da talihine sahip olamadıkları için önümüzdeki on yıl içinde bugünden daha büyük bir sefalete mahkûm insanlar yaşamaya devam ederken nasıl olur da biz komünizmin yarattığı bu süper bolluk içinde yaşayabiliriz? Yoksul, azgelişmiş bir ülke olarak bugünkü görevimiz kendimizi yoksulluk ve sefaletten kurtarmaktır. Ancak, gelecekte başka ülkelerin hâlâ yardımımıza ihtiyacı varken büyük bir refahı hayal etmememiz gerekir. Şimdiden çocuklarımızı öyle yetiştirmeliyiz ki, bütün acil ihtiyaçlarımız karşılandığında, hedefimiz bolluğun ötesine geçsin, başlıca idealimiz ve görevimiz geride kalmış olanlara yardım etmek olmalıdır.” Kübalılar Fidel’in bu sözlerini ne kadar hatırlar, bunlar üzerinde ne kadar uzun boylu konuşup tartışır veya tartışmaz, bilmiyorum. Ama burada anlatılan ahlâk ve zihniyetin Küba’ya sindiğini söylemek mümkün. O yüzden Kübalılar “Yo soy Fidel” derken bir retorik dile getiriyor değiller. Arkalarında kumarhanelerden, genelevlerden, şekerkamışı plantasyonlarından, sıtmadan titreyerek ölüp gitmekten ibaret olan bir hayattan bugünkü onurlu yaşantıya geçmelerinin üzerinden çok az bir zaman geçti. 1960 daha dün gibi, ama bu 56 yılda Küba’nın katettiği yol inanılmaz. Küba devriminin bunca ambargo altında, bunca yoksulluk ve yoksunluk içinde gerçekleşmiş olduğunu ve Küba halkının elindekini daima başkalarıyla paylaşmış olduğunu aklımızdan çıkarmadan düşünmemiz lâzım. Küba’ya baktığımızda gökdelenler, otoyollar, ışığı ve ses hızını yakalamayı başarmış ulaşım araçları göremezsiniz, ama bu yoklukların belki de bugün en büyük kazanç olabileceği bir yere gelindiğini de söyleyebiliriz. Küba’nın toprağında kimyasallar, havasında karbon monoksit partikülleri yok. At arabalarıyla yapılan ulaşım sınırlı bir alanda Kübalıların işlerini görmesine yetiyor. Böylelikle doğalarını kazandıklarını akıldan çıkarmamak lâzım. Devrimin ilk yıllarında bu bilinçli bir ekolojist yaklaşımın ürünü değildi, ama insana bilinçli yaklaşım kendiliğinden ekolojik ilişkileri, en azından doğaya zararsız bir yaklaşımı sağlıyor.

Ve Havana üzerine birkaç söz: Bütün mimari zenginliğiyle, kültürel ihtişamıyla, içinde barındırdığı binbir renkle gerçek bir başkent olan Havana bir açıkhava müzesi, bir mimari müze. Amerikalılar ya da Miami’deki Kübalılar boşuna heveslenmesin, Havana’nın muazzam sivil mimari zenginliği o bir avuç devrim kaçağının eline geçmeyecek.

Sözü şöyle bağlayalım: Küba devrimi 1960’ların uluslararası koşullarının da bir ürünüydü, ama devrimci öncünün ve öncünün iradesinin oynadığı istisnai rolle kendini yeryüzünün lanetlileri arasından çıkarmayı başardı, onurlu ve soylu bir halk olarak kendisini yeniden doğurdu. Ancak şimdi, kendisini insanlığın ortak hedefleri içinde daha anlamlı bir yere koyabilmesi için enternasyonalizmden ayrılmadan Küba halkının beklentilerine karşılık vermesi ve kapitalizmin kışkırtıcılığıyla akıllıca başa çıkabilecek yolları arayıp bulabilmesi gerekiyor.

___________________________________
Express, sayı 148, Ocak 2017