Gazeteciler ve siyasetçiler siyasi intikam için yargılanıyor

Ertuğrul Kürkçü, Cumhuriyet gazetesi yazar, haberci ve yöneticilerinin yargılandığı davayı izledikten sonra Artı TV’den Nazım Alpman’ın sorularını yanıtladı. Tamamı aşağıda yayımlanan söyleşide İzmir Milletvekili Kürkçü, Silivri’deki duruşmayı “gazetecilik yaptıkları için insanları ebediyen demir parmaklıklar arasında çürütmeye çalışan saray iradesiyle hukukun gerekleri arasında ezilip büzülen bir mahkeme” olarak tanımladı ve HDP ve Demirtaş’a yönelik davalar için de “Biz demokratik ve özgürlükçü tutumumuzun siyasi bedelini ödüyoruz. Bunu her şekilde öderiz ancak bunun bir yargılama meselesi olduğuna dair rejimin bütün iddialarını tuzla buz etmek de görevimizdir.” dedi.

HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Can Dündar ve Mıgırdıç Margosyan ile birlikte göründüğü bu fotoğraf Erdoğan’ın 1 Kasım “Sopalı Seçimleri” sonrasında Diyarbakır’da gazeteciler için düzenlenen bir yemekte çekilmişti. Yemeğe kentte görev yapan gazeteciler ile kentte bulunan Haber Nöbeti ekibi içerisinde yer alan Can Dündar, Fatih Polat, Fehim Işık, Celal Başlangıç’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda gazeteci katılmıştı.

NAZIM ALPMAN- Siz dün duruşmadaydınız, bütün duruşmalarda da varsınız. Peki dün neler gördünüz orada bizim gazetelerde gördüğümüzün dışında?

ERTUĞRUL KÜRKÇÜ- Aslında tamamen fiziki olarak ve zaman içinde, mahkemeye yaklaşırken olan bitenlerin hepsi sonra olacakları haber veriyordu. İnanılmaz bir jandarma kuşatması altında, eşi görülmemiş bir güvenlik tedbirleri zinciri içerisinde, çelik yelekli robocopların koruması altındaki mahkeme salonuna nihayet yaklaşabildik ve sanırsınız ki görülmekte olan dava bir iç savaş sonrası mağlup olanların yargılanacağı dava ve iktidar da henüz durumundan emin değil her an bir baskın olabilir ve oradan bu ihtilal önderleri alınıp kaçırılabilir vs. Oysa ortada kendisi bir darbe yapmış olan bir hükümetin delilsiz, ispatsız yargıladığı gazeteciler var.  Geldik kapının önüne, gazetecilerin önünde bir koruma duvarı, mahkemeye yaklaşmalarına, televizyon kameralarını göstermelerine izin verilmiyor. Mahkemenin karşı tarafına konuşlanmışlar. Gazeteciler yapacakları açıklamayı -dayanışma açıklamasını- okumaktan men edilmişler. Ancak bizler HDP milletvekilleri olarak gazetecilerin talebi üzerine, onların açıklamalarını mahkemenin uzağına gidip kameraların olduğu yerde okuyabildik. Bu atmosfer içerisinde ancak içeri girebildik. Yani daha girerken size nerede ve nasıl bir yargı düzeninde yaşadığınızı gösteren somut belirtilerle bir duruşma salonunda olabildik.

Duruşmanın kendisine gelince daha birinci dakikadan başlayarak tanıkların dinlenmesi sürecinde bunun nasıl bir kurmaca dava, nasıl bir uyduruk suçlamalar silsilesi ve yargıçların aslında elde yargılayacak hiç bir şey olmadığının farkında olarak ‘sinekten yağ çıkartma’ mecburiyeti altında nasıl ezildiklerine doğrusu şahit olduk. Bu açıdan ben davanın daha başlamadan çökmüş olduğunu, böyle bir dava olmaması gerektiğini hukuken de anladım. Ben bunun siyaseten farkındaydım ama hukuken bir tane elle tutulur bir tanık mı olmaz, bir tane bir yalan ifade de mi bulunmaz, bir tane bir gizli şahit de mi yok? Bunların hiç birisi yok, hiç bir şey yok ortada. Cumhuriyet gazetesinin içindeki tartışmayı herkesin bildiği, herkesin gözü önünde cereyan eden tartışmayı istismar etmek üzere, tartışmanın öbür tarafı olduğu düşünülen insanlar -çoğu da aslında nereye ve niye gittiklerini bilmeden- ifadeye çağrılmışlar. Dehşet altında ‘Cumhuriyet kapatılacak, kayyum gelecek, kendinizi kurtarın’ telkinleri altında boş boş konuşmaya zorlanmışlar. Bu boş konuşmalardan bunları yuvarlayarak, yorumlayarak itham, suçlama çıkartılmaya çalışılmış.

Nihayet gazetenin içerisine sokulmuş olan bir ajan ortaya çıkıyor. Onun da bütün yaptığı İnan Kıraç’ın vakıftaki ‘karşı oy’unun usule uygun kullanılmadığı ve bu yüzden sayılmaması gerektiği iddiasını çürütmeye çalışmak. Adam Polis Vakfının, Jandarma Vakfının, bilmem hangi karanlık gazetesinin yazarı. Cumhuriyet gazetesinde on yıl mali müşavirlik yapmış. Allah için bir tane de bir hileye, hurdaya rastlayıp da Cumhuriyet’i mahkum edebilecek bir delil bile üretememiş. Böyle zavallı bir dava ile karşı karşıyayız. Bu davadaki tek şahit İnan Kıraç. O da yurt dışına ‘zevkü sefaya gideceğim, oyumu kullanmayacağım, oyumu zarfla gönderiyorum’ diye usule aykırı bir şey yapmış ve oyu sayılmamış olduğu için kıyametleri kopartıyor. Ben şöyle diyebilirim: İnan Kıraç’ın keyfinin, Cumhuriyet’e karşı davası haline gelir eğer eldeki tek tanık buysa. Ama tabii ki hepimiz biliyoruz: Bu Tayyip Erdoğan’ın keyfinin Cumhuriyete karşı davası. Buradaki insanların, yazarların ve gazetenin yöneticilerinin yaptıkları tek şey gazetecilik yapmak, bunu usule uygun yapmak, gazetecilik usullerine uygun yapmak, hakkaniyetle yapmak, işini yaptıkları için insanları ebediyen demir parmaklıklar arasında çürütmeye çalışan bir saray iradesi ve bu iradeyle hukukun gerekleri arasında ezilip büzülen bir mahkeme, burada sarayın casusu olarak çalışan bir mali müşavir, bütün bunlardan oluşan korkunç bir davayla karşı karşıyayız.

Ben doğrusu davadaki hem avukatların savunma kapasitelerine hem orada mahkeme önüne çıkartılan gazetecilerin kendi mesleklerine ve kendilerine duydukları saygının büyüklüğü karşısında şahsen hayran kaldım. Bu serinkanlılık, bu ciddiyet, bu doğruluktan şaşmama ve bütün bunlara karşın da bunca nezaket -doğrusu göz yaşartıcı bir tabloydu. Çok büyük bir dayanışma var ve bu insanların bu dayanışmayı hak ettiklerini, aslında hak ettikleri kadar kendileriyle de siyaseten parlamentodakiler olarak dayanışamadığımızı da söylemek isterim. Doğrusu her gün bu dava gündeme getirilse ve her gün rejimin karakteri bu davaya bakarak didik didik edilse hakkıdır. Gerçekten ‘Türkiye’de nasıl bir rejim, nasıl bir yönetim, nasıl bir adalet var’ sorusuna uluslararası siyaset ve adalet kurumları bir laboratuvar deneyi arasalar Cumhuriyet davasından iyisini bulamazlar. Şerefli insan topluluğundan bir mücrim çıkartmak için nasıl bir sentetik duruşma yapılabilir, nasıl bir sahte dava açılabilir konusunda da adaletin tersi, adalet-olmayan müzesinde gösterilecek bir numune ancak bu kadar olabilir.

Bu davadan aslında gazeteci arkadaşlarımıza saygım artarak ve bu rejime olan hıncım büyüyerek çıktım. Fakat bunun karşısında duramayacaklarını, dayanamayacaklarını da çok iyi görüyorum. Bir ya da bir kaç duruşma sonra artık o yargıçlar da arkadaşlarımızı cezaevinde tutmak için hiç bir sebep bulamayacaklar. Bu olmaması gereken sahte bir davadır, bu Tayyip Erdoğan’ın intikam davasıdır. Böyle bir mahkeme ve böyle bir adalet olamaz, görülemez. O yüzden bu bir dava ”iflas etmeye mahkumdur’’diye düşünerek çıktım.

NAZIM ALPMAN- Peki. Şimdi ‘delilsiz yargılama’ dediniz. Bir de bir dava daha var. ‘Yargılayamama’ davası. Selahattin Demirtaş biliyorsunuz mahkemeler arasında dosya gidiyor, geliyor. ‘Al sen yargıla, ver ben yargılayayım’ diye bir başka adalet trajedisi var. Bununla ilgili olarak Demirtaş, Cumhuriyet gazetesine de bir yazı yazdığı için bu soruyu sormadan geçemiyorum. Bunun için ne düşünüyorsunuz? Yazıyı gördünüz mü bilmiyorum?

ERTUĞRUL KÜRKÇÜ- Şunu söyleyebilirim: Gücün hukukunun ve “gücün hukuku ayaklar altına almasının hukuku” davası olarak belki de bizim HDP milletvekillerinin davalarının bir karşılığı, manası olabilir. Yani bize karşı siyasi savaş ilan etmiş olan bir rejim bunun için eş başkanlarımızı, milletvekillerimizi rehin almış ve bunları mecburen -dünyanın gözü önünde bunu yaptığı için- göstermelik de olsa yargılamaya tabi tutmak zorunda fakat bunun da üstesinden gelemiyor. Biz siyasi olarak bu hükümetin “seni iktidardan indireceğim ve yeni bir iktidar, yeni bir düzen, yeni bir ekonomik, politik düzen koyacağım” iddiasına bunca hışımla yaklaşılmasını anlayabiliriz. Bunu tabii ki kabul etmiyoruz. Biz oyunu kurallarına göre oynadık ve hukukla siyasetin buluştuğu noktada siyaset icra ettik. O yüzden bu davanın bizim rehin olmamızdan başka bir siyasi anlamı yok. Selahattin Demirtaş da öyle eş başkanımız olarak, Figen Yüksekdağ da öyle, bütün milletvekillerimiz de öyle ve şu an aslında tutuklu olmayarak fezlekeleri dolayısıyla yargılanan bütün milletvekillerimizin durumu da hukuken aynıdır. Bunun hukukla ilgisi yok. Bu bir siyasi öç alma hamlesi. Selahattin Demirtaş’ı rehin alarak Kürt siyasi hareketinin eylemlerini ve tasavvurlarını değiştirmeye çalışma ve Selahattin Demirtaş’dan öç alma girişimi. Fakat gene de bunun bir siyasi manası var. Bu iktidar mücadelesinin bir parçası. O yüzden tarih gelecekte şöyle yazabilir: “7 Haziran’da Halkların Demokratik Partisinin, Tayyip Erdoğan’ın siyasi gelecek emellerini yerle bir etmesinden dolayı Tayyip Erdoğan, Halkların Demokratik Partisine karşı bir darbeye girişti.” Peki Cumhuriyet gazetesine bütün bunları yapmanın ne gibi bir siyasi karşılığı var? Bunun aslında siyasi karşılığı yok -belki de hukuki karşılığı var. Bunların bütün korkusu uluslar arası bir yargının konusu olabilmeleri [olasılığı]. Aslında bu aptalca bir korku. Çünkü Türkiye uluslar arası ceza muhakemesi protokolüne dahil değil. Olmadığı için de böyle bir şey olamaz. Fakat böyle bir delice korkuyla haklarında delil olabilecek [olduğunu düşündükleri] her şeyi ifade eden, ortaya koyanlardan sonsuz bir hınçla öç almaya yöneliyorlar. Ama bizim davamıza gelince -tekrar sorunuza döneyim- Selahattin Demirtaş eş başkanımıza olsun diğer milletvekillerimize olsun Halkların Demokratik Partisine karşı girişilmiş olan bu öç alma hareketi bütünüyle siyasidir. Hukukla en ufak bir ilgisi yoktur. Zaten milletvekili dokunulmazlığı dolayısıyla bunun hukukla ilgisi kurulamayacağı için Anayasaya karşı hile yapılarak, meclis kendi kendisine karşı bir darbe yaparak kendisinin karakollara teslim edilmesine razı oldu; iktidarın elindeki bütün hile, hurda, usulsüzlük kapasitesini bildiği halde buna kendisini ortak etmekten alıkoyamadı. Ama görüldü ki oyun sadece Halkların Demokratik Partisiyle ilgili değil. Aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekili Enis Berberoğlu’nun da başına gelenleri hep beraber gördük. Şimdi biz Halkların Demokratik Partisi olarak başından beri takip ettiğimizi çizgiyi takip ediyoruz. Biz bütün milletvekillerinin hakkını bir arada savunduk bu dokunulmazlık tartışmalarında. O yüzden Enis Berberoğlu’nun da serbest bırakılmasını isterken kendi siyasi çizgimizin tutarlı bir ifadesini ortaya koyuyoruz. Ama ne yazık ki Cumhuriyet Halk Partisi üst yönetimi hala bu yaptığı hatanın bedelini ödediğinin farkında değil. Farkındaysa da bunu siyaseten teslim edemeyecek kadar medeni cesaretten yoksun. Başımıza bütün bu işlerin açılmasının sarayın karşısında siyaseten dik duramamak ve aslında sarayın Türkiye’de ki faşist harekette kurduğu ittifak karşısında radikal demokrat bir tavır alamamaktan geldiğini de görüyoruz. Biz demokratik ve özgürlükçü tutumumuzun siyasi bedelini ödüyoruz. Bunu her şekilde öderiz ancak bunun bir yargılama meselesi olduğuna dair rejimin bütün iddialarını tuzla buz etmek de görevimizdir. Selahattin Demirtaş içeride bütün maharetini kullanarak bunu ortaya çıkartmaya yardımcı oluyor. Biz de Anayasa Mahkemesi önündeki vicdan ve adalet nöbetleriyle bunu sürdürüyoruz. Mutlaka kazanacağız, mutlaka Türkiye’de adil, demokratik, özgürlükçü bir yeni düzen kurulacak -er ya da geç- bunu söyleyebiliriz.

NAZIM ALPMAN- Çok teşekkür ediyoruz, yayınımıza katıldığınız için. Ayrıca size mücadelenizde başarılar diliyoruz.

ERTUĞRUL KÜRKÇÜ- Çok teşekkürler, iyi günler.