Hayır, faşizm mukadder değildir, AKP-MHP-Ergenekon koalisyonunu yenebiliriz!

Tuncay Yılmaz’ın Ertuğrul Kürkçü ile yaptığı söyleşi Siyaset dergisinin Şubat-Mart sayısında yayımlandı:  “Tarih bir kez daha Türkiye ve Kürdistan’ın siyasi kaderinde özgürlük hareketiyle HDP’yi belirleyici bir role çağırıyor. Referandum sürecinde  pekâlâ PKK’nin tercihleri ve taktikleri de bir rol oynayabilir, Türkiye’yi Tayyip Erdoğan’ı faşist diktatörlüğe götüren yoldan uzaklaştırabilecek bir yaratıcılık ile hareket edebilir, siyasal ve toplumsal muhalefetin önünü açan bir tutum alabilirler. Faşizm mukadder değildir, Türkiye’yi faşizmden önceki son çıkışa taşımamız hala ve pekâlâ mümkündür.”

Ertuğrul Kürkçü ile Tuncay Yılmaz’ın yaptığı söyleşi Siyaset Dergisi’nin Şubat sayısında yayınlandı

Sadece Anayasa Referandumu olarak değil de bütünsel olarak baktığımızda, AKP iktidarı ile başlayan süreçte önümüzdeki anayasa değişikliği paketi teklifi ne anlama geliyor?

Bunun olağanüstü rejim ihtiyacını karşılamayı hedefleyen bir koalisyon programı olduğunu söyleyebiliriz. Bu program MHP ittifakta yer almaksızın meclisten geçemezdi. Ergenekon’un sahada verdiği destek -hatta Ergenekon’un planlarının, doktrinin paylaşılması- olmaksızın Suriye ve Irak’taki askeri faaliyeti, Kürdistan’daki yıkım projesini sürdürmek söz konusu olamazdı. Bu çerçeveden baktığımızda, bütün süreci bu ittifaka bir kurumsal örtü kazandırmayı hedefleyen bir anayasal tahkimat olarak görmek lazım.

Doğru bir tespit yapıyoruz; faşizme gidişatı işaret ederek, faşizmin iktidarı için bu hamlenin bir ölüm sıçrayışı olacağını söyleyerek. Ancak bu hâlâ klasik şemada gördüğümüz, bildiğimiz şekilde bir faşist çekirdek kadronun bütün milleti peşinden sürükleyerek, kendi tasavvuruna uygun bir yeni toplum kurma hırsıyla atağa geçmesi kadar güçlü bir hamle değil. Bu, şimdilik bu üçünün -AKP, MHP, Ergenekon- birbirlerini kollayarak bir olağanüstü rejim, bir totaliter diktatörlük tesisi için kurmuş oldukları koalisyonun siyasal izdüşümü. Tabii bu ortaklıkta AKP ve Erdoğan’ın özellikle İslami temelli kitle hareketini koalisyonun arkasına dizmiş olmaları dolayısıyla “aslan payı” Erdoğan’da. Bundan ötürü şu an bu bileşkenin Erdoğan’ın çektiği istikamete gittiğini görüyoruz. Fakat bu bileşke aslında ne Erdoğan’ın ne MHP’nin ne de Ergenekon’un tam gitmek istedikleri yer. Demek ki koalisyon bileşenleri arasındaki gerilim de sürecek.

Bu blokun iktisadi-mali politikalarının, üretim ve yatırımlar, ekonomik ve mali süreçlere yansısı bakımından, gidişattan -özellikle Avrupalı ortaklarıyla birlikte sürdürdüğü işler sekteye uğradığından- daha çok TÜSİAD çevresinde kümelenmiş olan büyük sermaye tedirgin. Fakat kısa vadede bir çıkarı da var büyük sermayenin bu politikalardan: Sonuçta bu mali/siyasi kararlar bir fiili devalüasyona yol açıyor. Kimi firmalara bir gecede Dolar ve Euro cinsinden yüz milyonlara varan kazançlar sağlıyor. Dolayısıyla güncel planda büyük sermayenin hükümete karşı ortak ve sert bir itirazı olduğunu söylemek çok zor. Öte yandan AB’nin büyük ülkeleri, Almanya ve Fransa ile AB dışına çıkmakta olan Britanya da Türkiye’deki aktüel durumu, bizim gördüğümüz gibi kategorik bir biçimde faşizme gidiş olarak değil, daha çok bir popülist, otoriter, totaliter fakat hala Avrupa’yla hukuksal ve kurumsal bağlarını koruma gayretinde bir rejim olarak okumaya devam ediyorlar. Onlar için Avrupa Komisyonu’nun ve AKPM’nin kış oturumunda da açıkça gördüğümüz gibi, kimi uzlaşma noktaları hâlâ açık duruyor.

Koalisyon meselesine biraz daha yakından bakacak olursak; bileşenlerinin yakın zamanda birbirlerine karşı çok hasmane bir pozisyon içinde olduğunu biliyoruz. Bir numarasını, Genelkurmay Başkanı’nı terör örgütü kurmaktan tutukladığı eski Ergenekon cephesi, bugün Erdoğan ile aynı koalisyonda buluştu. Tersinden, bütün bu hamleleri bugün “FETÖ” diye hedef haline getirdiği Fethullah Gülen Cemaati’yle birlikte yapıyordu. AKP’nin farklı dönemlerinin olduğu çok açık. Ama girdiği son süreçte bu koalisyonu yan yana tutan ana harç ne? Bunlar nasıl yan yana durabiliyor?

Onları yan yana getiren birinci konu Kürtlerin özgürlük hareketinin özellikle Türkiye Kürdistanı’nda, Kuzeyde kazanmış olduğu muazzam toplumsal genleşme. Bu, bence bütün bu kesimleri ve bunların tek pazar çevresindeki birliğini koruma ve kollama kaygısındaki devleti büyük bir tedirginlik içerisine sokuyor. Üstelik sadece iç pazar değil aynı zamanda o pazarın bölgesel ekonomik hinterlandının da risk altında olduğu algısı çok derin bir endişe kaynağı. Daha basit şekilde söyleyecek olursak; egemen sınıflar ve güçler için Türkiye’nin doğu sınırlarının artık güvende olmadığı, enerji geçiş koridorlarının, enerji ve sulama kaynağı olan iki büyük ırmağın artık merkezi devletin tartışmasız kontrolü altında olmadığı ve bu gelişmelerin yekpare bir Türk Devleti’nin varlığını sürdürmesini kaçınılmazca tehlikeye düşürdüğü algısı bence sadece bir hastalık işareti, bir tür paranoya değil. Bu aynı zamanda kendi iradesi, kendi hareket kabiliyeti, kendi tarihsel iddiaları, emelleri olan Kürt Halkıyla, yeni bir ortaklık kuramamaktan doğan sahici bir kriz. Türkiye Cumhuriyeti Kürtlerle bu ortaklığı kuramıyor, bu yüzden çözüm sürecini çökertiyor. Fakat öte yandan tarihsel olarak yüz yıldır var olan ama son 20-30 yılda yepyeni bir momentum kazanan bu entiteyle başa çıkabilmekte de son derece büyük risklerle karşı karşıya olduğunu gözlüyor. Tüm bu nedenlerle de devletin siyasal birliği ve toprak bütünlüğü statükosunu korumak kaygısıyla bir araya gelen bu üç kuvvetin aralarındaki bütün ihtilafları bu bağlamda dengelediklerini söyleyebiliriz.

Fakat bu çelişki ister şimdiki gibi çözümsüzce süregitsin, ister çözülsün, ister çözülemesin, her iki durumda da yeni bir ihtilafın kapılarını açacak. Daha şimdiden El Bab’da tıkanmış olan Rojava Kürdistan’a yönelik seferberliğin, koalisyon içinde de büyük gerilimlere sebep olduğunu gözleyebiliriz. Burada elbette Türkiye’nin batısındaki işçi hareketinin taleplerinin, demokratik ve toplumsal muhalefetin iddialarının önemsiz olduğunu söylemiyorum. Fakat her zaman olduğu gibi egemen ittifak rejimin baş çelişkisini Batı’da değil Kürdistan’da tespit ediyor. Elbette, ikincil bir darbeyi Kürt Halkıyla stratejik ittifak halindeki demokrasi ve sosyalizm güçlerine doğrultan bir güvenlik faaliyetini de sürdürüyor, bunun muhatabıyız.

Eşik olarak 7 Haziran seçimlerinin sonuçları görünse de, belki o bardağı taşıran son damla sanırım. Sizin de sık sık altını çizdiğiniz 30 Ekim 2014 Milli Güvenlik Kurulu Kararları var. Bahsi geçen MGK kararları mevcut koalisyonun harekete planı, bir nevi uzlaşı manifestosu mu?

Evet, ortada bir stratejik hareket doğrultusu var. Bu doğrultu 2014 sonlarında Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) çizildiğinde içtenlikle itiraf etmeliyiz ki, Halkların Demokratik Partisi (HDP) Yürütme Kurulu,  Parti Meclisi bunun önemini örneğin PKK kadar derinden hissetmemiş olabilir. Bunun etrafında uzun boylu bir müzakere yürüttüğümüzü hatırlamıyorum. Ancak meseleye gerek devlet gerek PKK açısından baktığımızda bu MGK kararları aslında sonraki bütün hamlelerin açılış hamlesi oldu. Bu bir doğrultu belirledi. Bu plan uygulandı.

Bu plan askeri, politik, kültürel ve tarihsel bir çerçeveye sahip. Öncelikle karşısına bir bütün olarak Kürdistan’ın yeniden sömürgeleştirilmesini koyuyor. Özellikle Kuzey’de bu eski statükoya dönmek demek de değil. Eski statüko Turgut Özal “reformları”yla birlikte Kürtlerin varlıklarını kabul ve içerme üzerine kurulmuştu, içerme sınırları tartışılıyordu. Şimdi -yeni ve başka koşullarda- bir kez daha 1930’ların diline, söylemine dönüyoruz. Bu sömürgeleştirme hamlesi ister istemez sadece Kuzey’i değil Kürdistan’ın tamamını, Batı’yı ve Güney’i de kapsamına almak zorunda. O yüzden TSK Başika’ya girmeden duramıyor, o yüzden El Bab’a girmeden duramıyor. Şu an Trump’ı Meksika Sınırı’na duvar dikmeyi planladığı için eleştiren Binali Yıldırım’ın kendisi sınıra 900 km boyunca 3 m yüksekliğinde bir duvar çekmeye devam ediyor. Bütün mesele şimdi sadece Kuzey’i sömürgeleştirerek değil, Irak ve Suriye’de merkezi devletlerin Kürtler üzerindeki kıskacı gevşemiş olduğundan Kuzey’deki gelişmeyi -eğer gerçekten durdurmak istiyorlarsa- Kürdistan’ın tamamına yönelen bir politikayla durdurabileceklerini görmüş olmalarında. Bunun arkasında bir egemen konsensüs, bir mutabakat var. Bu, CHP’yi de kapsayan bir konsensüs. Eğer burjuvazinin muhalif bir kanadından söz edeceksek, muhalif kanadı da CHP -dolaylı olarak- ifade ediyorsa, CHP’nin de bu planlamanın içinde olduğunu, tezkerelere yönelik tavrından, dokunulmazlıklarımızın kaldırılmasına yönelik tavrından, 15 Temmuz sonrası Yenikapı ruhuna dahil oluşundan görebiliriz. Kürdistan’daki yıkım sırasındaki uğursuz sessizliklerinden; sonuç olarak CHP’nin AKP ile yarışını daha çok güvenlik, daha çok anti-terör üzerine kuruyor olmasından görebiliriz.

Asıl ittifak sözünü ettiğimiz üç kuvvet -Ergenekon, MHP ve AKP- arasında kurulmuş olmakla birlikte CHP’den de kısmen ve dolaylı, bazen de açık olarak -özellikle çatışma bölgeleri için- onay aldığını söylememiz mümkün. Başlangıçta kullandığım terime geri döneceğim; hakikaten burada sadece AKP’ye ait bir planlamadan değil, bir statüko, bir egemen sınıf planından söz etmemiz ama bunun çelişkilerle malul bir plan olduğunu da akıldan çıkarmamamız gerekir.

Bu bağlamda Gülenciler’in 15 Temmuz sonrasında çok büyük ölçüde marjinalize olduklarını, AKP ile on yıllık ortaklık sayesinde elde ettikleri mali, iktisadi ve politik avantajlar ile ordu, bürokrasi, emniyet ve akademideki kadrolarının neredeyse tamamını kaybettiklerini de not edebiliriz. Gülenciler kurulan yeni güç denklemi içinde ne muhalefet ne iktidar açısından belirleyici bir kitlesel ve politik öneme sahip.

Bütün bu karanlık tablo planlanırken, Sur’da, Nusaybin’de, Cizre’de uygulamaya sokulurken bir yandan da HDK-HDP’nin yükselişini ve durağanlığını yaşadık. 7 Haziran seçimleri Türkiye’nin batısında ve doğusunda uzun zamandır esmeyen bir rüzgâr yarattı. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a, 1 Kasım’dan 15 Temmuz, OHAL ve başkanlık sisteminin halk oylamasına götürülmekte olduğu bu zamanlara… Bizim cepheden baktığınızda, biz bu süreci iyi yönetebildik mi?

Biz derken, bir bütün olarak, hepimizin ortak siyasi ifade alanı HDP. Evet, SYKP’nin bir pozisyonu var, Yeşiller ve Sol Gelecek’in, ESP’nin, Devrimci Parti’nin, SODAP’ın bir pozisyonu var, Özgürlük Hareketi’nin, Alevilerin bir pozisyonu var ama netice olarak hepimizin ortak ifade alanı HDP; sözcülerimiz HDP’nin eş başkanları ve parlamentodaki sözcüleri. Bu sözcülere, onların ortaya koyduğu tabloya bakarsak bu derinlikte bir gelişmeyle karşı karşıya olduğumuzu gösterebilecek bir unsur göremiyoruz. Bunu göremeyişimiz, sadece “felaket tellallığı”ndan, halka kötümser bir tasavvur sunmaktan uzak durmakla değil, sürecin bu derinlikte bir çatışma olarak kavranmamış olmasıyla ilgili. Evet, AKP’nin baskıcı eğilimlerini, onların heveslerini, emellerini biliyoruz. Sonuç olarak adım adım yürüyen bir yeniden sömürgeleştirme ve tahakküm, merkezileşme ve bir tek parti devleti yürüyüşü varsa karşınızda, buna adım adım karşılık verecek bir hareket planınız olması gerekirdi. Maalesef böyle bir plana bağlı olarak hareket ettiğimizi söyleyemem.

Öte yandan Kürdistan Özgürlük Hareketi ya da onun mücadelesinin oluşmasına imkân verdiği bizim muhalefet ortaklığımız açısından da herkesin aynı ritmde hareket ettiğini söylemek, burada yekpare ve bütünleşmiş bir aklın süreci yönettiğini söylemek de çok güç. PKK’nin kendi aklı var, Öcalan’ın bütün bunları aşan ve daha öteye bakan konsepti var. HDP’nin kendisini Kuzey’de ve yasal alandan kuran kendi konsepti var. Tüm bunların içerisinde de bizim, zaman zaman bu gelişmelerin ötesine bakmaya çalışsak da, sesimizi duyuramadığımız ya da kendimizin de süreç içerisinde körleştiğimiz anlar ve durumlar oldu.

Şunların çok kritik olduğunu düşünüyorum: Birincisi, 7 Haziran seçimlerine giderken müzakere masasının tekmelenmiş olmasını, kendi özgül bağlamı olan bir olgu değil de bir “yol kazası” olarak görme eğilimi HDP’de çok kuvvetliydi. Masayı yeniden ayağa kaldırma düşüncesi çok egemendi. Hâlâ da tamamen ortadan kalkmış değil. Fakat masa hiç değilse bir dönem için kategorik olarak tekmelendi. Evet, Tayyip Erdoğan “Buzdolabına kaldırdım” dedi, “Yok ettim” demedi ama sonunda müzakereyle ikame edilen “çöktürme harekât planı”na baktığımızda müzakere masasına dönüşün asla “Nerede kalmıştık?” şeklinde olamayacağı görülüyor. Dönülecek yerin, kalınan yer olmayacağı şekilde sürdürülen bir “çöktürme harekât planı” var. Bunun, açık siyasette bu derinlikle kavrandığı görüşünde değilim.

PKK’nin HDP’den daha uzağı gördüğünü, ancak bu harekât planının siyaseten ima ettiği sonuçları tam olarak öngörmekten çok, esasen askeri açıdan ve Kürdistan genel sahası içinden bakarak bir sonuca vardıklarını söyleyebiliriz. Fakat bu askeri bakış açısının -sadece Türkiye de değil Kürdistan’da da- karmaşık ilişkilerle örülü politik, kültürel, akademik, medyatik dünyada, kent orta sınıfları arasında, eğitimi ve siyasi görgüsü ve beklentileri yükselmiş işçi sınıfı kesimleri arasında, kadınlar ve Aleviler arasındaki davranış eğilimlerinin kavranışı için gerekli sofistikasyona denk düşmeyen bir katılık ve şiddetle belirlenen bir taktiğe götürdüğünü, sürece bu şekilde dahil olduklarını söyleyebiliriz. Bunun ağır faturasını 1 Kasım’da ödedik. 1 Kasım’a giderken çatışma iklimini nispeten öteleyecek hamleleri talep etmek ve gerçekleştirebilmek için dahi çok büyük çaba gerekti. Fakat bir kere senkronizasyon olmayınca her şey iğreti kalıyor. Sadece 15 gün sonra kaldığınız yere geri dönüyorsunuz.

Ben 7 Haziran’la 1 Kasım arasındaki dönemde bizim stratejik olarak Tayyip Erdoğan’ın tiranlığında simgelenen bu ittifakı alaşağı edecek bir halk hareketi örgütlemek, hitap alanımızdaki gelişme eğilimlerini yönlendirmek bakımından ortaya çıkan imkânları ve momentumu hiç iyi değerlendirmediğimizi söylemek isterim. Zaten bu momentum değerlendirilemeyince 1 Kasım öncesinde Cizre’de başlayan ve daha sonra devam eden yıkıcı saldırılara alanda müdahaleye, sivil organizasyona, PKK’nin şiddete özgülenmiş askeri taktiğini aşan bir sosyal-politik müdahale planına ne yazık ki sahip olamadık.

Hatırlayın, 7 Haziran sonrasında slogan -“Seni Başkan Yaptırmayacağız”dan müdevver- “Size Savaş Yaptırmayacağız”dı. Ama savaşa geri dönüş hamlesinin muhtemel sonuçlarını bu şekilde önlemek de mümkün olmadı. Şu an HDP ve HDK’nin başına bir çorap olarak geçirilmeye çalışılan DTK Olağanüstü Kongresi’nde “öz yönetim” bahsinde HDP programından hareketle bir perspektif ortaya koymaya çalıştık ama ne yazık ki iş işten geçtikten sonra. Bu da bize yeni bir alan açamadı, Batı’yı bu şekilde hareketlendiremedi.

Savaş yeniden başlatıldıktan sonraki ilk üç ay içerisinde bütün asker-polis cenazelerindeki halk tepkisini hatırlayın. Aileler kayıplarından karşıdaki gücü değil hükümeti sorumlu tutarken, 11. aydan sonra artık doğrudan özgürlük hareketini, bizi, muhalefeti, sorumlu tutmaya başladılar. Bu kırılmanın geleceği maalesef öngörülemedi ya da bu kırılmayı ötelemek için “Şiddetle aramızda mesafe var, bak PKK’yi de eleştiriyoruz” dersek herkes, şiddetle aramızda mesafe olduğunu görür ve ona göre de tavır alır diye umuldu. Buysa, şimdi bütün sonuçlarıyla yüzleşmeye başladığımız sorunları çözmek açısından çok yetersizdi. O nedenle 7 Haziran-1 Kasım arasını bir kayıp zaman, bizim de siyasi kaybımızı hazırlayan ve PKK’nin öz-savunmayı aşan uygulamalarının ötesinde daha güçlü bir sivil hareket kurma imkânlarını maalesef elimizden kaçırdığımız bir dönem olarak görüyorum.

Bugüne sonuçlar çıkartmakta fayda var sanıyorum. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadar mevcut durumun inşasının arkasında duran güçlerle, yeni yaşamı örmek isteyen güçler kozlarını ortaya koydular. Şimdi yeniden sahanın etkin güçlerinden olma imkânıyla yüz yüzeyiz. Bütün baskı; tutuklama, katliam, sindirme politikaları, mevcut yasama-yürütme-yargı sınırlarının fiili işgaline rağmen yeni kapışma alanında HDP hala önemli bir yer tutmaya devam ediyor. Şüphesiz biz biraz yaralanmış, hırpalanmış durumdayız. Bunlar tabii ki AKP Hükümeti’nin, Erdoğan’ın bu dönemde kurduğu şovenist, saldırgan, savaşçı tarzının bizde yarattığı tahribatlar. Doğrudan sormak istiyorum; siyasete daha fazla yer açarak, referandumda “hayır” güçlerini, Gezi bileşenleri kapsamına genişletme imkânları var mı?

Aklın yolu bir, bunun böyle olacağı apaçık. Bunun için derin bir tahlile bile ihtiyaç yok. Çünkü şu an Türkiye’de sivil siyaset dışı bir yoldan bir kitle hareketi kurmanın görünür bir imkânı yok.

Hayat ilke olarak parlamentodan ya da seçim sandıklarından, genel oydan ibaret değil. İnsanlar başka birçok şekilde -ayaklarıyla, elleriyle, oy kullanmayarak da- oy kullanabilirler. Bunların hepsinin tarihte yeri var. Fakat etrafına bakan bu somut anda bunların hiçbirinin kitlesel ölçekte, kurucu bir momentum kazanabileceği bir durumda olmadığımızı görüyor. O yüzden herkes dikkatlerini bu “başkanlık rejimi”ne “hayır” demeye yoğunlaştırmış durumda.

Ancak burada üzerinde yeterince durulmayan iki etmene dikkat çekmek gerekir: Birincisi, başından beri konuştuğumuz gibi Tayyip Erdoğan’ın egemenliğinin ve onun muhtemel Cumhurbaşkanlığı rejiminin kırılganlığının, iç çelişkilerinden doğan zayıflığının ve aslında zaman içerisinde geriye düşme potansiyelinin yeterince idrak edilmediğini düşünüyorum. Bunu açığa çıkarmak gerekir. Faşizme gidiş hamlesi gerçek: Tayyip Erdoğan “faşistlik” yapmadan edemez, onun için başka yol yok. Bahçeli o yüzden zaman zaman onun nispeten gerisinde kalıyor, gördüğümüz gibi. Ama o başka türlü yapamaz, totaliterleşmeden olamaz. AKP bir faşist parti olarak kurgulanmamıştı. Ancak toplumsal rızanın üretilemeyişinin yol açtığı zorba yöntemlere ve zorba ittifaklara yönelme mecburiyeti, AKP’yi mecburen bir faşist parti ve hareket olarak yeniden kurulmaya zorladı. “Reisçilik” bir tarihsel mecburiyet oldu. Ancak bu mecburiyet tarihsel bir zeminden yoksun, çok fazla rakibi ve ortağı var. Zamanı dar!

İkincisi; sermayenin yeniden üretilmesinin koşulları bakımından küresel mal ve finans piyasalarından, ihracat kanallarından ve ihracata dayalı sektörlerden koparak, bunların gerekli kıldığı mekanizmalar, kurumlar ve bağlantıların dışına çıkarak, Türkiye ekonomisini çevirebilmek aslında mümkün değil. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek “şeytanın avukatı” olma pahasına Erdoğan’a durmaksızın bunu hatırlatmaya çalışıyor. En son demeçlerinden birinde bankaların aslında reel sektöre kredi aktarma kapasitelerinin sonuna geldiğini söylüyordu. Ekonominin var olan kurumsallıklar içerisinde döndürülmesinin imkânları çok zayıflamış görünüyor. Sıra “Varlık Fonu”na -yasa geçirilirken TBMM’de açıkça denizin bittiği yer olarak nitelemiştik- geldi dayandı. Kamu varlıklarının “muhtemel kârları”nın satışa sunulmasına dayalı bir komuta finansmanı düzeneğine bağlandı yatırım olanakları. Devlet bir kez daha piyasaya doğrudan el attı. “Yerlilik/millilik” goygoyculuğu eşliğinde ortaya atılan Avrasya savruluşunun bir yerden sonra sürdürülemeyeceği ortaya çıktı ve bu giderek kavranıyor. Ekonomik ve mali çıkmazlar o cenahta frenleyici ve aynı zamanda iç çatışmaları da tetikleyici bir rol oynayacak.

Türkiye’nin çok uzun bir parlamento ve genel oy tarihi olduğunu Tayyip Erdoğan hatırlamak istemeyebilir ama bu topraklarda Meşrutiyet’ten bu yana sürüp gelen bir gelenek var; hüküm süren şiddete, muhalefetteki bütün görüş farklılıklarına ve sağ cenahtaki görüş benzerliklerine rağmen “halkın oyu” diye bir şey var. Bu, halkın rejimle pazarlık için elindeki en kıymetli araç. Halk, padişahtan oy hakkını aldığı günden beri bu hakkı kimseye geri vermek istemiyor ve Tayyip Erdoğan karşısında direniyor. Şu an Tayyip Erdoğan’a, onun başkanlığına, onun teklif ettiği mutlakçı rejime gönlü yatan, fikri yatan insan sayısı hala bu toplumun yarısı değil. Ne kadar “Kürt karşıtı” olursa olsun, ne kadar Kürtleri ve devrimcileri “terörist” olarak görürse görsün, ne kadar “anti-komünist” olursa olsun, ne kadar devrim karşıtı, ne kadar milliyetçi, ne kadar Avrupa düşmanı, ne kadar çoğulculuktan nasipsiz olursa olsun milyonlarca insan, sonuçta Türkiye nüfusunun yüzde 60’ı, bu projeye karşı. Bunun ne kadar değerli bir şey olduğunu görmemiz ve buradan bir enerji ortaya çıkarmamız gerekir. Tayyip Erdoğan’ı siyaseten durduracak olan bir şey de budur. Erdoğan için bütün mesele zaten yüzde 40’ı, yüzde 50’ye çıkartmaktır: Siyaseten ve fiziken neredeyse imkânsız bir iş. Ne var ki, bütün anketlerde görülen çok tuhaf bir başka şey var: Halkın yüzde 60’ının bu başkanlık rejimine karşı olmasına rağmen gene bir o kadarı referandumu Tayyip Erdoğan’ın kazanacağını düşünüyor.

Bu çok büyük bir paradoks, bir muamma. Bizim bütün meselemiz bu paradoksu kırmak, muammayı çözmek. Halkları; daha sonra ne yapılacaksa yapılsın, daha sonra ne olacaksa olsun ama bugün Tayyip Erdoğan’ın durdurulabilir olduğuna inandıracak ve toplumun gözü önünde Erdoğan siyasetinin zayıflık, iki yüzlülük ve açmazlarını sergilemek için her şeyi değerlendirebileceğimiz bir politika zemini kurmaya ihtiyacımız var. Bu açıdan “hayır” diyen herkesle “ortak bir yol”da yürümek de gerekmez; varsın herkes ayrı yürüsün sandığa kadar. Ama “hayır” diyen herkesin oyunu sandığa taşıyabilmesini sağlayacak, bir genel ortaklık stratejisini kurabileceğimiz bir dile, söyleme ve akla ihtiyacımız var. Lehteki faktörler bunlar.

Aleyhteki faktörler ise şunlar: Kürt Halkı sistem tarafından hiçbir şekilde içerilmeyeceğine dair son bir buçuk, iki yıl içerisinde o kadar kanlı ve yıkıcı kanıtla karşı karşıya kaldı, bunu teninde canında o kadar dolaysız hissetti, kendisini öylesine dışlanmış ve hakarete uğramış hissetti ki, bu referanduma sırtını dönmesi ihtimali de vardır. Kendinizi Cizre’de, Nusaybin’de, Silopi’de, Sur’da, Şırnak’ta, Gewer’de, Dersim’de yaşayan Kürtlerin ve onların bütün ülkedeki kardeşlerinin yerine koyun ve elinizi vicdanınıza götürüp düşünün: Eviniz yoksa, yakılıp yıkılmışsa, kaydınızın bulunduğu muhtarlık havaya uçmuş, muhtarınız öldürülmüşse, mahalleleriniz, ilçeleriniz kentleriniz yerle bir olmuş, oğullarınız kızlarınız canlı canlı yakılmış yok edilmişse, bunların yüzlerce binlercesini barındıran bir alanda yaşamaya devam ediyorsanız, işinizi, mesleğinizi, çocuklarınızı, yakınlarınızı kaybetmişseniz Ankara’da başta kim olup, olmayacağı konusu sizi ilgilendirmeyebilir mi? Evet ilgilendirmeyebilir, “Cehenneme kadar…” diyebilirsiniz. Bunun son derece sahici bir duygu olduğunu bilmek fakat yine de bütün güçlüğüne rağmen Kürt Halkının siyasal olgunluğunu ve enerjisini harekete geçirerek Türkiye’de ve Kürdistan’da demokrasinin, özgürlüğün, özerkliğin, kendi kendini yönetmenin bir imkânı olarak bir “hayır” kampanyası yapabilirsek, Tayyip Erdoğan’ı yenmek kesinlikle mümkündür. MHP tabanı ile Kürtler belki de tarihte ilk kez aynı doğrultuda oy kullanma eğilimindeler. MHP’ye oy verenlerin yarısından çoğu “Evet” demeyecek gibi görünüyor. Kürt Halkının da yüzde 100’ü vermezse, Kürt Halkının oyunu almadan Türkiye’de hiç kimse yüzde 50’yi kazanamaz. Ama Kürt Halkını sandıktan uzak tutarsanız buna yaklaşabilirsiniz. Bu kendiliğinden kayıtsızlık halinin yanında AKP’nin Kürdistan’da her yerde yurtsever kitlelerin sandıkları “hayır” oylarıyla doldurmasını önlemek için evden sandığa giden yolu bin bir engelle doldurmak, oy kullanma merkezlerini birer gözaltı merkezine çevirmek, “hayır” propagandasını terörizmle özdeşleştirmek ve kriminalize etmek için yapmayacağı hiçbir şey yok. Bütün bu nedenlerle Kürdistan’da ve Kürt Halkının oy kullanacağı bütün seçim bölgelerinde HDP’nin bir kampanya gücü olarak önemi hiçbir zaman olmadığı kadar büyük olacak.

Kürt Halkının tarihi rolünü oynayabilmesi bakımından HDP’nin toplumun tamamına açılması ve Kürt Halkının demokratik dönüştürücü, özgürlükçü enerjisini HDP üzerinden Türkiye siyasetine taşınması gerekiyor. Burada moralin, psikolojik şartların yeterince elverişli olmadığını, zamanın kısa olduğunu ve HDP’nin önünde çok iş olduğunu biliyoruz. Fakat yine de eğer özgürlük hareketinin bütün bileşenleri, bu arada PKK dönemsel koşulların derli toplu bir değerlendirmesine dayanan bir siyasi role yükselebilirse pekâlâ referandum sürecinin Erdoğan’ın hegemonyası altına girmesi önlenebilir, süreç halklarımızı yeniden çözüm alanına doğru taşıyabilir. Çöktürme harekât planını da bu siyasi iklimde akamete uğratabiliriz. Şimdi El Bab kapılarından dönmekte olan yeniden sömürgeleştirme siyasetinin Kuzey’de de geriye çekilmeye zorlanması mümkündür. Onun için siyasetin, HDP’nin, kitle hareketinin önünü açmak son derece önemlidir.

AKP Kürt Halkını sandıklardan uzak tutmak isteyecektir. Türkiye’de Kürt Halkının oyu olmadan hiç kimse, hiçbir partinin yüzde 50’yi geçmesi mümkün değildir. Ancak sandıklardan uzak tutulursa geri kalanlar arasında pekâlâ bir küçük katılım içerisinde yüksek bir oran yakalamak mümkün olabilir. Bu bağlamda şu an AKP’ye ve Erdoğan’ın başkanlık heveslerine en yatkın kesimlerde uç vermeye başladığı gözlenen “boykot” çağrılarının neden son tahlilde Erdoğan’ın önünü açmaktan ibaret olduğunun halka inandırıcı bir biçimde anlatılması çok büyük bir önem taşıyor.

Aslında tarih bir kez daha Türkiye’nin ve Kürdistan’ın siyasi kaderinde özgürlük hareketini ve HDP’yi belirleyici bir role çağırıyor. PKK’nin bu somut anda bu tarihi sorumluluğu görerek, siyaseten en zor işlerden birisini yapmaya devam etmesi gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Evet, bir silahlı çatışmanın, halka karşı açılmış bir savaşın içinden geçiyoruz ancak, birincisi bir silahlı çatışmanın devam ettirilip ettirilmemesi ya da nasıl devam ettirileceği veya ettirilmeyeceği tek yanlı bir mesele değildir. Burada pekâlâ PKK’nin tercihleri ve taktikleri de bir rol oynayabilir, Türkiye’yi özellikle referandum sürecinde Tayyip Erdoğan’ı faşist diktatörlüğe götüren yoldan uzaklaştırabilecek bir yaratıcılık ile hareket edebilir. Çeşitli zamanlarda bunu yapabildiklerini biliyoruz ve bu süreçte de halklarımızın ve onun siyasal ve toplumsal muhalefetinin önünü açan bir tavrı uygulamaya koymalarını ümit ediyoruz. Bütün etmenler bir arada işlediğinde faşizm mukadder değildir, Türkiye’yi faşizmden önce son çıkışa taşımamız hala ve pekâlâ mümkündür.

Referandum bittiğinde Erdoğan’ın faşizme yürüyüşü geri püskürtüldü diye bizi asude bir hayat bekliyor olmayacak. Herkesin şunu bilmesi gerekir: Bir özgürlük hareketi için de, bir sivil hareket için de, bir politik parti için de faşizm bir kere tesis edildikten sonra onu devirmek, demokratik bir cumhuriyetle ikame etmek tarihin en zor işlerinden biridir. Çünkü mutlak iktidarı elde eden ve bunu yaparken de toplumsal ve demokratik muhalefetin kendine özgü bütünleşik yapılarını tasfiye eden, sınıfları ve toplumu atomize eden bir faşist diktatörlük karşısında toplumsal direnç odakları oluşturmak için sınıf mücadeleleri tarihinin en başına dönmek gerekebilir. Bugün hala Türkiye ve Kürdistan’a yaşatılamayan “yenilgici” ruh halinin faşizm koşullarında kitlesel bir güce dönüşeceği ve faşizmin başlıca besin kaynağının bu atomizasyon ve yenilgiciliğin bu kitlesel ölçekteki egemenliği olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Örneklere bakalım; bir askeri diktatörlükten, ya da Bonapartizmden söz etmiyoruz, bir faşist diktatörlükten söz ediyoruz. İspanya’ya, Portekiz’e, Almanya’ya, İtalya’ya bakalım; hepsinde gördüğümüz gibi, bütün faşist diktatörlükler, bir kere iktidar olduktan sonra hegemonyayı tesis etme, kurumsallaşma ve kök salma bakımından son derece büyük avantajlara kavuşurular ve onlardan kurtulmak, uzun bir zamanı alan yeni bir tarihsel döneme geçişi gerektirir.

Bütün bu nedenlerle bütün dikkatimizi faşizmden önceki son çıkışa yoğunlaştırmamız gerekir. Bir kere daha altını çizmem gerekirse; HDP’nin arkasındaki büyük tarihsel, toplumsal yığınak, bu noktada hayati önem kazanıyor. Ancak bu yığınağın sınırları bellidir. Tek başına hiçbir şey tayin edemez, başarı öteki faşizm ve diktatörlük karşıtı muhalif partilere ve AKP’nin mutlakıyetle ihtilaf halindeki muhalif tabanına seslenen, onların önünü açan politikaları hep birlikte uygulamayı başarmamızla ilgilidir. Lenin’in sıkça söylediği bir söz aklıma geliyor: “Çok verilenden, çok istenir.” O yüzden bizden çok şey isteniyor ve biz de çok şey istiyoruz.

Özellikle altını çizdiğiniz bir noktayı tartışmak istiyorum. Referandum sonrasında bizi kolay bir süreç beklemiyor. Çünkü 7 Haziran’da ortaya çıkan tablo; Türkiye halklarının, ezilenlerinin, emekçilerinin nefes alabileceği bir siyasi atmosferin kapısını aralamıştı bize. Ancak biraz önce konuştuğumuz nedenlerle egemenler bloğu istemedi ve buna göre daha önce planlanmış dizayn hızlandırıldı. Muhtemelen bu başkanlık meselesinde de bizim karşı karşıya olduğumuz tablo da buna benzer bir tablo olacak. “Hayır” afişi asan CHP’linin kurşunlanmasından, Sedat Peker mafya bozuntusunun “Hayır için sokağa çıkan karşısında bizi bulur” laflarına ve AKP’li Numan Kurtulmuş’un “Başkanlık gelirse, terör biter” tehdidine, uygulayacakları politikanın işaretini taşıyan birçok ifade ve edimle yüz yüzeyiz. “Hayır”ın örgütlenme süreci aslında HDP’nin başarmaya başladığı Kürt Halk dinamiği ile Batı’nın emek ve demokrasi güçlerinin kaynaşması açısından, birbiriyle konuşması, buluşması açısından yeni bir imkân taşıyor. Grevi yasaklanan metal işçisi ile yaşam alanları tarumar edilen Kürt’ün bir kez daha aynı merdivenden sahneye çıkmasıyla karşı yüz yüzeyiz. Ama aynı zamanda bizim dışımızda özneleri de var. Örneğin bu “hayır” potansiyelini de CHP kendisi açısından bir tasavvura tahvil etmek istiyor. Burada HDP önümüzdeki sürecin temel karakterini belirleme açısından ne gibi imkânlarla yüz yüze?

Bizim desteğimiz belli. Şu ana kadarki en yüksek eşiğimiz yüzde 13,4. Buradayız, buradaydık; bunun önümüzdeki süreçte sıçrayarak çoğalması o kadar kolay gözükmüyor. Ancak Tayyip Erdoğan’ın Türkiye halklarının, Türkiye’nin demokratik güçlerinin karşısına koymuş olduğu tehlike o kadar büyük ki, bizim doğru hareket etmemiz, bunun yıkılmasında tarihi bir rol oynamamız halinde daha yüksek bir potansiyele de erişmemiz mümkün.

O nedenle ben şartlar ne olursa olsun hiç kimseyle “Benim “hayır”ım, senin ‘hayır’ından daha iyidir” rekabetine girişmeden, AKP zeminlerindeki ihtilafların bile bu süreçte son derece önemli rol oynayabileceğini görerek, maksimalist bir pozisyondan mutlaka uzak durmamız ve içerici bir söylem ve politikayla hareket etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bunu yapabilirsek o zaman 7 Haziran öncesinde, daha çok bir hayali ve umudu harekete geçirmiş olan bir güç olarak, şimdi 2 yıldır süren ve son derece çetin bir mücadele içerisinde olgunlaşmış bir politik güce dönüşerek kurucu bir rol oynamamız pekâlâ mümkün.

CHP tabii bu süreçte yalpalayacaktır. Bu yalpalamaya sevinmek ya da yalpalamadan bir şey ummak yerine, onların yalpalamamasını sağlamak, ileriye doğru itmek bizim yükümlülüğümüzde. Alevi topluluğundaki tedirginlikler kadar kadın hareketinin muazzam enerjisini de anlamlı bir kulvara taşımak önemlidir. Tayyip Erdoğan bunların hiçbirisini yapmamız için önümüze kırmızı halı sermeyecek. Önümüzdeki iki ay çok güç olacak. Fakat şunu söyleyebilirim; bütün dünya nefesini tutmuş, Türkiye’deki bu mücadelenin nasıl sonuçlanacağıyla ilgilidir. Bununla ilgili bütün dünya pozisyon alıyor ve Tayyip Erdoğan’ın dünyada Katar dışında belki bir tek ideolojik müttefiki yok. Bölgesel siyaset açısından da Erdoğan ve AKP’nin Rusya’yla kurmuş olduğu ortaklığın uluslararası ilişkiler -Suriye denklemine Rusya üzerinden ve Rusya’nın ABD ile pazarlıkları üzerinden dahil olmak- dışında büyük bir anlamı yoktur. Erdoğan bir bütün olarak halen dahil olduğu âlemden tecrit olmuş, ancak başka bir aleme de geçebilecek bir yeni kapasiteden yoksun bir gücün “Reis”i olarak bir açmazın orta yerinde kıvranıyor.

İçerdeki ve dışarıdaki bu çelişkilerin farkında olarak, kendimizi iki yönden Nisan sonrasına hazırlamamız gerekiyor. Birincisi, Tayyip Erdoğan yenilgisi halinde iç savaşa yol açabilecek bir saldırganlık içerisine girebilir. Bunu savuşturmamız ve bu meydan okuyuşu anlamlı bir siyasi mücadeleye dönüştürerek karşılayacak bir basiretle hareket etmemiz gerekir. Ancak ondan da önce yenilgiyi saklamak ve referandum sonuçlarının ima ettiği politik geleceği gözden saklamak için savaşı dışarıya taşıma eğilimi gösterebilecektir. Bunların hepsine karşı halklarımızı hazırlamamız son derece önemli. Referandumdan başarısız çıkmış bir Tayyip Erdoğan’ın konumunu korumak için yapabileceği yukarıda konuştuklarımızdan başka bir şey yoktur. Dolayısıyla, onu önce referandumda yenmek, yenilgiyi bir iç savaşa dönüştürmesi olasılığını savuşturmak, arkasından bu yenilginin de katalizör rolü oynayacağı dönüşümlerle ortaya çıkacak yeni toplumsal ve politik koalisyon imkânlarını değerlendirmek, açık siyaset yolunu açık tutabilecek ortaklıklar içerisine girmemiz gerekir. Özgürlük Hareketinin de bunların farkında olduğu kanısındayım.

O yüzden, referandum sonrası ortaya çıkabilecek kompozisyonların, şimdi öngörebileceğimizden çok daha geniş olabileceğini düşünüp, ona göre hareket etmemiz lazım. Kastım şu; Erdoğan’ın muhtemel yenilgisi sonrasında halen “hayır”ı açık ya da örtük dile getiren çok geniş bir spektrum içinden doğacak yeni politik odaklar, hızla yeni bir güç dizilişine yol açabilirler. Erdoğan sonrasını inşa sürecinde muhtemel ittifak zeminleri bugüne değin bildiklerimizden çok daha karmaşık olabilir. Bunu bir ölçüde 7 Haziran’da görmüştük, şimdi daha da kompleks ittifak ve mücadele dinamikleriyle ilişkilenmek zorunda kalacağımızı aklımızdan çıkartmayalım.