Kürkçü: Roboski’nin kefareti er geç ödenecek!

Kürkçü, Roboski katliamının üzerinden geçen bir yılı Evrensel gazetesine değerlendirdi.

 

roboski 428 Aralık 2011’de Hava Kuvvetleri’ne bağlı F16 savaş uçaklarının, Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Roboski köyünde çoğu çocuk 34 Kürt köylüsünü bombalayarak öldürmesinin üzerinden bir yıl geçti. Bu bir yılda, katliamla ilgili tek bir soru bile yanıtını bulmazken, Genelkurmay Başkanı tebrik edildi, Hava Kuvvetleri Komutanı madalyayla ödüllendirildi, Roboski için adalet arayanlar “terör örgütüne yardım etmek”le suçlandı. Ve katliamın ilk gününden bu yana tavrını değiştirmeyen Başbakan, AKP’li vekillere Roboski adını yasakladı. Katliamın üzerinden geçen bir yılı, neden milim yol alınamadığını Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları Komisyonu ve Uludere Alt Komisyonu üyesi, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü ile konuştuk.

 

Katliama ilişkin resmi açıklamalar, Heron görüntülerinden grubun gerilla mı kaçakçı mı olduklarının saptanmasının mümkün olmadığı yönündeydi. Tespit edilmemesine rağmen bu bombardıman gerçekleşti. Bu bize ne söylüyor?

 

Bize şunu söylüyor; esasen Kürtler söz konusu olduğunda kaçakçı mı, gerilla mı, sivil insanlar mı, kadın mı, erkek mi, çocuk mu olduğu fark etmez. Herkesi düşman olarak işaretleyip öldürmeye hazır bir mekanizma eğer bir kere harekete geçmişse, öldürür. Bunu başka olaylarda da gördük. Silahlı kuvvetlerin refleksi bu. Fakat burada daha önemli olan, bunun sadece bir silahlı kuvvetler refleksi olarak kalmayıp, aynı zamanda siyasi iradenin de bu süreçte belirleyici bir rol oynamış olması. Hükümetin bu kıyıcı askeri bakış açısına tamamen intibak etmiş olduğu sonucuna varabileceğimizi düşünüyorum. Çünkü ben bu saldırının hükümet onayı olmadan gerçekleşmiş olmayacağına tam manasıyla kanaat getirmiş durumdayım.

 

Soruşturma ilerlemiyor, bir dilekçe bile aylar sonra yanıtlanıyor. İşin bir de Diyarbakır ayağı var; orda da özel yetkili mahkeme, askeri yetkililerin ifadelerini hala almadı. Bu tutum sadece yargıç-savcı direnişi olarak okunabilir mi?

 

Siyasi irade soruşturmanın sonucunun doğrudan doğruya kendisini kalbinden vuracağını gördüğü için hem bunun arkasına irade koymuyor hem de mümkün mertebe savsaklamaya çalışıyor. Şu ana kadar bombalama kararının hangi makam tarafından alındığı, planlamanın kim tarafından yapıldığı, kim tarafından icra edildiği, vur emri yetkisinin kimde olduğu sorularına Genelkurmay cevap vermeye tenezzül etmedi. Ağır Ceza Mahkemesi’ne de bu şekilde davrandı. Genelkurmay bize idari soruşturma başlattığını söylüyor ama bence bunun da hiçbir şekilde ilerlemediği aşikâr.

 

Bir de İçişleri Bakanlığı’nca hazırlanan rapor var.  Rapor ne demiş oldu? Nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

İçişleri Bakanlığı raporu, esasen bölgede sivil ve askeri makamlar arasındaki koordinasyonsuzlukla kendini meşgul etmiş görünüyor. Bu kadar kesinlikten uzak, birbiriyle çelişen ve birbirini kışkırtan birtakım ihbarlar ve istihbarat bilgileri ortamında sağlıklı karar vermek için bin kere düşünmek, bin kere teyit etmek gerekiyor; ki MİT’ten gelen yazıda da, MİT’in olayla ilgili olarak son iki gün boyunca hiçbir bilgi geçmediği, önceden geçtiği bilgilerin de kesinleştirilmemiş istihbarat notları olduğu söyleniyor. Demek ki İçişleri Bakanlığı raporundan öğrendiğimiz bir gerçek var. Bu harekât yapılırken kumaş dokuz kere ölçülmesi gerekirken, hiç ölçülmemiş. Bunu anlıyoruz.

 

Hiç ölçülmemiş olması “Kürtse önemli değil” tespitinizi teyit emiş oluyor…

Evet, bu çok açık. Burada bir düşmanlık var ve bu anonim bir düşmanlık. Silahlı ya da silahsız…  Herkese karşı bir düşmanlık. Çünkü ben o görüntüleri izlediğim zaman anlıyorum ki bunlar bir harekât içinde olan bir birlik değil, bunlar olsa olsa mal sevkıyatı yapan insanlar.

 

Gerilla grubu olsa bile bombalamayı haklı çıkarır mı?

 

Ben çıkarmayacağını düşünüyorum. Yani sonuçta siz bir piyade birliğine kitle imha silahlarıyla saldırırsanız, savaş suçu işlemiş olursunuz diye düşünüyorum. Savaş da başıbozuk yürüyen bir faaliyet değil neticede. Çünkü nihayet savaşın da amacı -en azından yasalar bakımından- öldürmek değil, boyun eğdirmek. Burada yürüyen insan topluluğuna boyun eğdirmek için hiçbir şey yapılmıyor. Yani onları uyarmak, “dönün gelmeyin, gelirseniz sizi mahvederiz” gibisinden uyarı ve tehditlerle bu insanlar hareketten pekâlâ caydırılabilecekken, sınıra kadar gelmeleri, sınırda durmaları, ondan sonra öldürmek için hedef teşkil etmeleri bekleniyor. Sanki bir çeşit operasyon şöleni hazırlanıyormuş gibi. Yani sonunda muazzam bir operasyon yapılmış olacak ve bu operasyonla bir grup PKK gerillası imha edilmiş olacak. Fakat burada onların PKK gerillası olduğunu belirten herhangi bir ihbar, istihbarat yokken yapılıyor. Yani şüphe köylüler lehine yorumlanmıyor. İkincisi de, bu insanların -özellikle bölgedeki askeri birliklerle görüştükten sonra bende uyanan kanaat odur- bir Bahoz Erdal saplantısı içine girmiş olduklarıdır.

 

Yani ölü ya da diri bir Bahoz Erdal “hediyesi” mi amaçlanmış?

 

Evet, böyle bir takıntıya kapılmış durumdalar. Mutlaka Bahoz Erdal içeri girecek. İçeri girerken de öldürecekler. Bu operasyonda da, bundan neredeyse kendilerini emin kılmış gözüküyorlar. “Kurunun yanında yaş da yanar”, “tohumuna para mı saydık”, “biz görevimizi yapalım” cinsinden bir gerekçelendirme ile bu kararı vermiş olduklarını anlıyorum. Çünkü “kararı nasıl verdiniz” sorusuna cevap vermiyorlar. “Dayandığınız istihbarat neydi?” Cevap vermiyorlar. “Spesifik istihbarat var mıydı?” Cevap vermiyorlar. Hiçbirine cevabı yoksa o zaman bu şu demektir; “Ben öldürürüm sonra bakarım. Ya çıkar, ya çıkmaz.” Böyle bir hevesle bu işe girişilmiş.

 

Halka bir gözdağı olsun diye de bu katliamın yapılmış olabileceği söylendi?

 

Tam öyle değil. Çünkü burada grubun imha edilmesi gereken bir düşman birliği olduğuna dair bir savsata, bir takıntı bu katliamın gerçekleşmesine yol açmış görünüyor. Bunun askeri olarak herhangi bir izahı olamaz. Siyasi olarak kabul edilebilir bir tarafı olamaz. Bence zaten o yüzden de hem Genelkurmay bilgi vermiyor, hem de Başbakanlık, Genelkurmay üzerinde siyasi bir irade uygulamıyor.

 

Raporun bile hala çıkmamış olduğunu düşününce, Uludere Komisyonu’nun rolünü oynayacağına, dolayısıyla olayın aydınlanacağına dair umudunuz var mı?

 

Şu an için mevcut kanallardan geçilerek sorumluların yargı önüne çıkarılmasına dair bir belirti görmüyorum. Ama ne olacak? Bugün çıkmayacak, yarın çıkmayacak, bu soru Türkiye halkının zihninde asılı kalmaya devam edecek ve sonunda bunu şöyle ya da böyle ortaya çıkartacak bir zaman gelecek. 33 köylünün öldürülmesinin kefaretini Muğlalı ödedi. Geç ödedi ama ödedi. Burada da o günlerden daha geride değiliz. Şöyle ya da böyle bu katliamın sorumluları bunun kefaretini ödeyecek. Bu meçhul olarak kalamaz.

 

“VUR” EMRİ YETKİSİ BAŞBAKAN’DAYDI

Angajman kurallarının iki ay önce değiştiğine ve öncesinde Başbakan’da olan vur emri yetkisinin Genelkurmay’a devredildiğine dikkat çekiyorsunuz. Bu önemli bir nokta ancak Roboski ile ilgili yapılan haber-yorumlarda bu detayı görmüyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz?

 

roboski 3Evet, analizcilerin bunun üzerinde akıl yürütmekten kaçındığını görüyorum. Onları da anlıyorum. Çünkü bu akıl yürütmeyi mantıki sonuçlarına taşıdığınız zaman parmaklarınızı Başbakanlığa uzatmanız gerekir. Bu da onları daha çok cesarete muhtaç hale getiriyor. O cesaret onlarda yok. Ben çıplak olguları yorumlamaktan kaçınamam. 14 Kasım’da bu bilgi gazetelere düştü. Suriye ile Türkiye arasında top atışları teatisi başladıktan sonra, silahlı kuvvetlerin reaksiyon göstermekte geciktiği tartışmalarına cevaben dedi ki Milli Savunma Bakanlığı, “Beş ay önce angajman kuralları değişti”. Hava harekâtları bakımından bir havacı generale, kara harekâtları bakımından da bir karacı generale, doğrudan doğruya vur emri yetkisini Başbakan devretti. Demek ki devredilmeden önce Başbakan’daydı. Suriye için var olan vur emri yetkisinin Irak tezkeresi bakımından halen mevcut olduğu, en azından devredildiğine dair bir bilginin bizde olmadığını düşünüyorum. Bunu düşünmekte de yüzde yüz haklıyım. Akıl ve mantık da bunu gerektiriyor. Çünkü meclis harekât yetkisini Genelkurmay’a değil, hükümete vermiş.

 

BAŞBAKANIN ÇÖZÜMÜ: KORKUTURUM, KORKMAZSA SATIN ALIRIM

 

Erdoğan, Roboski katilamı karşısındaki tavrını koruyor. Başbakan’ın Roboski direnci, Kürt sorununu nasıl çözmek istediği ile de bağlantılı aslında. “Erdoğan’ın kafasındaki çözüm planı nedir” sorusuna sizin yanıtınız ne?

 

Ben Başbakan’ın kafasında güvenlik dışında herhangi bir plan olmadığını biliyorum. Güvenlikten kastım zor kullanmadır. Bu mücadelede kendisiyle ve hükümetiyle aynı görüşte olmayan herkesi düşman olarak kabul ederek ilerleme. Başbakan belki kafasının içinden şöyle düşünüyordur, “Bunlar da düşman ama biraz orantısınız kuvvet kullandık. O yüzden tazminatı arttıralım.” Önce 23 bin lira olan tazminatın üzerine bir de 100 bin lira ekledi Başbakan. “Hadi alın bunları, sesinizi kesin” dedi. Ama zaten bütün mesele bu. Kürt meselesinin parayla ve zorla çözülebileceğine dair bu kör inanç. Bu tüccar aklı… “Korkuturum, korkmazsa satın alırım.” Fakat ne korkabilen, ne satın alınabilen bir insan topluluğu da olabileceğine akıl erdiremeyince, bunların tarihsel talepler diye bir şeyi olabileceğine dair bir idrake sahip olmayınca, bütün güvenlik siyaseti tek adam mantığıyla yürütülünce, hataları düzeltme imkânı da olmuyor. Katliama sahip çıkıyor ama katliama sahip çıkmasını silahlı kuvvetlere sahip çıkmanın bir göstergesi olarak ortaya koyuyor. Demek ki elinde zordan başka bir araç olmayınca, onları zora sevk eden kendisi olduğu için, onlara da sahip çıkmak zorunda kaldı.

 

Peki, köylülerin hakkı? Hayır, öyle bir hakları yok. Sadece Başbakanın lütfu olabilir. Biraz ileri mi gittiler? Köylüleri kaçakçılıkla değil, PKK adına çalışmakla suçladı. “Siz onlarla işbirliği yapıyorsunuz” diyerek, köylüleri tehdit etme yoluna gitti. Yani bu olaydaki tavır, aslında Kürt meselesine yönelişteki tavrın bir yankısı. Ya da tersi. İkisini de söylesek olur.

 

AKP’NİN VADESİ DOLUYOR

 

AKP’li Kürt milletvekilleri Başbakan’a itiraz ettiler. Dokunulmazlık tartışmalarıyla başladı gibi görünse de, AKP içindeki bu kırılmaya esas olarak Başbakan’ın Roboski tavrı yol açtı diyebilir miyiz?

 

Açtı, açmaz olur mu? Özellikle Kürt vekiller arasında bu katliamın son derece büyük bir kalp kırıklığı ve infial yarattığı, bunun ele alınış tarzının büyük tedirginlik meydana getirdiği apaçık ortada. Başbakan’ın zaten onlara “Roboski demeyin” diye aba altında sopa gösteriyor olmasının nedeni de o. Bölgede AKP’li Kürtler arasında Roboski sonrasında çok esaslı bir uzaklaşma eğilimi görüyorum. Başbakan’ın çıkıp “bunu biz yaptık, özür dileriz” demesi gerekirdi ama o özür dilememeyi tercih ediyor. Özür yerine “eşimi gönderdim Roboski’ye, daha ne istiyorlar” diyor. Bu aile arasında olan özel bir şey değil ki. Anonim olarak devlet gücünün halka karşı girişmiş olduğu bir saldırı. Bu ancak devlet eliyle, devlet diliyle düzeltilebilir. Aile meselesi mi bu eşini gönderiyorsun? İnanılır gibi değil. Yani bu kabalık, bu nobranlık, bu insan yerine koymamayı tabii ki Kürtler okuyorlar ve gereken değeri biçiyorlar.

 

Bu kırılmanın seçimlerde AKP’nin işini zorlaştıracağı, Erdoğan’ın telaşı ve öfkesinin de bu nedenle arttığı söyleniyor. Sizin gözleminiz ne?

 

Ben Başbakan’ın kendi partisi ve kendi etki alanı içindeki kabul edilirliğinin, onay görürlüğünün, rızaya sahip olurluğunun sınırlarına gelmiş olduğunu, hatta bu sınırların daralmaya başlamış olduğunu görmekten ötürü son derece şaşkın, ne yapacağını bilmez durumda olduğunu görüyorum. Bu kırılganlıkla daha uzun süre devam edemez. Çünkü evet, belki nispeten geri bilinç düzeyindeki kitleler üzerindeki nüfuzunda gözle görülür bir daralma olmamış olabilir. Ancak kanaat önderleri düzeyinde eski itibara sahip olmadığı apaçık. Ben AKP’nin artık varabileceği limitlerin sonuna vardığını ve bundan sonra kendi iç onay mekanizmalarının da işlemeyeceğini ve Tayip Erdoğan’ın geriye doğru sürüklenmekte olacağını öngörüyorum.

 

Bunu sadece Kürtler için söylemiyorsunuz değil mi?

 

Hayır, her düzeyde. AKP’ye oy veren insanların hepsi çekirdek İslamcı, cemaat ya da milli görüş kalıbından gelmiyorlar ki. Pek çok farklı sebepte destek verildi. Destekleri aldı ama bunların hiçbirisi gerçekleşmeyince insanlar niye alternatifsiz olsunlar? Daha önce AKP seçeneği mi vardı? Uygun seçenek ortaya çıktığında halk onu keşfedip arkasına geçmeye tereddüt etmiyor ve önümüzdeki iki yıl içerisinde pekâlâ pek çok seçenek devreye girecek. Halkların Demokratik Kongresi de bu seçeneklerin bir tanesidir. Dolayısıyla ben halkın çaresiz, umutsuz ve ne yaparsa yapsın Tayip Erdoğan’a mecbur olduğunu düşünmüyorum. Bir tek mesele var. Tarihte, devlet iktidarıyla partinin gücü, sermayenin gücüyle dinin etkisi bir hükümette bu kadar çok birleşmemişti. Bu daha çok vites değiştirmesi mümkün bir hükümet yapısı ortaya çıkardığı için, bununla başa çıkmak nispeten zor olabilir ama vadesi dolmuş bir hükümeti ne yapsanız ayakta tutamazsınız, yoksa hiçbir hükümet yıkılmazdı.

 

HEDEF, BDP’Yİ YEREL SEÇİMLERDE ETKİSİZ KILMAK

 

BDP’ye dönük saldırıların BDP’nin Roboski direnciyle de çok ilgili olduğunu söylüyorsunuz…

 

Şüpesiz bu da önemli bir faktör. Ve BDP’nin izlediği tutarlı, yaygın, halkın dili ve sesi olmaya yönelik profilini düşürmeyen muhalefeti, AKP’yi çok tedirgin ediyor. Sonuç olarak baktığınızda sayıyla her zaman Meclis’te yenebileceği, hiçbir önerisine iltifat etmediği, dolayısıyla meclis hâkimiyetinde sarsılma yaratmayan bir partiyle insan niye uğraşır? Nüfuz etmek istediği Kürt kitlelerinin bilincini açık tutan, onları başka bir seçeneğe yönlendiren biricik politik güç BDP olduğu için. Gözünüzün önüne getirin, iki yıldır aralıksız süren bir saldırı var. Esasen bütün manevraları BDP’yi 2014 yerel seçimlerinde etkisiz kılmak, puanlarını düşürmek ve onun elindeki kimi belediyeleri devralarak Kürtleri de kendisinin temsil ettiği iddiasına geçerlilik kazandırmak amaçlı olarak görüyorum.

 

ÖCALAN HAMLELERİ OKUYACAK VE AZLA YETİNMEYECEKTİR

 

Bülent Arınç’ın Öcalan’a ilişkin sözleri, “kamuoyu Öcalan’la görüşmeye hazırlanıyor” şeklinde yorumlandı. Siz böyle bir emare görüyor musunuz? Arınç’ın Öcalan’ı gündeme getirmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Bence Öcalan’la bir görüşme kapısının açılması muhtemeldir. Fakat ortada dönen laflara baktığımızda, bunlar çok geç ve çok az tekliflerle ortaya çıkacak gibi gözüküyor. Kürt halkının kitlesel ölçekte meşru olarak arkasında durduğu talep, özerklik talebidir. İkincisi Öcalan’ın hapis koşullarının iyileştirilmesi ve orta dönem talebi olarak ev hapsine alınması, nihayet karşılıklı çatışmasızlık ilanı… Baktığımız zaman hükümetin bu dille konuşmadığını görüyoruz. AKP’nin manevralarının tamamı, sivil siyasi hareketi yıkmaya ve bunun yerine kendi adamlarını dikmeye yönelik. Yani onlar bunu ümit ediyor. Gerçekleşebilir tarafı yok ama esasen yıkıcı darbeleri sivil siyasi harekete indirme, onu itibarsızlaştırma peşindeler. Çünkü evet, PKK onlara son derece ağır silahlı direniş gösteriyor ama seçimlere sonuçta BDP girecek. Dolayısıyla bütün bu manevraların hedefi BDP’yi auta atmaktır. Ben Öcalan’ın bu hamleleri okuyacağına ve bu kadar azla asla yetinmeyeceğini tahmin ediyorum.

 

DOKUNULMAZLIK TEKNİK BİR MESELE DEĞİL

 

Bir görüşe göre, Başbakan dokunulmazlıkların kaldırılması konusunu birkaç ay gündeme almayacak, bir diğer görüşe göre de Ocak ayında görüşülecek. Dokunulmazlığın hedefindeki vekillerden biri olarak sizin öngörünüz ne?

 

Eğer demin konuştuğumuz şey geçerli ise yani bir müzakere kapısı da aralanacaksa, bunun gündeme gelmeyeceğini düşünürüm mantıken. Çünkü bir yandan müzakere kapısı açacaksınız, bir yandan da altı vekil hapiste, bir vekil temyizde hakkındaki hapis kararının onaylanmasını bekliyor, 10 vekil de mahkeme önünde her gün istiskal edilecek, sonra bu güçle müzakere yürüteceksiniz ya da bundan hayır umacaksınız. Ben Kürt halkının, bizi seçen seçmenlerin buna rıza göstermeyeceğini düşünüyorum. O yüzden bize karşı uygulanacak dokunulmazlıkların kaldırılması meselesi teknik bir mesele değil. Teknik bir mesele olmayacağı için bunun enini boyunu düşüneceklerini tahmin ediyorum.

 

Kaldırılmasının sonuçları ne olur?

 

O yolu seçerlerse, önümüzdeki on yıl boyunca aslında Kürtlerle parlamentoda yapacakları bir iş olmadığına karar vermiş olduklarını ilan etmiş sayılırlar. Bu da az bir laf değil.

 

BU TABLODAN ANCAK ADALETSİZLİK ÇIKAR

 

Adalet Bakanlığı Bütçesi üzerine yaptığınız konuşmada, “2012 adaletsizliğin yılıydı, 2013 de öyle olacak diyorsunuz. AKP’nin reform paketlerini, hukuksuz yargılama süreçlerini kastediyorsunuz elbette ama bu biraz umutsuz bir tespit değil mi?

 

Biz böyle olmaması için elbette çabalamaya devam edeceğiz fakat AKP’nin yönelimi budur. 2013’ü de bir adaletsizlikler yılı yapmak istediğini aslında her gün yeniden teyit ediyor. Başbakan “Sonunda gidiyorsunuz kuvvetler ayrılığı ilkesine takılıyorsunuz” diyor. Kuvvetler ayrılığı dediği nedir? Hükümet faaliyetlerinin yargı tarafından da denetlenmesi zorunluluğu. O diyor ki “böyle bir zorunluluk olmasın, yargı bizim faaliyetlerimizi denetlemesin.” Nitekim Meclis’e Sayıştay raporları olmadan geldi. Hükümetin muhasebesini yargı denetlemedi, inşaatını da denetlemeyecek. İşte imalatını da denetlemeyecek. Yani hükümet bildiğini okuyacak, bunun içinden adaletin doğacağını beklemek için insanın deli olması lazım. Buradan ancak adaletsizlik çıkar. Gene de Türkiye’de şöyle böyle kör topal yerleşmiş bir kural nizam duygusunun varlığı buradan bir felaket doğmasını şimdilik engelliyor ama keyfilik aşağıya doğru bütün idari birimlerde paylaşılmaya başlandığı takdirde, kan gövdeyi götürür korkarım.

CHP dillendirmiş, siz de destek vermiştiniz ancak arkası gelmedi. Sayıştay raporlarının olmaması bütçeyi Anayasa Mahkemesi’ne götürür mü?

 

CHP Genel Başkanı “bu bütçe gayri meşrudur” dedi. Şimdi gayri meşru bütçeyi Anayasa Mahkemesi’ne niye taşımazsınız elinizde imkân varken? Ya gayri meşru olduğuna inanmıyorlar ya da şöyle düşünüyorlar; “gayri meşru da olsa, hükümet bizim hükümetimiz, bütçe bizim bütçemiz, bu bütçe yargı engeline takılsa, askerimizin öğretmenimizin maaşını kim ödeyecek? Biz burada retorik de kalalım, icraata geçmeyelim.”

 

Doğrusu BDP’nin Meclis’te 110 milletvekili olsaydı, bence biz bu bütçeyi Anayasa Mahkemesi’ne götürmeliydik. Çünkü şekil şartları bakımından bütçe görüşmelerine başlamak için şartlar oluşmadı, raporlar gelmedi. Biz geçtiğimiz dönem bütçesinin nasıl sarf edilmiş olduğuna dair hiçbir onaya, bilgiye, hukuksal bir kuruluşun verdiği bir aklamaya sahip olmaksızın konuştuk, geçtik, gittik. Ama görüyoruz ki, mesela Başbakanın örtülü ödenek harcaması bütün dönemlerin rekor seviyesine çıkmış. “Neye harcadın?” Bu sorunun yanıtını alamıyoruz. Sayıştay da alamıyor. Kimse de alamıyor. Bunun önümüzdeki 2013 bütçesi için daha da vahim usulsüzlüklere yol açacağı aşikâr. Bu durum Anayasa Mahkemesi değerlendirmesini icap ettirirdi ama bunu biz yapamıyoruz. Mantıken öyle olması gerekiyor ama siyaseten maalesef böyle olmayacak gözüküyor.