Kürt Halkını Kucaklamaksızın Bir Demokrasi Cephesi İnşa Edilemez

Kürkçü, 15 Temmuz darbe girişimi ardından ilan edilen olağanüstü halin Tayyip Erdoğan tarafından başkanlık rejimi inşası için kullanılabileceğine dikkat çekerek, “Erdoğan’ın üçüncü aya gelirken bir OHAL bağımlısı olarak temayüz etmesi çok muhtemeldir. O nedenle, OHAL’in süreklileşmesi ve Erdoğan’ın başkanlığına giden yolun taşlarının döşendiği bir tiranlık rejimine dönüşmesi ihtimali çok yüksek,” dedi.

hdp-istanbul-mitingi-30-mayis-2015-dihaHDP’nin Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’ndeki (AKPM) iki asil üyesinden biri olan Kürkçü, OHAL’in Türkiye’nin AK üyeliğinin askıya alınmasıyla da sonuçlanabileceğini belirtti ve ekledi: “AKPM’de, özellikle geçtiğimiz Haziran’a kadar olan dönemde Türkiye’ye açılmış bulunan hoşgörü kredisi son buldu. Erdoğan’ın Avrupa’da yaşayan Türkiyeliler’e ve bu ülkelerin siyasi kadrolarına hakaret etmesi, çok büyük bir tiksinti yarattı. Bu kelimeyi seçerek söylüyorum. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde bu “tiksintiyi” özellikle kadın vekillerin ağzından net olarak işittik. Dolayısıyla Türkiye’ye sunulmuş olan kredi, son buldu. Şu anda Türkiye, Erdoğan hükümeti, son derece ağır bir eleştiri sağanağı altındadır.

Kürkçü’yle 15 Temmuz darbe girişimi, OHAL ve Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerine dair Yeni Özgür Politika’dan Tuğçe Yılmaz konuştu,.

15 Temmuz’la başlayalım… Bazı isimler olan biteni, “Hükümetin önceden haberdar olup politik amaçları için fırsata çevirmeye çalıştığı bir süreç” olarak okuyor mesela. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

15 Temmuz darbe girişimi, öngörülebilir bir girişimdi. Bu yönde haberler de çıkmaya başlamıştı. Tarihini değil, ama böyle bir girişim olacağını öngörebilirdik… Ancak bunun bir darbeye evrilecek olgunluğa erişmiş olup olmadığını tartmak açısından, aslında orduyla hükümet arasındaki uğursuz evliliğin bir “gönül evliliği” değil “mantık evliliği” olduğunu da gözden kaçırmamak gerekirdi. TSK, kendisinin tarih boyunca elde ettiği ayrıcalıkları şu ya da bu şekilde kısıtlayan her tehditten daima rahatsız olmuştur. Özellikle Kürdistan’da yürütülen savaşın AKP’nin tayin ettiği valilerin emir ve komutasında sürdürülmesinden duydukları rahatsızlığı da zaman zaman dile getirdiklerini biliyoruz. Bunları takip etmek, mutsuz evliliğin işaretlerini de veriyordu bize.

Fakat burada esas mesele, AKP’nin başkanlık rejimi istikametinde ilerlerken önünde büyük engel olarak gördüğü Fethullah Gülen hareketi ile kozlarını paylaşma iddiasıdır. Fethullah Gülen hareketini “FETÖ Terör Örgütü” olarak Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne geçirdikten sonra AKP’nin bunun ordudaki uzantılarını adım adım takip etmediğini düşünmenin çok saçma olduğunu söylemeliyim. Görünen en önemli, suyun yüzündeki gerekçe, yaklaşık 700 kişilik bir tasfiye listesinin 30 Ağustos’ta devreye girecek olması ve Fethullah Gülen taraftarlarının başka ordu kesimlerini de yanlarına çekerek bir karşılık verme mecburiyetine girmiş olması. Tabii tüm bunlar olurken Erdoğan’ın içeride ve dışarıda meşruiyetini yitirmekte olduğunu görebildiklerini ve bundan medet umduklarını söyleyebiliriz. Daha önce Kenan Evren’in darbesinde ya da 12 Mart’ta olduğu gibi toplumda darbeyi “özlenir” kılacak bir operasyon yürütmek bakımından ağır kontrol altında olduklarından darbeyi ani bir baskınla gerçekleştirme yolunu seçmiş olmaları doğaldır.

Peki sizce hükümet, bu hazırlıktan haberdar mıydı?

Hükümetin bu gelişmeleri takip etmemiş olması düşünülemez. “Hiçbir şeyden haberimiz yoktu, aniden darbe oldu” açıklamasını ben şahsen kabul etmem; Türkiye’yi bilen, tanıyan biri de bu açıklamaya ikna olmaz. Darbeyi görmüş oldukları, tedbirleri almış oldukları, darbecileri böldükleri, Genelkurmay Başkanı’nı yanlarına çekebildikleri, darbe girişimini komuta hiyerarşisinin dışına itmeyi başardıkları söylenebilir. Ama hükümet, tüm bu tedbirleri aldıktan sonra bile mekanizmaları işletmekte zorlanmış olabilir.

Tayyip Erdoğan’ın sözümona Marmaris’te tatilde oluşu, Başbakan’ın Ankara’da bulunmaması, Bakanlar Kurulu’nun önde gelen tüm üyelerinin de Ankara dışında oluşu… Bunlar bir uyarı aldıklarını düşündürüyor. Bütün kuvvet komutanlarının da çeşitli düğünlere dağılmış olduğuna baktığımızda, onların da girişimde olmadıklarını kanıtlama çabasında olduklarını söyleyebiliriz. Yine tabloya baktığımızda görüyoruz ki, büyük oranda zorunlu askerliğini yerine getirmek üzere TSK’ya alınan yüzlerce er ve erbaş öldürüldü, ölümle karşı karşıya geldi…

Şimdi ise bir “darbe bastırma” anlatısı oluştu… Bu size ne hissettiriyor?

15 Temmuz darbe girişiminde hükümetin bizzat sorumluluğu var. Darbeye yol açacak koşulları, savaş iklimini kendi eliyle yaratması, ardından silahlı kuvvetlere görece ayrıcalık tanıyan bir savaş düzeni içine girmesi, ordunun ve ordu içindeki kesimlerin darbe yapma cesareti bulabileceği kadar inisiyatiflerini arttırması… Fethullah Gülen taraftarları terör örgütü üyesiyse, onları çeşitli devlet mekanizmalarına yerleştirenin de bizzat Tayyip Erdoğan olduğunu unutmamak gerek.

Darbe girişiminin bastırılmasını AKP siyasi kadroları bakımından ödüllendirilmesi gereken bir kahramanlık olarak addetmek ise oldukça güçtür. Ortada kahramanlık olduğu bile şüphelidir. Entrikalar yoluyla rakibini açığa düşürmek, sonra başını kopartmak ve bütün ağır insani maliyetin üzerinde yükseldikten sonra parmağıyla mağlubu işaret etmek, onları inandırsa bile tarihi inandıramaz.

Peki sokağa dökülenler kimlerdi? Aralarında cihatçıların ve başka grupların olduğunu artık biliyoruz, birçok isim söylendi de… Örneğin AKP’nin desteklediği Ehrar-el Şam, doğrudan AKP’ye arka çıktı; başka birçok yasadışı grup da gösterilere katıldı. Bazıları bunun da AKP’nin bilinçli bir şekilde örgütlediği bir durum olduğunu düşünüyor…

Sokağa sadece özel örgütler dökülmedi. Sadece AKP örgütü, AKP’nin milis güçleri, Osmanlı Ocakları gibi örgütler etrafındaki çeşitli gangster çeteler olduğunu söylemek, hafife almak olur. Sokaklara dökülenlerin arasında pekala, yükselişlerini ve varlıklarını, kendilerini güçlü hissetmelerini Erdoğan iktidarında gören, maddi ve manevi olarak kendini Erdoğan’a ait hisseden, geleneksel olarak asker karşıtı düşünce içinden gelmiş ve destekledikleri hükümete karşı gerçekleştirilecek kötülüklere göğüs germeyi bir erdem addeden binlerce kişi olduğunu kabul etmemiz lazım. Bunun mekanik bir süreçle, bir düğmeye basılınca hareket eden bir kuklalar dünyası içinde cereyan ettiğini söyleyemeyiz. İnsanların kendilerini tankların altına atması için maddi olmayan sebepler gerekir.

Ancak öte yandan, AKP’nin bir darbe bastırma sürecini başından beri planlamış olduğu doğruysa, önceden bunun simülasyonunun yapılmış olduğunu da söyleyebiliriz.

Nasıl yani?

Tayyip Erdoğan’ın alelacele, mutlaka bir kanal bularak sokaklara çıkılması yönündeki telkini yapmak için çırpınmış olması, bizzat darbe simülasyonunun parçasıdır. “Böyle bir durumda reis bizzat çağrı yapmadıkça sokaklara dökülünmeyecektir” veya “Bizzat reis çağrı yaptığında sokağa çıkılacaktır” gibi bir arka planının olması gerekir ki, karşı koyma hareketi zaten o noktadan sonra başlamıştı. AKP’nin darbe karşıtı bir hazırlığı yoksa, kitlenin bu kadar hızlı organize olabileceğini düşünmek için ben bir neden göremiyorum.

İkinci nokta, bu karşı koyuş esasen sivil bir süreç olarak cereyan etmedi. Görünen şudur: Karşı koyma mekanizmaları içinde Emniyet Müdürlükleri ve karakollar, üs olarak işlev gördü. Devletin silahlarını istismar eden darbecilere karşı AKP’liler, devletin başka silahlarını kullanan güçlerle yan yana yürüdü…

AKP, bilinçli bir şekilde bu sürece müdahil oldu. Keşke herkes AKP kadar bilinçli hareket etseydi! Gerek CHP, gerek diğer politik güçler durumu dışarıdan izledi. Bu süreçte etkin olunamadığı için AKP, bütün hasılatı toplamış ve hanesine yazdırmış oldu.

Şimdi de OHAL ilan etti…

OHAL ilanı, karşı karşıya bulunulan tehditle orantılı değil bence. Var olan konvansiyonel mevzuatla başa çıkılması pekala mümkündü. Kürdistan’da valilere tanınmış yetkilerin nasıl kullanıldığını bilmiyor olamayız. Fakat ben öyle görüyorum ki AKP, rakiplerinin nesi var nesi yoksa yok etmeye karar vermiş durumda. Bu nedenle ben OHAL rejiminin özellikle Fethullahçıların ya da Fethullahçı olduğu söylenenlerin malına, mülküne, yaşamına sınırsızca vurmak üzere tutulan bir yol olduğunu düşünüyorum. Bunun OHAL’den çıkışta çok büyük hukuki tartışmalara yol açacağını şimdiden öngörebiliriz. Fakat daha önemlisi, Erdoğan’ın üçüncü aya gelirken bir OHAL bağımlısı olarak temayüz etmesi çok muhtemeldir. O nedenle, OHAL’in süreklileşmesi ve Erdoğan’ın başkanlığına giden yolun taşlarının döşendiği bir tiranlık rejimine dönüşmesi ihtimali çok yüksek.

Avrupa Konseyi’yle ve başka bazı uluslarası kurumlarla ilişkileriniz var. Onların OHAL’e bakışı nasıl? Bir yandan artık idamın tartışıldığı bir Türkiye var…

Ben doğrusu bu noktada da uluslararası alemin Türkiye’ye hatırlatacakları olduğunu söyleyebilirim. Çünkü OHAL dolayısıyla AİHS’nin askıya alındığının söylenmesi, bir şey ifade etmez. Birincisi hükümet hem BM’ye hem de AK’ye, uygulaması hakkında saydam, açık ve son derece titiz bir şekilde rapor vermek zorunda. Dolayısıyla Türkiye’yi yönetenler OHAL ilanının maksadını aşan ya da maksatla ilgisiz bütün cezalandırma ve şiddetle ilgili uluslararası aleme hesap vermek zorunda. Nihayet OHAL kalktıktan sonra da ortaya çıkacak bir döküm olacaktır. Doğrusu, Ekim’e kadar olan bu süreçten sonra AK’de Türkiye’nin üyeliğinin askıya alınması olasılığının da pekala söz konusu olduğunu söyleyebilirim. Çünkü AİHS’yi askıya almak ve OHAL’i gerektiren koşullar olmadığı halde üç ay daha sürdürme eğilimi güç kazanacak olursa, Avrupa topluluğunun bununla birlikte yaşaması söz konusu olmaz. Bu, temel sözleşmelerin hiçe sayılması anlamına gelecektir. O açıdan bunun karşılığı da Türkiye’nin üyeliğinin askıya alınması olabilir. Bu çerçevede oldukça ciddi bir durum var.

Türkiye’nin uluslararası alemden gelen uyarıları, eleştirileri düşmanca bir saldırı olarak görmesi gerekmez. Erdoğan’ın sınır tanımazlığının, “bize karışamazsınız” cinsinden sözlerinin bir hükmü yok. Türkiye BM üyesidir ve BM üyesi bir devlet olarak bütün sözleşmelere, OHAL’e ilişkin sözleşmeler de dahil, uymak zorunda. O nedenle “istediğimi yaparım, idama geri dönerim, milletim idam istiyor”… Bu şaşkınca konuşmaların hiçbir değeri yok. Türkiye’nin idam cezasına geri dönmesi demek, bir haydut devlet olmaya adım atması demektir…

Şu anda Türkiye’nin imajı nasıl?

Avrupa’yla ilgili olarak şunu söyleyebilirim: AKPM’de, özellikle Haziran’a kadar olan dönemde Türkiye’ye açılmış bulunan hoşgörü kredisi son buldu. Erdoğan’ın mülteci anlaşmalarını çok hoyratça istismar etmesi, Almanya dahil pek çok ülkenin içişlerine müdahaleye yeltenmesi, bu parlamentolarda yapılan tartışmalar dolayısıyla Türkiye kökenli milletvekillerinin kan testine tutulması çağrıları, kadınlara yönelik tavırları, büyük bir nefret dalgasının oluşmasına yol açtı. Nasıl Türkiye’yi yönetenler zaman zaman Avrupalıların kibirli tutumlarına isyan ediyorlarsa, Erdoğan’ın da Erdoğan’ın Avrupa’da yaşayan Türkiyeliler’e ve bu ülkelerin siyasi kadrolarına hakaret etmesi, çok büyük bir tiksinti yarattı. Bu kelimeyi seçerek söylüyorum. AKPM’de bu “tiksintiyi” özellikle kadın vekillerin ağzından net olarak işittik. Dolayısıyla Türkiye’ye sunulmuş olan kredi, son buldu. Şu anda Türkiye, Erdoğan hükümeti, son derece ağır bir eleştiri sağanağı altındadır. Bir süre bu eleştiri sağanağının dineceği de yoktur. Çünkü Avrupa kurumları darbe girişimi karşısında her ne kadar darbenin bastırılmasını onayladılarsa da, Erdoğan’ın darbenin sorumluluğunun Avrupa’da olduğunu söylemesi de tepki yaratıyor. Türkiye’nin “gerekirse NATO’dan çıkarılabileceği”, “AB üyelik müzakerelerinin sonlanabileceği” ya da “AKPM’de izleme sürecine alınabileceği” tartışmaları boşuna değildir, kredinin tükenmesiyle ilgilidir. Her şeyin bir haddi var. Bizim için olduğu gibi dünyanın geri kalanı için de para her zaman, her şey değil. Erdoğan ve rejiminin Avrupa’daki silüeti son derece rahatsızlık verici.

Türkiye’nin Kürdistan’da işlediği insanlık suçları dolayısıyla yargılanması talepleri konusunda yeni bir gelişme var mı?

Bu konuda hem BM hem de AKPM raporlarında hükümler yer aldı, kararlar verildi. Türkiye’nin bu kapsamda izleme sürecine alınmasına dair talepler Haziran’da gerçekleşmedi. Bu taleplerin biri, teklif edenler tarafından geri çekilmişti. Diğeri de izleme süreci için gerekli olan prosedürlerin hiçbiri yerine getirilmeden, bununla ilgisi olmayan bir kararın parçası olarak tartışıldığı için reddedildi. Ancak şunu söyleyebilirim: AKPM’ye hakim olan görüş, özellikle önümüzdeki Nisan’da Türkiye’nin olağan izleme sonrası raporu görüşüldüğü sırada bu taleplerin yeniden gündeme geleceği şeklindedir.

İkincisi, Türkiye’deki çatışma ve savaş durumunun sona erdirilip yeniden barış müzakerelerine dönülmesi yönünde AKPM Birleşik Sol Grubu öncülüğünde bir karar tasarısı sunduk. Bu karar tasarısı da Ekim’de gündeme gelecek. Yani Ekim’de AKPM gündeminde Türkiye tartışması öne çıkacak.

Bir yandan Türkiye, başka arayışları gündeme getiriyor. Rusya ve İsrail’le son dönemde yapılan anlaşmalar gibi Şengay Beşlisi meselesi de hâlâ gündemleştirilebilir…

Türkiye’nin dünyanın neresinde duracağına dair kararı yalnızca Erdoğan ve ekibi vermeyecek. Rusya ve Çin de dahil olmak üzere 6 ülkenin oluşturduğu Şanghay Beşlisi’ne dahil olmak arzularının da bir karşılığı olacağını sanmıyorum. Bütün birliklerin kendine göre oluşmuş, tarihsel, sosyal, coğrafi, iktisadi gerekçeleri var. Türkiye, aşağı yukarı 40’lardan beri Batı ittifakının parçası. 40’lardan önce de Sovyetler’den çok Batı’ya göre kendisini planlamış bir ülke. Ekonomisi, siyaseti, ilişkileri bu şekilde gelişmiş bir ülkenin derin ve çok uzun süren devrimler/karşıdevrimler süreci olmadığı sürece başka bir dengeye oturması mümkün olamaz. Türkiye’nin üzerine oturduğu Ortadoğu da Türkiye’nin egemenlik iddialarını sırtında taşımaktan çok uzak. O nedenle ben Erdoğan rejiminin Rusya’yla uzlaşma yolu aramasının, İsrail’le ilişkileri normalleştirme çabasının, aynı anda sonsuz sayıda düşmanla çatışmaktan kurtulmak için bulduğu bir yol olduğunu, fakat bunun Türkiye’nin Doğu’ya kabul edildiği ve orada kendisine muteber bir yer gösterildiği şeklinde değerlendirilemeyeceğini düşünüyorum.

Bence muhtemel olumlu gelişme ancak şu yönde olacaktır: Türkiye, AB üyesi olsun, olmasın, radikal demokrasi yolunda ilerleyebilecek olursa, kendisine dünyanın saygın ülkeleri arasında bir yer bulabilir. Bunun için de kimse “yerim yok” demez. Ama tankını, topunu, tüfeğini, mehter marşlarını, idam cezasını toplayıp geldiğinde, Anadolu yarımadasının bir bölümü dışında hiçbir yerde olmadığını görür. O nedenle içerde Kürtlerle toplumsal uzlaşma, dışarıda da yüksek demokratik niteliklere sahip bir uluslararası dayanışma çerçevesine ulaşması, biricik doğru yol olarak görünüyor. Geri kalanı hepimiz için kan, zulüm demek. Bunun da bir devleti payidar etmeyeceği muhakkak.

Peki bütün bunlar olurken başkanlık sistemine karşı olduğunu ve demokrasi talep ettiğini söyleyen CHP ne yapıyor? Özellikle askere dokunulmazlık ve milletvekili dokunulmazlığı konularında hükümete desteğiyle de çok tartışılmıştı, şimdi de tartışılıyor…

Cumhuriyet Halk Partisi, askere dokunulmazlık veren, milletvekili dokunulmazlığını kaldıran kararlara ortak olurken, şöyle hesap ediyor: Artık Türkiye’de eski rejime dönüş imkansızdır. Yeni bir rejim olarak Kürtlerin varlık ve kimliğini tanıyan demokratik bir cumhuriyetin tesisi, CHP’nin ufkunda yoktur. Madem ki bir başkanlık rejimine geçilmektedir, o halde bu rejimin sol partisi olmak, diğer herkesi de kendi eteğine toplamak siyaseti güdüyor. Tayyip Erdoğan’dan istediğini almak için Tayyip Erdoğan’a istediğini veriyor. Bunları binbir gerekçeyle mazur gösterebilir ama kuvvet ilişkisinde net olarak ortaya çıkan çıplak hakikat şudur: Türkiye’yi iki partili bir düzene doğru büyük bir hızla taşımada AKP ve CHP el birliği yapıyor. Cumhuriyet Halk Partisi, HDP’nin varlığını ortadan kaldırmak için ortaklık yapıyor; HDP dışındaki bütün muhalefeti kendi çeperinde toplayacak bir koalisyon partisini tesis yolunda çaba gösteriyor. Davranışlarına yön veren mantık budur diye düşünüyorum.

Buna CHP içinde gerçekten demokrasi kaygısı güdenler nasıl yaklaşıyor? Onlarla bir demokrasi cephesi için irtibatınız var mı?

Tabii ki irtibatımız var. Eski ve halihazır vekiller Melda Onur, Rıza Türmen, Musa Çam, Levent Gök, İlhan Cihaner… Hepsiyle görüşüyoruz, konuşuyoruz. Fakat bu görüşmeler, esaslı bir radikal demokrasi iradesi olmaksızın yapıldığı için herkes sonunda kendi evine geri dönüyor. Kötü de olsa evi kendi evi… Yeni, ortak bir ev inşa etmektense alışmış olduğumuz eski eve dönmek, daha makul görünüyor. O nedenle bu ilişkilerden değişen bir toplumsal denge durumu maalesef çıkmıyor. Çıkmasını arzu ederdim doğrusu.

Türkiye sosyalist hareketi sizce bu süreci nasıl karşıladı?

Bence temiz bir biçimde karşıladı. Temizden kastım, kendisini derbenin yanına koyan, darbede bir imkan gören hiçbir kesim olmadı. Öte yandan HDP’de birleşenler de dışında olan sosyalistler darbenin karşısında durmakla da yetinmedi. Aynı zamanda AKP’nin giriştiği saldırgan OHAL ilanına, rejimin bekası adına demokratik hakları budayan şiddetine de aynı biçimde karşı durdular. Bu bir demokrasi cephesinin oluşmasını mümkün kılacak mı? Bu konuda ne yazık ki büyük bir soru işareti oluştu.

Neden?

Çünkü CHP’nin devreye girmesiyle birlikte, Kürdistan’da süren savaş, Kürt meselesinin çözümsüzlüğe sürüklenmesinin yarattığı askeri vesayet rejiminin çok büyük ölçüde kendisini ihya etmiş olması, bir kusur olarak görülmedi. Pazar günü Taksim’de gerçekleştirilen mitingin bir tahlilini yaparsak, mitingde her şeyin olduğunu, AKP’nin, MHP’nin, Ergenekon’un bile olduğunu, fakat mitingi düzenleyenlerin bir tek Kürtlere ve HDP’lilere kapı açmadığını söyleyebiliriz. Açılsa biz o kapıdan girer miydik? Belki de kapı açılınca birçok şey değişirdi, girerdik girmezdik, ama mesele bu değil. Mitingde Kılıçdaroğlu’nun ilan ettiği sözümona Taksim Manifestosu’na baktığınızda, bu sürecin Ay’da geçtiğini zannedebilirsiniz. On binlerce yaşama mal olan bir savaş yoktur, bunun yarattığı bir darbe iklimi yoktur, bu darbe ve savaşa göğüs geren halkın çektikleri yoktur, evlerinin başına yıkılması yoktur, evlatlarının diri diri ateşe verilmesi yoktur, bunların sonucunda Türkiye’nin Avrupa’da neredeyse haydut devlet konumuna gelmiş olması yoktur; sadece CHP’yle birlikte hareket edenlerin talepleri vardır; bu talepler arasında da Kürt halkının hakları, savaşın sonlandırılması adil ve onurlu bir barış yoktur…

O nedenle demokrasi cephesinin oluşmasının önündeki en önemli engel, 6 milyon seçmenimizi ve Türkiye’deki 15-20 milyondan fazla Kürt’ü hesaba katmayan, bunları bir demokrasi gücü olarak görmeyen anlayıştır. Bir başka demokrasi ortaklığını nasıl kurabileceğimizi hakikaten yaratıcı yollar bulup düşünmemiz gerekiyor. Çünkü bunun gerçekleşmemesi halinde başımıza gelecekler saymakla bitmez. Ben CHP’nin, peşine takılanlarla birlikte, Erdoğan’ın yeni otoriter rejiminin sol kanadı olmaya sürükleneceğini görüyorum. Bu belki onlara hayatlarını, işlerini ve özgürlüklerini kaybettirmez ama siyasi saygınlıklarını yerle bir eder.

O “demokrasi cephesi” oluşmazsa, bizim başımıza ne gelir?

Bir demokrasi cephesinin hiçbir biçimde inşa edilememiş olması, herkesin saldırganla teke tek başa çıkmaya çalışması demek olur ki, bunca tecrübeden sonra bu akılsızlığı Türkiye solu, demokratları, halkın örgütlü kesimi, bütün mağdurlar, Aleviler, Kürtler, kadınlar, emekçiler yaparlarsa, o zaman Hegel’in şu sözüyle yetinmek gerekir: Her millet kim tarafından yönetiliyorsa, onun tarafından yönetilmeye layıktır.