Kürtler Erdoğan’ı sandığa çağırıyor

Kürt muhalefeti önce Tayyip Erdoğan’ı sandıkta yenmek ondan sonra da güçten düşmüş, artık iktidarının siyasi dayanakları ve meşruiyeti kalmamış bir rejim karşısında yeni demokratik bir rejim ihtiyacını bir toplumsal tartışma gündemi haline getirmek, Türkiye’yi yeni, demokratik bir siyasi düzen arayışına davet etmek amacını güdüyor.

hdp-adaySokağa çıkma yasakları ve günlerce süren şehir kuşatmaları, toplumun sinir uçlarına dokunan saldırı ve hakaretler (sürüklenen, çıplak teşhir edilen cesetler, mezarlıkların bombalanması vb)… AKP/Erdoğan iktidarı ne yapmak istiyor?

Ertuğrul Kürkçü: Kürdistan’da yürütülen harekat, operasyonlar elbette kısa vadeli güvenlik amaçları ya da ayaklanma bastırma amaçları güdüyor. Özellikle bu özerklik ilanlarıyla birlikte ortaya çıkan yeni siyasi model arayışını, eylemli arayışı bastırmak, ezmek bu girişimi sürdüren öncü unsurları yok etmek, onları fiziki olarak tasfiye etmek amacını güdüyor. Bunda tartışılacak bir taraf yok. Ancak operasyonun genel amaçlarının bunu aşan bir hedefe yöneldiğini de görebiliyoruz.

Özellikle bütün uygulamaların son derece küçük düşürücü bir biçimde yapılması, halkın inandığı, kıymet verdiği her şeyin ayaklar altında çiğnenmesi, onların bir parçası olduklarına artık inanamayacakları kadar bu toplum ve bu devletle olan ilişkilerinin tanınmadığını, yadsındığını gösteren davranışlar. Sivillere, kadınlara, gençlere, yaşlılara, çocuklara karşı girişilen ağır saldırganlık, yıkıcı davranışlar bütün bir kent ahalisinin günler boyu aç ve susuz bırakılması, bunların hepsini bir arada ele aldığımızda bunun sadece isyancı unsurları ele geçirip yok etmeyi değil tam tersine aslında ortada olmayan bir isyanı yaratma, Kürt halkını yerini, zamanını ve biçimini kendisinin seçmediği bir isyana davet etme amacı güttüğünü açıkça gördüğümüzü söyleyebiliriz.

Bu tabii ki Tayyip Erdoğan’ın, kafasındaki kaos planı ve Türkiye’deki hakimiyetinin sürdürülebilmesi için bulduğu biricik imkandır. Eğer kitlesel ölçekte bir ayaklanma ile karşı karşıya kaldığını ortaya koyabilirse, toplumun bütün şer güçlerini kendi etrafında daha geniş bir koalisyonla toplayabilir, böylelikle yapay olarak yaratılmış olağanüstü bir rejim ihtiyacını gidermek için eldeki hazır sultanlık planlarını devreye sokabilir ve bütün bunların sonucunda da Kürt meselesini bir askeri çözümle nihai tasfiyeye maruz bırakabilir mi? Aslında o da bir yandan bunu araştırıyor. O açıdan da eldeki bütün kuvvetleri bir araya toplayabilmiş, kendi arkasında güçlü bir yığınak kurabilmiş değil. Ancak operasyonun içinde taşıdığı gelişme eğilimleri bu yönde seyrediyor ve artan ölçüde Kürt halkı arasında nefret, öfke, kopuş ruh hali giderek derinleşiyor.

Bunun elbette önümüzdeki 1 Kasım’da tekrarlanacak olan seçimlerle çok yakın bir ilgisi var. Ancak benim gördüğüm kadarıyla Kürt halkı da, onun bağrından çıkan silahlı mücadele odağı da bu daveti kabul etmiyor ve Tayyip Erdoğan’ın 1 Kasım’da uğrayacağı yenilgiden sonraya bütün öteki olasılıkları bırakıyor. Başka bir deyişle; önce Tayyip Erdoğan’ı sandıkta yenmek ondan sonra da güçten düşmüş, artık iktidarının siyasi dayanakları ve meşruiyeti kalmamış bir rejim karşısında yeni demokratik bir rejim ihtiyacını bir toplumsal tartışma gündemi haline getirmek, 1 Kasım’dan başlayarak Türkiye’yi yeni bir siyasi düzen arayışında demokratik, kitlesel geniş ölçekli, çoğulcu bir tartışmaya davet etmek amacını güdüyor. O nedenle bu iki irade arasındaki çatışma şu an büyük kırılmaya henüz yol açmadıysa asıl sebebi, Kürt halkının basiretle ve büyük bir tahammülle bu saldırılara göğüs germesi, Özgürlük Hareketi’nin de kendisinin çekilmek istendiği mindere gelmeyerek Tayyip Erdoğan’ı sandığa götürüp orada yenme yolunu açık tutmaya çabalamasıdır. Eğer çatışmalar Tayyip Erdoğan’ın çizdiği istikamette derinleşecek olsaydı, aslında Temmuz’dan bu yana sürüp giden mücadelenin çok daha başka boyutlar edinmesi pekala mümkündü. Fakat bunlar sonuçsuz kalırdı, o yüzden bütün bunlardan halk da, öncü de uzak durdu. Fakat gene de şu var; bütün bu şartlar altında bu tempoda devam ettiği takdirde 1 Kasım günü, Yüksek Seçim Kurulu’nun da kararı göz önünde tutulduğunda, AKP hükümetinin ve Silahlı Kuvvetler’inin bu operasyonları bu şekilde sürdürmekte olmaları halinde birçok yerde belki de seçimi fiziken yapmak mümkün olmayabilir.

O yüzden bugün Bese Hozat’ın ortaya koyduğu görüş ilginçtir. Bir kere daha Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tarihi yenilgisine zemin hazırlamak üzere yeni bir karar alabileceklerini söylüyor. Tabii bu bir çatışmasızlık ilanından ziyade çatışmayı minimize etme yönünde bir karar olabilir. O yüzden son derece uyanık bir biçimde bütün kayıplara, bütün karşılarına çıkan psikolojik saldırıya rağmen son derece serinkanlı bir biçimde hareket etmeye devam edeceklerinin bir işareti olarak görebiliriz. Bu uzun açıklamayı bir kelime ile özetlersem, diyebilirim ki; Tayyip Erdoğan Kürtleri bir ayaklanmaya davet ediyor, Kürtler ise Tayyip Erdoğan’ı sandığa davet ediyorlar.

Bu aşamadan sonra Türkiye’de iktidar meselesinin çözümü yeni bir aşamaya ulaşacak. Çünkü o noktadan sonra sadece Kürtler ve HDP etrafında toplanan güçler değil Türkiye’nin bütün toplumsal ve politik güçleri yeni bir siyasi dönüm noktasında olduklarını idrak ederek Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını tartışmaya açacaklar. Bu yeni dönem o açıdan ancak toplumsal katılımla, çok seslilikle, bütün silahlı saldırılara rağmen açık tartışma ve mücadele yoluyla inşa edilebilir. Özgürlük Hareketi’nin ve onun müttefiklerinin bunun sezgisine ve bilgisine sahip olduğunu görüyoruz. Bunu söyleyebilirim.

Bütün bu baskılar yoğunlaşırsa, Kürdistan’da özellikle bazı il ve ilçelerde halkın oy kullanmasının fiziken engellenmesi söz konusu olursa bir boykot gündeme gelir mi?

Ertuğrul Kürkçü: Boykot hiçbir düzeyde gündemde yok. Yüksek Seçim Kurulu, AKP’ye sandıkların yerinin ve o sandıklarda oy kullanmanın tartışılabilir olması yolunu da kapatmış durumda. Bence bu da aslında irade çatallaşmasının, diktatörlüğün önündeki farklı engellerin de mevcudiyetini gösteren bir kanıt sayılabilir.

HDP ve halk örgütlenmelerine yönelik saldırılar ve operasyonlar, yandaş medyadaki kara propaganda faaliyeti ve benzeri faaliyetler HDP’nin oyunu düşürebilir mi? HDP’nin 1 Kasım’da nasıl bir sonuç alacağını düşünüyorsunuz?

Ertuğrul Kürkçü: Bizim gözlemimiz ve aslında tabii sahiciliğinden ve dakikliğinden daima şüphe duymamız ya da belli bir kuşku mesafesinde yaklaşmamız gereken kamuoyu araştırmalarının gösterdiği şey aşağı yukarı aynı kapıya çıkıyor. Halkların Demokratik Partisi desteğini koruyacak ve bir ölçüde de desteğini artıracak. Özellikle hem coğrafik olarak Kürdistan ve mücavir kentlerde hem de Kürtlerin hatırı sayılır bir nüfusa ve nüfuza sahip oldukları Adana, Mersin, Antalya, Bursa, İzmir, İstanbul, Ankara, Aydın, Manisa gibi kentlerde Kürt Aleviler, Ezidiler, Süryaniler, Sünni Kürtler, demokratik yurtsever kesimler arasında, hemen hemen hepsinin arasında HDP desteğini koruyacak ya da bir nebze artıracak gibi gözüküyor. Örneğin İzmir’de 3. vekili mutlaka çıkartacağımızı görüyoruz. Bu ne demektir? HDP’li vekil sayısında yüzde 50 artış olacak demektir. Oy sayısında illa yüzde 50 artış gerektirmez ama 4. vekili de zorlayacağız. Başka yerlerde de tempo aşağı yukarı böyle. Ankara’da vekilliği koruyacağız, öyle gözüküyor. Antalya’da koruyacağız. Demek ki Türkiye’nin batısında da bu destek sürüyor. Kürtlerin dışındaki kesimlerde, devrimci, enternasyonalist, radikal solda HDP etrafında şimdi giderek artan daha güçlü ve daha tutkulu bir kümelenme görüyorum. Bu, HDP’yi illa tasvip etmeyi, onaylamayı gerektirmiyor; fakat HDP’nin olduğu yerde mevzi kurmanın demokrasi mücadelesinde ve özgürlük mücadelesinde çok önemli bir konumlanma olduğunu Sol bu sefer hakikaten çok net olarak gözlemlemiş durumda.

İkincisi, geçtiğimiz seçimde bize daha önceki seçimlerde oy vermiş olmayan ve Kürt de olmayan kesimlerden gelen desteklerin belli kayıplarla da olsa muhafaza edileceğini düşünebiliriz. Gerçi bu bizim toplam oyumuzun (genel toplam içinde) yüzde 0,75’i kadardı; bunu küçümsemiyorum, tersine çok önemli bir destekti. Burada bir nebze tereddüt hasıl olmuş olabilir fakat beri yandan AKP karşısında HDP’yi desteklemenin doğruluğu fikri hala genel bir kabul görüyor bu kesimlerde. Çünkü savaşın yeniden başlamasından HDP’yi sorumlu tutmayanların bu alanda çok geniş bir kesim oluşturduklarını görebiliriz. Göreli olarak savaşın faturası esasen toplum tarafından Tayyip Erdoğan’a kesilmiştir, o yüzden Tayyip Erdoğan karşısında HDP’nin desteklenmesinin demokratik özgürlükler bakımından, başkanlık rejimine gidişin önlenmesi bakımından hâlâ stratejik bir önemi olduğunu düşünenler varlıklarını koruyorlar.

O zaman toplam olarak baktığımızda seçmen sayısındaki artışları, katılımı hepsini bir arada mütalaa edecek olursak, bu seçime katılımın nispeten daha düşük olacağını veya yüzde 85 civarında olmayabileceğini, ama bunun bizim seçmenimiz açısından çok önemli fark yaratmayacağını, bu yüzden de oransal olarak yüzde 15’e doğru mutlak sayı olarak da 6 milyonun daha üzerine, 6 milyon 500 bine kadar varan oya ulaşabileceğimizi ön görüyorum. Tabii önümüzde kalan 20-25 gün içerisinde diktatörlüğün, Tayyip Erdoğan’ın, kaos imalatçılarının başka neleri gündeme getirebileceklerini şimdiden ön göremiyoruz. Bunlar arasında şiddete dayanan, komplo, yalan ve hukukun silah haline getirilmesi sonucunda seri tutuklamalarla parti örgütlerimize vereceği zararlar vesaireler ne rol oynayabilir, onu şimdiden söylemek zor. Fakat göreli olarak bizim oylarımızın ne olduğu kadar AKP’nin oylarının ne olacağının da bu sonuçlarda önemli olacağını düşünüyorum. AKP’nin oylarında düşme gözlüyorum. Bu net olarak halkın ve vekillerin davranışlarında gözüküyor. AKP’nin yüzde 40’ın altında bir sonuçla seçimi kapatacağını öngörüyorum. Dolayısıyla bizim durumumuzu korumamız ya da biraz ilerlememiz ile AKP’nin gerilemesi bir arada aslında 7 Haziran’dan çok daha kompleks bir sonuç verecek diye düşünüyorum.

Kürdistan şehirlerinde özyönetim ilan edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunun için yeterli hazırlık (örgütsel/pratik ve düşünsel) var mı? Savaşın içinde, sanki savaşın bir taktiği olarak ileri sürüldüğü gibi bir görünüm var, bu konuda ne dersiniz? 

Ertuğrul Kürkçü: Doğrusu, karşı karşıya kaldığımız bu savaş tablosu içinde özyönetim ilanları meselesinin, bir bakıma savaşın sürecinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını düşünüyorum. Kamuoyunda ve yüzeysel yorumlarda bir kavrayış kalıbı var, bu yorum kalıbına göre; “PKK Ceylanpınar’da iki polis memurunu kurşuna dizerek savaşı yeniden başlattı ve bunun üzerine AKP çoktandır istediği gibi silahlı saldırıyı devreye soktu, çatışmasızlığı yıktı ve bunun arkasından PKK de çok yanlış bir biçimde hiç zamanı ve yeri olmadığı halde, münasebetsiz bir biçimde özyönetim ilanlarına girişti.” Bunu iddia edenlerin, bu kompleks hakikatin, görünüşteki kimi kabalıklarına bakarak daha derin bir durumu gözden kaçırdığını söyleyebilirim.

Aslında bana sorarsanız, 6-8 Ekim günlerinde Kürt halkının büyük bir özveri ile ortaya atılarak Kobane kuşatmasını Türkiye’den yarmasından sonra düzen kuvvetlerinin özellikle de Tayyip Erdoğan’ın diktatörlüğünün Kürt halkına karşı yeni bir savaş açma kararının sonucunu yaşadığımızı düşünüyorum. Bu iç güvenlik yasa tasarısının nasıl gündeme geldiğini ve bunun neler içerdiğini hatırlayalım. Aslında o günlerden başlayarak Tayyip Erdoğan rejimi Kürt halkına karşı bir savaş ilanını gündemine almıştı. Bunun bütün askeri hazırlıklarını adım adım, sinsi bir biçimde sürdürdüler, sözüm ona çatışmasızlığın arkasında. Öte yandan bunun hukuki alt yapısını da kurdular. Nitekim bugün korkusuzca özel harekatçıların insanları kurşuna dizip, en ufak bir suçlanma endişesi taşımaksızın cinayetlerinin sonuçlarını apaçık sergiliyor olabilmelerinin, aslında bütün bu harekat planlarının, savaş planlarının, yasa kurgularının bir sonucu, eseri olduğunu görebiliriz.

Çatışmasızlık aslında bir bakıma sivil milis kuvvetlerini sokağa sürdükleri Kobane isyanı günlerinde son buldu. Ama seçim sürecinde peş peşe gelen katliam girişimleri, Mersin, Adana il örgütleri, Erzurum ve Diyadin’deki saldırılar nihayet Amed katliam girişimi ve sonuçta Suruç katliamı ile bu saldırılar doruğuna vardı ve bundan sonra da PKK artık çatışmasızlık varmış gibi davranamayacağını görünce kendisi de savaş planlarını ortaya koydu. Fakat öyle görüyorum ki PKK açısından bütün bu süreç aslında daha Kobane isyanı günlerinden başlayarak ön görülen yeni bir çatışma devresinin gelmekte olduğu tespitine uygun biçimde gitmeyen tabandaki ve sivil yaşamdaki hazırlıkların güdüklüğü dolayısıyla savaş başladığında buna verilecek yanıtlar çok güdük kaldı.

Benim anladığıma göre onların savaşa karşı koyma planları, esasen halkın bu savaş güçlerine karşı kendi kendilerini yönetme ve kendilerini savunma mekanizmalarını kurmaya dayanıyordu. Fakat gecikerek gelen sivil hazırlıklar ile çok hızlı gelişen rejim saldırıları, ikisi karşı karşıya geldiklerinde böyle bir asimetrik durum oluşturdu. O nedenle PKK’nin durup dururken özyönetim ilan ettiğini, durup dururken birden öz savunma diye bir şey icat ettiğini söyleyenlerin bu karmaşık gizi, çoğu zaman yüzeyin altında sürüp giden durumu görmekten uzak olduklarını söyleyebilirim.

Hatırlayacaksınız, bunun ön biçimleri iki yıl önceki gerginlikler sırasında Lice’de ortaya çıkmıştı. O zaman daha henüz Sabahat Tuncel ve ben HDP’nin eş başkanlıklarını yapıyorduk, HDP heyeti olarak olayları yerinde incelemeye gittiğimizde, halkın aldığı tedbirler olmasa Lice’de halkın bir kan deryası içerisinde kalabileceğini, uzaktan baktığımızda anlamlandıramadığımız şeylerin, gerçek yaşamda ne kadar farklı sonuçları olduğunu görmüştük.

Tabii özyönetim, bu öz savunma gerekliliklerinin içinde doğdu. Halbuki mantıki sıranın önce bir öz yönetim olması bu öz yönetimin de kendine göre bir öz savunma rejimi kurmasını ön görür ve bu mantıkta da bir hata yoktur. Fakat burada savaş gereklilikleri içerisinde buna çeki düzen verme ve kendi kendine, kendi savunmasını yönetme ihtiyacı bir özyönetim ihtiyacını da ortaya çıkartınca eksik hazırlıkla bu öz yönetimler deklare edildi ve tabii bu öz savunma basıncı altında özyönetimler de kavruldu, güdükleşti ve buna bakarak pek çok hüküm verildi. Ama doğrusu bu tarihi sıra içerisinde bu mantıki ilişkinin yorumlanması halinde durumu anlayabileceğimizi, açıklayabileceğimizi düşünüyorum. Gene de sadece öz savunma gerekleriyle açıklanamayacak muazzam çapta askeri harekatlar da oldu. Osmaniye’de olsun, İstanbul Sultanbeyli’de olsun… bütün bunlar aslında tek bir komuta kontrol sürecinin de olmadığını, bunda büyük boşluklar doğabildiğini bize gösteriyor.

Bu açıdan baktığımızda, devletin hazırlıklarının ve zamanı kullanmasının karşısında zamanın ve kitle hazırlığının eksik gerçekleşmesinin sonucunda ortaya çıkan, nispeten dayanıksız yapılar olarak bu öz yönetim süreçlerinin gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bunların bir hata olup olmadığını tartışmaktan çok, bunları taktiksel olarak problemli görenlerin, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin savaş dayatması karşısında daha başka bir çıkış yolu teklifi üzerinde konuşmak gerekebilir. Yoksa bunları yapmasalardı ne güzel gidecekti diyerek durumu açıklayamayız. Çünkü bizzat savaşın mantığı bir karşı koyuşu da ister istemez dayattı. Çünkü artık gerçekleşmekte olan planları gördüğümüz gibi, bir imha kastının net olduğunu, imhayı gerektiren durumun doğrudan doğruya hükümetin, rejimin kendisi tarafından inşa edildiğini görebiliriz. O yüzden burada bir çatışmanın kaçınılmaz olduğunu ön görmek icap eder.

Ta başına dönecek olursak aslında Kürt sorununun barışçı, demokratik, karşılıklı uzlaşma yoluyla ve devletin reforme edilmesi ve yeniden inşası yoluyla çözümü mümkün. Çözüm fikri havaya uçurulduğunda zaten bunun kapısı ardına kadar açılmıştı. Oradan Osmanlı Ocaklarıyla, paramiliterleriyle, özel harekatçılarıyla, Cumhurbaşkanı’na bağlı yeni özel kuvvetleriyle birlikte oluşan mahşerin dört atlısının devreye girdiğini idrak etmemiz gerekir. Bu şartlar altında öz yönetim ihtiyaçları, öz savunmanın basınçlarına pek göğüs geremedi ve sonuçta onun tarafından neredeyse tamamen örtüldü. Bu öz yönetim fikrini, bu tarihi açmaz dolayısıyla değerden düşürecek yorumları tartışmalı ve bunlara bir yanıt üretmeliyiz.

İçinde bulunduğumuz savaşın çıkmasında Erdoğan ve AKP’nin siyasi, şahsi hesaplarının (HDP’yi baraj altına itip tek başına hükümet kurma gibi) payı nedir? Bu savaş ne ölçüde devlet politikasıdır? Tekelci, TÜSİAD’cı sermayenin savaş karşısındaki tutumunu nasıl görüyorsunuz?

Ertuğrul Kürkçü: 50-50 diyorum. Bunu yüzde 50’si doğrudan doğruya Tayyip Erdoğan ve onun avenesinin, sülalesinin iktidara asılma ihtiyaçlarıyla bağlı ama geri kalan yüzde 50’si de aslında Suriye’yi saran ve şimdi Rusya’nın devreye girmesi ile yeni bir görünüm alan bölgesel gerilimle ilgili. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu noktada Erdoğan’ın Kürt düşmanı stratejisini Suriye’deki Kürt özgürlük mücadelesini izole etme ve ortadan kaldırmanın da bir fırsatı olarak değerlendirdiğini düşünüyorum. Dolayısıyla Irak’la Suriye’deki, İran ve Rusya gücü ile bir vekalet savaşı burada devrededir. O yüzden Türkiye’de IŞİD’in Suriye’deki hamisi olarak Erdoğan rejimi, silahlı kuvvetleri ve Türkiye’nin eski düzeni sürdürmesinden medet uman bütün burjuva kesimlerin de bu saçma sapan görünen, delice bir hal alan Erdoğan’ın iktidar mücadelesine ister istemez eklemlendiğini bize gösteriyor. O yüzden savaşı sadece buna bağlayamayız.

Yani sadece, Erdoğan iktidarda durmak için bunu yaptı, evet bu faktör mutlaka var ve 1 Kasım’a kadar da bu faktör geçerliliğini koruyacak. Ama aynı zamanda Suriye’de, Irak’ta gelişen durumlar var. Irak hükümeti de, Rusya’dan Irak’taki IŞİD hedeflerini vurmasını isteyebileceğini geçen günlerde deklare etti. Irak’taki hükümetin, İran nüfuzu altında olduğunu hatırlayalım. Yani bu aslında evet Türkiye ile Rusya arasında sürüp giden bir vekalet savaşının sahası olarak Suriye’deki durumla da yakından ilgiliydi ve bunu giderek daha iyi görüyoruz. Şu an eğer Suriye’deki durum Amerika ve Rusya’nın karşılıklı itişir gibi görünürken varacakları bir anlaşma sonucunda bir stabiliteye kavuşur, IŞİD devreden çıkartılır ve Esad’lı geçiş süreci içerisinde Suriye’de yeni bir dönem ortaya çıkacak olursa aslında Tayyip Erdoğan’ın da Türkiye’de sonu gelmiş olacaktır. O yüzden Tayyip Erdoğan rejiminin ayakta kalabilmesi Suriye’deki kaosun da devamına bağlı.

Bu nedenle oradaki Kürt güçlerini izole edebilmek için, onların PKK ile olan bağı üzerinden Kürtlere yönelik müdahalelere bir uluslararası zemin yaratma ihtiyacı da bu tasavvurun içinde önemli bir rol oynuyor. Ama gene de bu önünde sonunda var olan geçici anlaşmadır, Tayyip Erdoğan’ın tarihsel hedefleriyle, sermayenin, Silahlı Kuvvetler içerisindeki modernist kesimlerin hedefleri tam olarak aynıdır diyemeyiz. Böyle bir yekparelik yok. Tayyip Erdoğan, toplumsal ve siyasi desteğini kaybettiği gün yeni denklemler ortaya çıkacaktır. 2 Kasım’dan başlayarak Türkiye’de esasen toplumsal tartışma Tayyip Erdoğan’ı istifaya zorlama etrafında dönecektir. TÜSİAD’cı sermayenin tutumuna gelince… Onlar Kürt meselesinde Tayyip Erdoğan’ın izlediği stratejinin güvenlikçi yanına belki ses çıkartmayacaklardır ama şu an onlarla Tayyip Erdoğan arasında örtük bir çatışmanın süregeldiği, Tayyip Erdoğan’ın arkasındaki yığınakta TUSİAD’ın bulunmadığını söyleyebiliriz.

Bu röportajın kısaltılmış hali Siyaset gazetesinin 28. (Ekim 2015) sayısında yayımlandı.
Röportaj 7 Ekim 2015’te yapıldı./Röportaj: Halit Elçi/www.siyasihaber1.org/kurkcu-kurtler-erdogani-sandiga-cagiriyor)