Suçluların Diktatörlüğüne Karşı Suçsuzlar İttifakı

Ertuğrul Kürkçü, İzmir Gündoğdu Meydanı’nda HDP’nin Vicdan ve Adalet Nöbeti’ndeki basın açıklamasında  konuşmada: Bahçeli’nin Erdoğan’ı “suç işlemekten kurtarmak”la gerekçelendirdiği AKP-MHP ittifakına karşı “Bir suçsuzlar ittifakına kuvvetle muhtacız” dedi. 

 

Sevgili arkadaşlar,
Günlük basın açıklamamıza başlarken fedakarca gayretleriyle “Vicdan ve Adalet Nöbeti”mizi selametle 26. gününe ulaştırmamızı sağlayan bütün üye ve yöneticilerimize, etkinliğimizin ihtiyaçlarını ve güvenliğini sağlamak için üzerimize titreyen halklarımıza, Vicdan ve Adalet çağrımızın yankısını bu nöbet alanına taşıyan İzmir’in ve Ege Bölgesinin yurtseverlerine, demokratlarına, sosyalistlerine, insan hakları savunucularına, kadın hareketlerine, emek örgütlerine, doğa ve yaşam savunucularına, barış için akademisyenlere, kent hakları savunucularına, sanat ve düşünce insan ve çevrelerine, İzmir’in Gündoğdu Meydanındaki duruşumuzun ve bu meydandan yükselen sesimizin yerkürenin dört bir yanından işitilmesi için aralıksız çaba gösteren özgür basın çalışanlarına partimiz ve genel merkezimiz adına yürekten teşekkür ediyorum.

Sizlere minnettarız, sizlerin mücadelesi, çabaları, çoluk çocuğunuzun rızkından keserek sağladığınız katkılar, dualarınız, iyi dilekleriniz, rüyalarınız olmasa, bunlar İzmir’den Çölemerg’e, Çanakkale’den Ardahan’a kadar birbirine karışıp eklenmese, sesler, fotoğraflar, videolar bir uçtan ötekine ışık hızıyla uçurulmasa, üzerimize çökmeye yeltenen faşizm heyulasına ne burada ne başka yerde meydan okumak hiç de kolay, hatta mümkün olmazdı.  İyi ki varsınız, tutkunuz, yaratıcılığınız, sabrınız, sebatınız, tahammülünüz, sevginiz için hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Hoş geldiniz Onur verdiniz.

Bu basın toplantımıza vicdansızlığın ve adaletsizliğin kurbanı olarak doğdukları yerlerde çalışma ve özgür yaşama imkanı bulamayarak kendi kentlerinden, köylerinden kasabalarından, mezralarından Kürdistan’dan kalkıp Sakarya’daki tarım işletmelerinde çalışmaya gelen ve buradaki ağır sömürü koşulları dolayısıyla taşıma, barınma, yeme, içme imkanları neredeyse minimum düzeyde olduğundan hiçbir şekilde korunanmayan ve yattıkları yerden çalıştıkları yere giderken uğramaları kaçınılmaz olan trafik cinayetine uğrayarak aramızdan ayrılan Kürdistan’lı tarım işçilerini rahmetle anıyoruz. Kendilerine rahmet, yakınlarına sabır diliyoruz. Hepimizin başı sağolsun.

Sevgili Arkadaşlar, ilk duyduğunuzda “Vicdan ve Adalet Nöbeti” ifadesi kulağınızı tırmalamış olabilir! “Nasıl yani?” Diye durup düşünmüş, hayal etmeye çalışmış ama tam olarak ne olacağını gözünüzün önünde canlandıramamış olabilirsiniz! Doğrusu, bu nöbetin nasıl tutulabileceğini ve tam olarak nereye varacağını işe girişmeden mükemmelen bizim de tasavvur etmiş olduğumuzu söylesek abartılı olur.

Ama devlet işte bu gibi güçlükleri çözmek için var! Dünyanın başka bir yerinde -bırakın Avrupa Konseyi ülkelerini- beğenmedikleri, dudak büktükleri İran’da, Irak’ta, Fas’ta, Tunus’ta bir kentin meydanında 10 milletvekili “Vicdan ve Adalet” diye dikilse kimsenin aklından bile geçiremeyeceklerini Türkiye “şeysi” derhal bir standarda büründürür: Çevreniz demir ağlarla örülür, yiyecek içeceğiniz karneye, ziyaretçi sayınız 60’a bağlanır; milletvekilllerinin yanına gelenin üstüne çökülür, kimlik, üstbaş araması dayatılır. Emniyet Müdürü ses aygıtını elinden almak için milletvekiliyle hakikaten bilek güreşine girer. Genel sağlığı güvence altına almaktan sorumlu Vali, güneş altında sıcaklığın 50-60 dereceye vardığı İzmir’de milletvekillerinin ve etkinliğe katılanların başının üstüne bir tente almasını yasaklar. Bu vilayetin, İzmir’in “demokratik” kültürüne son katkısı “milletvekili kebabı” olarak uygarlık tarihinin sayfalarındaki seçkin yerini alacaktır şüpheniz olmasın.

Vicdan ve Adalet nöbetini tasarlarken amacımız, yaygın medyanın HDP ambargosu nedeniyle Türkiye ve Dünya kamuoyuna dolaysız olarak duyuramadığımız hak ihlallerine eylemli olarak dikkat çekmekti. Bizim kendi imkanlarımızla asla dört başı mamur olarak gerçekleştiremeyeceğimiz bu eylemimize verdiği sınırsız destek için Türkiye “şeysi”ne ne kadar teşekkür etsek azdır.

Dünya İzmir’in orta yerindeki şu kafesin içinde polis kıtaları eşliğinde kuşatılanların ülkenin üçüncü büyük siyasi partisinin milletvekilleri olduğunu öğrendiğinde soracaktır elbet: “Türkiye’de ne var, demokrasi mi, bu neyin demokrasisi” diye? Bu partinin eş başkanlarının, bu kafesteki “özgür” vekillerin söylediklerinin aynısını söyledikleri için 9 aydır hapiste olduğunu işiten dünya soracaktır elbet “Türkiye’de adalet mi var, ne adaleti” diye.  Dünya  Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komiserliği’nin, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliği’nin “katliam” raporlarına bakacak ve Cizre’de, Sur’da, Silopi’de, Nusaybin’de, Gewer’de insanların aylar boyunca 7 gün 24 saat sokağa çıkma yasaklarıyla kuşatıldığını, yüzü aşkın insanın “terörle mücadele” adı altında Cizre’de sığındıkları evlerin bodrumlarında göz göre göre yakıldıklarını hatırlayacak ve soracaktır elbet “Türkiye’de vicdan var mı?” Diye.

Bütün bu gerçekleri haberleştiren Ahmet Şık, Kadri Gürsel, İnan Kızılkaya, onları savanan Murat Çelikkan gibi gazetecilerin hapiste olduğunu, binlerce bilim insanının Firavun’un öğrenilmesini istemediği hakikatleri araştırdıkları için üniversiteden kovulduğunu bilen ve bu vesileyle yeniden hatırlayan dünya sormayacak mıdır bu ülkede demokrasi, özgürlük, vicdan ve adalet var mı diye?

Soruyorum size var mı? Bırakın Cizre’yi, Sur’u, Amed’i, İzmir’de şu Gündoğdu Meydanı’nda şu kafeslerin gerisinde Vicdan var mı, Adalet var mı? Demokrasi var mı? Vicdan ve Adalet ve Demokrasi yalnızca bu kafesin içinde var bu şehirde. Onlar bizi buraya hapsettiklerini bizi tecrit ettiklerini sana dursunlar, biz bu duruşumuzla, bu onurlu varoluşumuzla onları kendi vicdansızlıklarına ve adatlesizliklerine hapsettik. Hiç bir zor kullanmaksızın, bir kötü söz bile etmeksizin onları kendi zorbalıklarının kölesi kıldık. Geçmiş olsun!

Diyarbakır, İstanbul, Van ve İzmir valileri ve emniyet müdürlerine söze dökmekle kalsa belki de işitilmeyecek bütün bu gerçekleri bütün dünyanın gözüne sokacak bu güçlü kafes mizanseniyle bize muazzam bir temsil olanağı sağladıkları için müteşekkiriz! Onları “HDP’lilere ağaç gölgesi bile vermeyin, bırakın güneşin altında kavrulsunlar” diye sabah akşam durmaksızın uyardığından kuşku duymadığımız Soylu İçişleri Bakanı’na da buradan selam olsun: Sizler olmasanız “Vicdan ve Adalet Nöbeti”miz mesnetsiz ve manasız kalabilirdi. İyi ki varsınız, zulmünüz artsın!

Sevgili arkadaşlar,

Dikkatinizden kaçmamıştır, özellikle belagat ve hitabet konularında kimsenin eline su dökemeyeceği vekillerimizin dikkatinden hiç kaçmamıştır, ikide bir “Türkiye şeysi” deyip durduğum. Fakat bu bir dil sürçmesi değil. Türkiye’nin, bilinen devlet kategorilerinden hangisine girdiği sadece siyaset bilimi açısından değil, Tayyip Erdoğan rejiminin kendisini adlandırması açısından da bir muammaya dönüştü. Durmaksızın bağıran, höyküren, tehdit eden, bir partinin genel başkanı olan bir şahıs ile onun eşi, oğulları, kızları, damatları, gelinleri, eniştesi, eltileriyle oturduğu bir Saray’dan, hiç kimsenin bilmediği usullerle yönetilen; Ordusu ve donanmasının kapısında polislerin general hapsetmek için pusu kurduğu; yargıçların duruşma sırasında polis tarafından göz altına alındığı; o göz altı kararlarını veren savcıların başka savcılarca tutuklatıldığı; güvenliğin emekli kontr-gerilla paşalarının taşeron güvenlik şirketlerine emanet edildiği; başbakan ve cumhurbaşkanının örtülü ödeneğinin bakanlık bütçesi büyüklüğüne ulaştığı; Meclis’in kendisine düşünce ve ifade yasağı uyguladığı, 12 vekili hapiste, onlarcasının hapis tehdidi altında olduğu; tarafsızlık yemini altındaki cumhurbaşkanının Saray’ından parti yönettiği, Başkanı olduğu şeyin ülke mi devlet mi olduğunu kendisinin bile bilmediği, kendisini Türkiye Başkanı sandığı bir şeye ancak “şey” denebilir! Faşist bir şey!

Halkların Demokratik Partisi’nin Vicdan ve Adalet nöbetinin, bunca kuşatmaya, bunca susuş komplosuna, bunca itip kakmaya rağmen birinci günden beri Türkiye’nin vicdanını yerinden kıpırdatması, demokratik kamuoyunun ve hak savunucularının sevgi ve saygısını kazanması, dilden dile, kulaktan kulağa, gönülden gönüle akması hiç sebepsiz değil. Halklarımız ve bütün dünya, Türkiye’nin kendi iktidar tutkusunun cezbesindeki bir amok koşucusunun peşinde bir yıkıma doğru ilerleyişini dehşet içinde izliyor. Erdoğan’ın başlıca suç ortağı MHP Genel Başkanı herkesten daha açık bir dille bu suç ortaklığını itiraf etti ve Tayyip Erdoğan’a bir suç örgütü kurmayı önerdi. Aynen kendi sözleriyle:“Sayın Cumhurbaşkanı fiilî başkanlık durumundan vazgeçmeyecekse fiilî duruma hukuki bir boyut kazandırılmalıdır, her gün suç işleyen bir yönetimden söz edilemez. Ya Anayasa Cumhurbaşkanına uyacak ya Cumhurbaşkanı Anayasa’ya uyacak. Varsa bir teklif, gelsin değerlendirelim.”

20 Temmuz 2016 darbesi ve 16 Nisan 2017 hileli referandumuyla birlikte Erdoğan ve Bahçeli, parlamento dışındaki destekçileriyle birlikte suçun yasa haline gediği bu haramilik düzenini topluma dayattılar. Bu düzen hergün yeni bir suç işlemeden, toplumun geri kalanının haklarını çiğnemeden sürdürülemez. Bu bir sürekli kriz rejimidir. Olağanüstü bir rejimdir. Hayali istikrarına ancak faşizmin tepeden tırnağa bütün topluma giydirilmesiyle bir olağanüstü devlette kavuşabilecek bir rejimdir bu.

İşte bu rejim altında, Türkiye, Dünya Hukuk Devleti Endeksinde 113 ülke arasında Rusya, İran, Kenya gibi ülkelerin de gerisine, 90. sıranın gerisine düşerken, yeni rejim için yapılan referandum açıkça hileyle sonuçlandırılırken, yüzbinlerle insan ve aileleri Saray’ın hışmına uğradıkları için sivil ölüme mahkum edilirken, anneler çocuklarıyla cezaevlerinin yolunu tutarken  “Vicdan ve Adalet” çağrısının toplumun vicdanında karşılık bulması, toplumun -sanıldığı, dışarıdan bakıldığında görüldüğü gibi- faşizme boyun eğmeye razı olmadığının çok güçlü bir göstergesidir. Bu, toplumun örgütlü kesimlerinin toplumun kendisini çürümeye koyvermemesi için çaba göstermeye her zamankinden daha çok arzulu olduğunun apaçık bir işaretidir.

Unutmayalım, 16 Nisan referandumunun galibi biziz. Erdoğan’ın bütün dünyada şüpheyle karşılanan referandum sonuçlarını bir hırsızlık menkıbesiyle savunabilmesi, referandumun çalındığının bizzat onun ağzından itirafıdır: “Atı alan Üsküdar’ı geçti demişti!”

Rivayet odur ki, günün birinde, Köroğlu’nun çok kıymetli bir atını çalmışlar. bu ata pek bir düşkün olan Köroğlu, atı bulmak için diyar diyar dolaşmaya başlamış. Sonunda İstanbul’da bir at pazarında atını bulmuş. satıcılar Köroğlu’nu tanımıyorlarmış. Köroğlu ata alıcı olmuş.”Hele bi’ bineyim hacı, altıma yakışacak mı, oturumu rahat mı bi’ bakayım.” demiş. Köroğlu üstüne biner binmez hayvan şimşek gibi koşup gözden kaybolmuş. Satıcı öfkesinden köpürmüş tabii.”Hırsız var, atımı çaldı yakalayın!” diye feryat ederken, kalabalık arasından bir ihtiyar: “Atı alan Üsküdar’ı geçti oğul,” demiş.

Bu bir çifte hırsızlık hikayesi. Gerçi Köroğlu kendi atını çalmış gibi görünse de o atı harasında yetiştirmediğini, o atı parasını verip almadığını da biliyoruz.

Unutmayalım, Erdoğan-Bahçeli-Ergenekon ittifakının hiç durmadan suç işlemek zorunda olmaları, hiçbir adil seçimi kazanamayacakları şekilde durmaksızın seçmen desteğini yitiriyor olmalarından. AKP’nin kendi kamuoyu araştırma şirketinin en son araştırmasının gösterdiği gerçek AKP’nin en son seçime göre yüzde 15 oy kaybettiğidir. Seçim adaleti ve seçim güvenliğinin sağlandığı hiçbir seçimi kazanamayacağını bildiği için, her gün anketlere bakıp hırstan mosmor kesildiği için AKP Genel Başkanı, Sevgili eşbaşkanlarımız Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ve vekillerimizi hapiste tutuyor. Bununla da yetinmeyerek muhtemel muhaliflerinin hepsini hapiste görmek istediği için CHP milletvekilleri ve Genel Başkanı’nı da hapisle tehdit etmeden duramıyor.

Erdoğan rejimi gücünü haksızlığından alan bütün diktatörlükler gibi iki dayanak üzerinde duruyor birincisi şiddet, ikincisi ultra-milliyetçilik. Her ikisini de mazur ve meşru göstermek için daimi bir iç ve dış savaş tehdidini sürekli besliyor.

Erdoğan-Bahçeli-Ergenekon ittifakı HDP’nin Kürt halkının hak taleplerinin eşit yurttaşlığa dayalı Demokratik bir Cumhuriyette ortaklaştırılması çağrısının yurttaşlarımız tarafından benimsenmesinden paniğe kapıldılar.  Kürt halkına karşı giriştikleri tenkil harekatının yarattığı şiddet ortamında “bölünme” paranoyasını yeniden tetiklediler.  Erdoğan rejiminin Avrupa ve Amerika düşmanlığının biricik gerekçesi dünya kamuoyunun kısa süren bir tereddütten sonra bu manipülasyonu açığa çıkartması ve Kürtleri imha stratejisine destek vermekten kaçınmasıdır.  Bunun anti-emperyalizmle ve Batı hegemenonyasına karşı olmakla hiçbir ilgisi yoktur. “Batı” denilen şey kapitalizmden başka hiçbirşey değildir: 21. Yüzyılda bütün dünya bu manada “Batı”dır.

Erdoğan’ın Rusya, Çin ya da İran’a yaklaşması kapitalizm ya da emperyalizmden uzaklaştığını, ezilenlerin dünyasına yaklaştığını göstermiyor. Erdoğan, işçilerin, yoksulların, kadınların yüz yıllar süren hak mücadeleleri sonucunda Avrupa ve ABD kapitalizmini kuşattıkları haklar rejimine tabi olmaktansa kendisine kendi halklarını ezdiği için ses çıkartmayacak bir haramiler dünyasında yer arıyor.  Böyle bir yekpare dünya yok! Erdoğan ve ırkçı-faşist müttefikleri suç ve günahlarından kaçabilecekleri bir yere ulaşmak hayaliyle Türkiye’yi de doludizgin bir uçuruma, bir itibarsızlık okyanusuna sürüklüyorlar.

Kendi meczup siyasetlerine destek vermediği için Almanya seçimlerine burunlarını sokuyor, Türkiyelileri Alman müesses nizamı karşısında bir dayanak olarak gördükleri sol partilere değil, kendi kurdukları faşist partiye ya da Alman faşistlerine oy vermeye çağırıyorlar. Cumhurbaşkanı’nın “küçük müçük demeyin onlara oy verin” dediğini hepiniz duydunuz. O küçük partilerin hepsi faşisttir, hepsi Müslüman düşmanıdır, hepsi Türk düşmanıdır. Yeter ki Erdoğan karşısında güçlü bir Alman hükümeti yerine hiçbir zaman o Alman hükümetinin bir müttefiki olmayacak olan Alman faşistlerine Türkiyeliler onun davetine icabet ederek oy versinler. Böylece Merkel’e de bir ders vereceğini sanan Erdoğan’a akılsız danışmanları 61 milyon seçmenin oy kullandığı Almanya’da 1,5 milyon civarında Türkiyeli seçmen olduğunu ve bunların sadece yüzde 7’sinin Merkelin partisine oy verdiğini söylemeyi unutmuş olmalılar. Dolayısıyla Erdoğan’ın çağrısına uysalar Merkel’in bundan hiçbirşey kaybetmeyeceği hatta kazanacağı ortada. Çünkü Erdoğan tehdidini gerekçe göstererek daha sağdan oyları kendi yanına çekebilir.

Bu akılsız siyasetin sonunda Almanya’da ve bütün dünyada herkesin alay ettiği bir “şey”in uyruğunda yaşamaya mahkum değiliz. Bunun için bir suçsuzlar ittifakına kuvvetle muhtacız.

Sevgili Arkadaşlar,
Suçsuzlar ittifakından kastımız şudur: İktidarın, sömürünün, şiddetin, yalanın, talanın, dolanın, ikiyüzlülüğün mekanizmaları içerisinde olmayan milyonlar; hangi partiye oy vermiş olurlarsa olsunlar çalışarak, alın terleriyle yaşayanlar, büyük kentlerin emekçileri, kadınlar, gençler, köylüler, çiftçiler, elbette ki Kürdistan’ın bütün halkı, orada zulüm altında yaşayanlar, bugüne kadar kendilerine uygulanmış her türlü zulme rağmen ortaklık yolunda kuvvetle ısrar edenler, bütün bu güçlerin, adalet, demokrasi, eşitlik, vicdan arayışındaki bütün bu güçlerin mutlaka ve mutlaka yan yana gelecek yolları bulmaları gerekiyor.

Burada bütün bu tecride rağmen İzmir’in demokratik kamuoyunun, bütün örgütlü toplumunun bu etkinlikle dayanışmak için gösterdikleri arzu ve çalışkanlığı hiç birimiz aklımızdan çıkartmayalım.  Belki kitlesel bir katılım, bunca şiddet, bunca baskı, bunca tecrit,  bunca korkutma altında olmayabilirdi ama onları temsil edenlerin hepsinin eksiğiyle değil fazlasıyla burada olmaları aslında bu suçsuzlar ittifakının şimdiden oluşmaya başladığını, herkesin kendi ortağını, kendi müttefikini bulmaya başladığını gösteriyor.

Yanlış anlaşılmaması için altını çizmek isterim. Söz konusu ettiğimiz ittifak, tarihsel bir ittifaktır. Konjonktürel, şu gün için derme çatma bir ittifaktan, derme çatma bir seçim ittifakından söz etmiyorum. Her türlü seçim ittifakı bile mutlaka ve mutlaka böyle bir tarihsel arka plana yaslanmak zorundadır. Halkların Demokratik Partisi’nin kurduğu sağlam ittifakların sağlamlığının en önemli gerekçesi tarihsel bir haklılığa dayanan iki büyük gücün ortaklığı olmasıdır. Bunu genişletebiliriz, genişletmemiz lazım.

Ama her şeyden önce, seçimden söz edenin seçim adaletinden ve seçim güvenliğinden söz etmesi gerekir. Referandum sonuçlarının nasıl çalındığını unutmayalım. Oyları kim sayacak, zarfları kim damgalayacak, kim bunların sonuçlarını seçim sandıklarından alıp birleştirecek. Olağanüstü Hal altında asker, polis, jandarma, devletin emrindeki güçler seçim güvenliğini, onların hile yapmasını önleyecek bir düzen olmadan nasıl sağlayacaklar? Olağanüstü Hal kalkacak mı? Hepsinden önemlisi eşit güçlerle girecek miyiz seçime? Başkanlarımız, Eşbaşkanlarımız hapisten çıkacak mı? Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, vekillerimiz bizle olacak mı? Beş bin parti çalışanımız bizimle olacak mı? Eğer bütün bunlar olabilirse o zaman seçimden söz etmek yerli yerinde olur. Bunların olmadığı bir seçim, aslında Tayyip Erdoğan’ın ne atsa düşeş geleceği hileli bir zar oyununa ortak olmaktan ibarettir. Asla ve asla bu dar kafalılığa düşecek değiliz.  Mutlaka ve mutlaka bugünden bütün demokratik haklarımız arasında bu seçim güvenliği ve seçim adaletinin de sağlanması için elimizden geleni yapmak zorundayız.

Sevgili arkadaşlar,
Bunun kolay olmadığını biliyoruz, ağır tehditler altında olduğumuzu biliyoruz. Tayyip Erdoğan’ın kendisine model aldığı şeyin Amerika Birleşik Devletleri’nin Guantanamo Adası’ndaki esaret rejimi bile değil, IŞİD rejimi olduğunu biliyoruz.  Bunu sadece bir kuru iftira olsun diye söylüyor değilim. Tayyip Erdoğan’ı özendiren şey Guantanamo’da, Amerikan hukukunun ihlal edilerek Müslümanların, Amerika Birleşik Devletleri rejimine karşı Afganistan’da, Libya’da, Irak’ta mücadele edenlerin hapsedildikleri, aralarında Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının da olduğu mahkumlar adasında uygulanan rejim, Amerika Birleşik Devletleri’nin kendi halkına uygulayamadığı için, kendi toprakları dışında, Amerikan toprakları dışında Küba adasının kuzeyinde küçük bir üste uyguladığı bir hapishane rejimiydi. Amerika topraklarına girdiği andan itibaren kanun dışı olan bu rejimi, Amerika Birleşik Devletleri dağıtmak zorunda kaldı.

Ama bizim bu rejimle tanışmamız aslında bunun bir yankısı olan IŞİD’in Suriye’de tutsak ettiği insan hakları savunucularını, gazetecileri kendisine karşı mücadele eden devrimcileri, Arap ülkelerinden gelen Suriye’nin IŞİD zulmünden kurtuluşu için mücadele eden askerleri idam ederken Guantanamo’nun bir yankısı ve aynadaki Aksit olarak onlara giydirdiği kırmızı üniformalarla oldu.

Şimdi Tayyip Erdoğan diyor ki, “ben size bu üniformalardan giydireceğim. Önce toplumun aklına bu üniformayı giydireceğim, arkasından badem içinin kurusunun koyusu olan bu üniformalardan FETÖ’cülere ve bütün devrimcilere giydireceğim.” Bunu deneyebilirsin, bunu deneyen pek çok hükümet oldu. Türkiye’nin yazılı olmayan bir kanunu var. Türkiye’nin siyasi tutsakları bu elbiseleri giymezler. Giyseler de bir gün çıkartırlar. Ama asla ve asla kendilerini ebediyen küçük düşürecek bir hapishane rejimine razı olmazlar. Olmayacaklardır, oldurtmayacağız.

Sevgili arkadaşlarım, karşımızda gözü dönmüş bir siyasi iktidar var. Bütün risklerine rağmen buna yeltenebilir. Bu cezaevlerinde zaten sıkışmış olan cezaevi infaz rejimini daha da fazla sıkıştırabilir. Arkadaşlarımızı son derece ciddi yaşam riski içeren mücadelelere sürükleyebilir. O yüzden daha başlamadan, bu riskler doğmadan -ki doğmuş bulunuyor- onları bu zulümden bu şiddetten, bu onurlarına yönelik saldırıdan, tecavüzden korumak için şimdiden harekete geçmemiz lazım. Çünkü Türkiye’de hiçbir demokratın cezaevine girmeme garantisi yok. Türkiye’de demokrat olmak aslında şöyle ya da böyle aslanın ağzının içinde olmak demektir. Aslan ağzını kapattığı zaman cezaevinde ya da başka bir tür bir zindanda pekala olabilirsiniz. Bu nedenle, “şimdi mahkum değilim, şimdi beni ilgilendirmiyor” diyemez hiç kimse. Her demokratın gündeminde mutlaka olacaktır. Çünkü demokratın payına düşen bugünkü Türkiye’de bir “terör suçlusu” olmaktır. Selahattin Demirtaş “terörist” değildi, Figen Yüksekdağ “terörist” değildi, hiçbirimiz değiliz. Ama hepimize yöneltilen parmak buna işaret ediyor. Demek ki o “badem içinin kurusunun koyusu” -şimdi onunla herkes yüz yüzedir.

O yüzden, sevgili arkadaşlar, hiç değilse giyim kuşamınızla kendinize ait olmanız, daha henüz hüküm giymeden mahkum olarak toplumun karşısına çıkartılmanızı. sizin adınızın kötüye çıkartılmasını, görüntünüzle dalga geçilmesini önlemek, mutlaka ve mutlaka bu mücadeleye dahil olmanız lazım. FETÖ’cü ya da değil her tutuklunun yargılanmaya, adil yargılanmaya hakkı var. Aksi ispat edilmemiş her suçlama karşısında insanlar sadece masumdur. Masumlara “badem içinin kurusunun koyusu” giydirilemez. Eğer böyle bir şey giydirilecekse, zaten herkesin kafasında “sanık” olan Tayyip Erdoğan’ın o renkte kıyafeti pijama olarak giymesini tavsiye ediyorum. Çok şık olacaktır, yakışacaktır mutlaka.

Ve mahkumları, cezaevlerindekileri tek bekleyen şey bu değildir, tecrittir. Çok uzun zamandır siyasi tutsaklar daraltılmış bir infaz rejimi içerisindeler. Ama bir siyasi tutsak var ki, O’nun sözüyle, O’nun yaklaşımıyla Türkiye’de silahların bırakıldığı, yüzlerce binlerce gencin hayatının kurtarıldığı, Türkiye’nin bütün büyük kentlerinde, kırlarında, taşrasında, merkezinde insanların güvenlik içerisinde yaşamaya başladığı Sayın Abdullah Öcalan’ın tecridinden bahsediyorum. Aslında belki de şöyle söylemek yerinde olur, eğer Sayın Abdullah Öcalan’ın tecridine son verilebilirse “badem içi” giymekten herkes kurtulur ya da badem içini sadece yer, onu üzerine giymez. Bu yüzden kaderimizi başka hiçbir tutsağın, başka hiçbir mahkumun, başka hiçbir devrimcinin kaderinden ayırmayacağımız cezaevleri ile dayanışma, tutsaklarla dayanışma için şimdiden bir kampanyaya şimdiden bir mücadeleye ihtiyacımız var. Ve mutlaka ve mutlaka şunu aklımızda tutalım; Türkiye’de bütün şiddetin, zulmün, faşizmin sona erebilmesi, sömürgeciliğin sona erebilmesi ile ilgili. Eğer Kürtler bir sömürgeci rejim altında boyunduruk altına alınmayacak olurlarsa, Türkiye’nin batısında da faşizme ihtiyaç kalmaz ya da ikisi birbirini tamamlar: Sömürgecilik yapmayacaksanız faşizme ihtiyacınız yoktur.

“Ama Türkiye’nin batısına henüz bu dalgalar vurmadı” diye düşünenler yanılıyorlar. Ben İzmir’de yaşayanlara seslenmek istiyorum: Seferihisar’ın çamlıkları, Gaziemir’in çamlıkları kasten bu devletin güvenlik güçleri tarafından ateşe verilmiş olsa ne hissedecekseniz, Dersim’de günlerdir aylardır oranın halkı bunu hissediyor. Sadece ormanları yakılmakla kalmıyor, aynı zamanda onların kutsal mekanları, doğayla kurdukları organik, karşılıklı, birbirini besleyen ilişkinin ortadan kaldırıldığı, insanların ibadet yerleri olan doğal mekanlar cayır cayır yakılıyor, ortadan kaldırılıyor ve söndürülmesi için harekete geçilmiyor. Ben dilerim ki, Ege’nin, İzmir’in ekolojistleri, çevrecileri Ege’nin toprağı için, Ege’nin suyu, Ege’nin havası için gösterdikleri özeni Dersim’in toprağı, Dersim’in havası, Dersim’in suyu, Dersim’in doğal, organik yaşamı, Dersim’deki ekolojik yaşam, Dersim’deki tarihsel ve kültürel miras için göstersinler. Bu sesi duymak istiyoruz. Bunu bir sitem olarak almayın. Gecikmiş olabilirsiniz, ne kadar gecikmiş olursanız olun, eninde sonunda bir sonraki yangının başlatılmasını önleyebilirsiniz. O yüzden bu sesi duymak istiyoruz. Adalet ve vicdan bunu gerektirir. Doğa herkesin, hepimizin. Kürdistan’ın doğası Ege’nin, Ege’nin doğası Kürdistan’ın. Nasıl zeytinliklere sahip çıkıldıysa, nasıl zeytinlikler madencilere terkedilmediyse, maden terörizmine zeytinlikler bırakılmadıysa, militarizme de Kürtlerin ormanlarının bırakılmaması için herkesin elbirliği yapmasını bekliyoruz.

Ve Hasankeyf’teki kültürel miras, Hasankeyf’teki kültürel mirasın savunulması, hepsi bizim adalet ve vicdan arayışımızın tamamlayıcı bir parçası. Buradan Mehmet Ali Aslan arkadaşımıza, Prometheus gibi kendisini Hasankeyf’e zincirlerle bağlayan vekilimize binlerce selam yolluyoruz. Kalbimizin vicdanımızın sesini orada dile getirdi. Mehmet Ali Aslan’ın tek başına kendisini orada zincirlemesi belki de Hasankeyf’in  on binlerce yıllık mağaralarını, orada kaydedilmiş yaşam izlerini, oraların gerçek sahiplerinin hatıralarını korumaya yetmeyebilir. Ama bir kere işaret fişeği konmuştur. İşte vicdan ve adalet nöbetinin faydaları. Herkesin vicdanı her yer için ayaklanır.

Ben ümit ediyorum ki, bu vicdan ve adalet nöbeti bittiğinde, herkesin evi bir vicdan ve adalet nöbeti karargahı olacaktır. Herkesin mahallesi bir vicdan ve adalet eylem alanı olacaktır. Herkesin kenti, vicdanın ayaklandığı, adalet için insanların, adalet arayanların buluştuğu ortak bir mekan haline gelecektir. İzmir’den arkamızda bu sesi bırakarak ayrılıyoruz. Ama bu daha başlangıç, mücadeleye devam ediyoruz, edeceğiz. Tüm eylül ayı boyunca, sonraki aylar boyunca vicdan ve adaletin gereği her alanda yerine gelinceye kadar, milletvekillerimizi hapisten çıkartıncaya kadar, eşbaşkanlarımızı ya oradan alıp ya da hepimiz oralara girip oraları dağıtıncaya kadar, eninde sonunda faşizmle mücadelemizi kazanıncaya kadar, faşizmle mücadelemiz devam edecek.

Hepinizin yaratıcılığına, hepinizin gücüne, hepinizin aklına, hepinizin fikrine, hepinizin bilgisine, hepinizin türküsüne, hayallerine, ümitlerine, dualarına ihtiyacımız var. Bizi dayanışmadan mahrum bırakmayın. Halkların Demokratik Partisi her dayanışmayı on katıyla ödemeye hazırdır.

Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum sevgili arkadaşlar.