Türkiye dış politikasının çıkmazı: Kürt düşmanlığı

Ertuğrul Kürkçü, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Dışişleri Bakanlığı bütçesi üzerine görüşmelerde “Türkiye, aslında hâlâ bir çıkış imkânına sahiptir fakat bunu yakalayabileceğinden son derece şüpheliyim.”  dedi, ” 2013 şartlarına geri dönülebilinirse, dışarıda özellikle Suriye’de çözümün ortağı olacak şekilde Kürtlerin masaya oturmasının yolunu açabilirse, yani Kürtlerle arasına kurduğu duvarları yıkmayı, bugüne kadar katettiği bu yolu geriye doğru katedip müttefiklerini ve bakış açısını değiştirebilirse o zaman yeniden parlayabilir, yeniden böyle bir imkân doğabilir.” 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Başkan, teşekkürler. Sayın Bakan, hoş geldiniz. Ben, sizin burada sunduğunuz ve bizim yıllardır izlemekte olduğumuz Türkiye’nin dış politikası hakkında düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Ne yazık ki sizin kadar iyimser değilim ve bir başarı öyküsüyle karşı karşıya olduğumuzu düşünmüyorum. Aslında, bunu bir ölçüye vuracak olursak Türkiye dış politikasını sizin Hükûmetiniz döneminde yeniden tanzim ederken komşularla “sıfır sorun” siyasetini benimsemişti. Şimdi her komşuyla sorun var ve sıfır komşu var neredeyse. Bu açıdan, hemen çevremizdeki ülkelerle başarılı bir dış siyaset izlediğinizi söylemek çok güç.

Öte yandan, Türkiye’nin şimdiye kadar müttefikliğiyle övündüğü ülkelerin hepsiyle bir dizi sorun var gündemde ve nihayet kendi içindeki iç çatışmanın da uluslararası alana yansımasının bütün bunları daha vahimleştirdiği bir durumla karşı karşıyayız.

Ben, doğrusu, Türkiye dış siyasetinin tek kutuplu ve tek eksenli olması fikrinin yanlış olduğunu, herhangi bir şekilde Mecliste siyaset yapmazken de hep düşünegeldim. Bu açıdan, bu konudaki arayışların saçma ve yanlış olduğu kanaatinde değilim. Hiçbir ülke, hiçbir hükûmet tek kutuplu, tek merkezli bir siyaset güdemez eğer kendisini merkez olarak görmüyorsa. Belki Amerika Birleşik Devletleri böyle görebilir ama onlar da özellikle 1990’ların başından beri, bir gerileme sürecine girdiklerinden beri dünyada tek ve merkez olmadıklarını düşünüyorlar. Hem Amerika Birleşik Devletlerinin gerileyişi hem Rusya ve Çin’in büyüyen ve artan rolleri hem de Arap ülkelerinde ortaya çıkan isyanlar, Türkiye için yeni dış politika seçenekleri düşünmek bakımından bir vesile oldu. O açıdan bu önemlidir ancak burada sizin siyasetinize destek veren arkadaşların iddia ettiği gibi bu rol bir liderin ansızın aklında şimşekler çakmasıyla olmadı. Bütün bu gerilemeler içerisinde örneğin Irak’ın istilasına ortak olmak için canla başla çalışan bir hükûmetten “Niçin Libya işgal ediliyor?” diye soran bir hükûmete geldiysek bu, değişen güç dengeleriyle ilgiliydi. Hatta, kısmen Amerika Birleşik Devletleri Orta Doğu’da boşalttığı yerin Türkiye tarafından doldurulup doldurulmayacağını gözlemek için göreli olarak Türk dış siyasetine bir araştırma imkânı da verdi. Ancak ortaya çıkan sonuçlar ne Arap ülkelerini ne komşuları ne Amerika Birleşik Devletlerini ne de aslında bana sorarsanız sizi memnun etti -çünkü Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisinde “İdam cezasının geri dönmesi muhtemeldir.” fikrini savunabilmek için ne kadar ter döktüğünüzü ben de sizinle beraber hissettim- o yüzden, hiçbirimizi memnun etmeyen bir dış siyasetin başarılı olduğunu söylemek çok güç.

Belki de sizin sunumunuz bu açıdan bir ipucu veriyor “nerede problem” diye. Ben bir ülkenin -hangi ülke olursa olsun, isterse bu bir askerî diktatörlük olsun- dış siyasetinin başlıca motifinin ilk cümlesinin “terörizmle mücadele” olmayacağını düşünüyorum. Çünkü nihayet bu eninde sonunda bir polisiye tedbirdir ve bu polisiye meseleyi bu kadar dış siyasetin başat ögesi hâline getirdiğiniz zaman, diplomasiyi ve politikayı güvenliğe özgülemişsiniz demektir. Ben ne Türkiye’nin asli meselesinin terörizmle mücadele olduğunu ne de bunun başat bir mesele olarak diplomasiye yön verebileceğini düşünüyorum.

Aslında, belki de Türkiye izlediği dış siyasetin -iç siyasetin bir türevi olarak izlediği dış siyasetin- sonucu olarak kendisini bu kadar büyük bir meseleyle karşı karşıya buldu ya da meseleyi bu kadar büyüttü. Özellikle bu göreli boşluğun Orta Doğu’da doldurulması sırasında siyasi İslam’ın sözcülüğüne soyunulması, Arap ülkelerinin iç kamuoyuna bu vasıtayla seslenebileceğinin ve böylelikle kendi etrafında Orta Doğu’da bir eksen oluşturulabileceği önyargısının yol açtığı sonuçlarla karşı karşıyayız. Unutmamak gerekir ki İslam bütün Müslümanların ortak inancı olmakla birlikte, herkes İslam’ı kendi meşrebince yaşar. İran’ın İslam’ı ile Suudi Arabistan’ın İslam’ı, Türkiye’nin İslam’ı ya da Mısır’ın İslam’ı, bunların hepsi birbirinden farklı şeylerdir ve aslında millî kimlikler ister istemez inanç kimliklerinin ötesine geçer. Önünde sonunda, Osmanlının mirasçısı olan, yıllarca Arap ülkelerinde hegemonya kurmuş bir devletin imparatorluk sömürgeci mirasını arkasına alarak bu ülkelere seslenilebileceğini sanma yanılgısı aslında Arap ülkelerinde de birer birer kendi göreli üstünlüğünü kaybetmesine yol açtı ve buna dayalı olarak Suriye’nin içine müdahale, bir Özgür Suriye Ordusu’nu kurup Suriye’de rejim değişikliği için kolları sıvaması, esasen, dış politikada da ve daha sonra bunun iç politikaya yansıması olacak bütün meselelerde de Türkiye’nin sonu oldu. Çünkü “Özgür Suriye Ordusu” dediğiniz şey, oraya akıttığınız silahlar, oraya akıttığınız maddi manevi destek sonunda eriyip IŞİD’e dönüştü, çünkü “IŞİD” dediğiniz şey “Özgür Suriye Ordusu”nun dağılmasından ortaya çıktı Suriye’de. Şimdi, bütün bu şartlar altında ister istemez bu yanlış dış siyasetin iç siyasete de etkileriyle yüz yüze kaldık.

Aslında, Türkiye’nin önüne başka bir ufuk da açılmıştı. Özellikle 2013’te başlayan çözüm sürecinin uluslararası politikada Türkiye’ye yelkenlerini dolduran nasıl büyük bir rüzgâr sağlamış olduğunu siz benden daha iyi hatırlayacaksınız. Türkiye’nin itibarı, bir kere daha, bu kadar büyük bir meseleye demokratik ve barışçı bir yoldan bulabilme kapasitesi dolayısıyla yükselmişti fakat ne yazık ki dış politikada uğranılan bir dizi başarısızlık ve sonuç olarak iktidar meselesine dış politikanın bu kadar çok yakından eklemlenmiş olması aslında bu çözüm seçeneğinden vazgeçmeyi de beraberinde getirdi. İç politikadaki en önemli avantajını dış politikada ciddi bir dezavantaja dönüştüren bir role düştü Türkiye.

Kilit cümleler var Türkiye tarihinde: “Kobani düştü, düşecek.” teşhisi aslında Türkiye’nin pekâlâ Suriye’deki Kürtlerin de dostluğunu kazanan bir dış siyaset üretmesini mümkün kılabilecekken onlarla kendi arasında büyük bir kama oluşmasına yol açtı ve o günden beridir de düşman algısı bu açıdan sürüp gidiyor ve bu sunuşa da yön veren çok önemli bir öge gibi karşımıza dikiliyor. Oysa şu son derece açık: İçeride Kürt halkıyla bulunabilecek ortak demokratik bir çözüm bir model olarak Türkiye’nin çevresindeki bütün devletlere, en azından 4 devlete sunabileceği bir perspektif, bir ortak yaşama perspektifi olarak Türkiye’yi pekâlâ Orta Doğu’nun yıldızı hâline getirebilirdi. Ama bu rızayı elde etmektense hâkimiyeti elde tutma fikri bence en önemli dezavantaj oldu.

Bakın, ben şunu söyleyebilirim size: Türkiye’nin hem iç politikada hem dış politikada uğradığı en önemli başarısızlık nedeni egemenliği paylaşma fikrine duyduğu yabancılıktır. İçeride yurttaşlarıyla egemenliği paylaşmak, uluslararası alanda egemenliği uluslararası kurumlarla paylaşmak çağımızın güdücü ilkesidir ve Türk dış siyaseti bir zaman için prim verdiği bu yaklaşımdan uzaklaştığından beri şimdi içeride egemenliğin kayıtsız şartsız bir merkez tekelinde bulunması gerektiği fikrine sahip kesimlerle ittifakını durmaksızın çoğaltıyor ve gitgide dış politika, millî savunma politikası, içeride Kürt meselesi ve demokratik haklarla ilgili meselelerde onların rengi politikanın artan ölçüde rengi oluyor. Yani tekçilik, ultra milliyetçilik, şovenizm ve demokrasinin inkârı içeride ne kadar hâkim olursa uluslararası ilişkilerde de Türkiye’nin manevra olanağı ve iş yapma kabiliyeti o kadar azılıyor.

Ben bu nedenle -başka bir vekilimiz de söyledi- sizin işinizin kolay olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu dış siyasete rengini veren bir tek siz değilsiniz. Tam siz bir yerlerde bir mesele çözmeye çalışırken bir bakıyoruz demeç patlıyor Beştepe’den: “Daha bizim olan topraklar var fakat şu an bizim değil, onları Lozan’da terk ettik, aslında oralar bizim.” dediğiniz zaman Türkiye’nin dört bir tarafında taşlar yerinden oynuyor. Ya da bir yandan Amerika Birleşik Devletleri Başkanının bir Reza Zarrab meselesinde muavenetini aramak için çaba gösterirken öbür taraftan “Türkiye’deki darbeyi onlar kışkırttı.” dediğinizde Amerikan diplomasisiyle aranıza kocaman bir kama girmiş oluyor. Ne yaptığı ve ne söylediği tam olarak anlaşılamayan bir dış siyaset karşılığı olarak bugün  bütün diplomasi çevrelerinde Türkiye’nin durumu öngörülemezdir, “unpredictability” Türkiye’yle ilgili olarak verilen nottur. Türkiye’nin diplomasisi daha çok ormanda bulduğu her sarmaşığa atlayarak kendisine yol bulmaya çalışan bir rol gibi değerlendirilmektedir. Bunu da dış politikada on beş yıl içindeki muazzam yalpalamalardan görmek kabildir.

Sonuçta arkadaşlarımız diyorlar: “Ne kadar haysiyetli, ne kadar dik dış politika izliyoruz.” Evet, Rusya’nın uçağını düşürüyorsunuz “haysiyetli dış politika” derken ama o pilotun tazminatı olarak sonuçta Rusya’ya ilişkin bütün daha önceki diplomasinizi yerle bir edip bunu yeniden kurmak zorunda kalıyorsunuz bu ittifaksızlık ortamında. Bunun aslında önünü görememek, ideolojiyle politikayı, diplomasiyle edebiyatı, retoriği birbirine karıştıran bir liderlikle ilgisi olduğunun altını çizerek söylemem gerekir.

Sonuç olarak diyeceğim şey şudur: Türkiye, aslında hâlâ bir çıkış imkânına sahiptir fakat bunu yakalayabileceğinden son derece şüpheliyim. İçeride 2013 şartlarına geri dönülebilinirse, dışarıda özellikle Suriye’de çözümün ortağı olacak şekilde Kürtlerin masaya oturmasının yolunu açabilirse, yani Kürtlerle arasına kurduğu duvarları yıkmayı, bugüne kadar katettiği bu yolu geriye doğru katedip müttefiklerini ve bakış açısını değiştirebilirse o zaman yeniden parlayabilir, yeniden böyle bir imkân doğabilir.

Değilse, Türkiye esasen bu bütçenin tamamına baktığımızda gördüğümüz gibi, savaş hazırlığı içerisinde olan, güvenlik ve savunma kurumlarına ayırdığı bütçenin neredeyse üçte 1’ine yakınını kapsayan bir bütçe yaklaşımı aslında bir okun yaydan çıktığına dair bir işaret sayılabilir. Ama ne kadar çok büyük U dönüşleri oldu iç ve dış politikada. Aslında, iyiliğe, ortaklığa, eşitliğe, adalete ve komşularla ve özellikle kendi halklarımızla barışık bir iç ve dış siyasete muazzam bir U dönüşü yapabilirseniz o zaman tabii ki, Halkların Demokratik Partisinin desteğini yanınızda bulacaksınız.

Son bir cümle de şunu eklemek isterim: Türkiye’nin uluslararası kurumlardaki rolü ve varlığı anayasal güvence altındadır. Anayasa’nın 90. maddesi bize bütün uluslararası anlaşmaların iç hukuk değerinde olduğunu söylemektedir. O nedenle, biz Mecliste neysek uluslararası bütün meclislerde de oyuz. Burada nasıl konuşuyorsak orada da öyle konuşuyoruz. Bunu tartışma konusu yapan bir iç politika yaklaşımının, yani “Sınırı geçtiğimizden sonra hepimiz aynı partinin üyesiyiz.” yaklaşımının biz kabul edilemez olduğunu düşünüyoruz. Çünkü biz aynı zamanda bir dünya ailesinin, Avrupa ailesinin üyesiyiz. Nasıl burada sosyalistler, demokratlar, özgürlükçüler, feministler, kadınlar, işçiler bir tarafta isek orada da o taraftayız. Aslında belki de en çok sorulması gereken şey şudur: Irkçılıktan ve dışlamaktan, dışlanmaktan en çok zarar gören bir topluluk olarak Avrupa’da yaşayan Türkiyelilerin karşısında onları en çok ezen ve dışlayan partilerle bu kurumlarda ittifak etmenin ne demek olduğunu belki esasen AKP dış politikasının açıklaması gerekir.

Hepinize teşekkür ederim dinlediğiniz için, Sayın Bakan size de.