Türkiye’deki bütün ana diller Türkçe kadar yaşatılmayı hak ediyor!

Kürkçü, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda RTÜK, Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü,  Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumuyla TDK ve TTK bütçeleri üzerine konuştu. Kürkçü “‘en eşit’ toplum kesimi karşısında herkes aynı haklardan aynı kamu kaynaklarıyla yararlanmadıkça bu öteki kimlik ve kültürlerin eritilmesi sonucuna varır, aslında kasıt da budur” dedi.

BAŞKAN – Değerli arkadaşlar, 15’inci Birleşimin İkinci Oturumunu açıyorum.

Görüşmelerimize kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Sayın Kürkçü, buyurun lütfen.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Başkan, değerli bakanlar, kamu görevlileri -ben bürokrat demiyorum, bürokrat bizim lügatımızda çok kıymetli bir söz değil.

Bu bütçe teklifleri içerisinde, bütçe tasarıları içerisinde ben Radyo Televizyon Üst Kurulu, Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü ve Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumuyla Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu bütçeleri üzerine konuşmak istiyorum.

İster istemez, bu bütçe tartışması olduğu için, bu bütçe kalemleri hakkında da konuşmak gerekebilir. Ama, ben esasen, bu kurumların yapıları ve faaliyetleriyle, onlara tahsis edilen bütçe arasında demokratik bir bağ olmadığı kanaatindeyim, onu söylemek istiyorum. Bu bütçe tahsisleri dolayısıyla ortaya çıkan fayda, toplumsal bir fayda olarak bana, bize gözükmüyor.

Özellikle sabahki -Garo Paylan arkadaşımızın yaptığı- tartışmayı anımsatarak, Radyo Televizyon Üst Kurulunun bütçesinin ayrıca da sunulmasına rağmen, bir Bakanlık kapsamı içerisinde ele alınmasının doğru olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü işlevleri bakımından Radyo Televizyon Üst Kurulunun herhangi bir Bakanlığın yetki ya da görev alanında iş yapan bir kurum, kurul olmadığını hatırlamamız gerekir. [RTÜK] Görevlerini yerine getirmesi, faaliyet alanındaki işlerini yürütmesi bakımından bir bakanlığın güdücülüğüne, yön göstericiliğine ihtiyacı olmayan çeşitli meslek gruplarından özellikle radyo televizyon yayıncıları arasından ve bu konuda uzman olan kişiler arasından elbette partilerin teklifiyle Meclis tarafından seçilen bir düzenleyici kurul. Bu nedenle, aslında bütün işlevleri bakımından tamamen bağımsız olması gerekir. Kısmen masraflarının kamu bütçesinden karşılanıyor olması, onun bir bakanlık alt organıymış gibi işlem görmesini gerektirmez. Fakat, fiiliyat böyledir ve RTÜK esasen özellikle olağanüstü hâl döneminde ortaya çıkmış olduğu gibi, Türkiye’de radyo ve televizyonların özgür yayın yapmaları için değil, radyo ve televizyon kuruluşlarının devreden çıkartılmaları, yayın faaliyetlerine son verilmesi, kendilerine uydu çıkışları ve frekans tahsislerinin sona erdirilmesi için aslında Başbakanlığın, genel olarak Hükûmetin yaptırımları istikametinde çalışmıştır. Bu açıdan, özgürlük, ifade özgürlüğü, radyo televizyon yayınlarının özgürce gerçekleşmesi bakımından, maalesef, tersine çalışan bir kuruluş olarak iş görmüştür. Bu açıdan, RTÜK’ün hakikaten kendi etkinlik alanındaki örneğin İMC TV, HAYAT TV, TV 10, ÖZGÜR GÜN TV, JİN TV, AZADİ TV, VAN TV gibi yayınların kapatılması yönünde kanun hükmünde kararnamelere otomatik olarak uymak zorunda kendisini hissetmesi, bu konuda hiçbir özgürlük tartışması yapmaması onun bir bağımsızlık iddiası olmadığını da bize düşündürüyor.

Tabii, bu arada, partimizin RTÜK’teki üye sayısının “sıfıra” yani rakamla 0’a düşürülmüş olmasının inanılmaz bir garabet örneği olduğunu da dikkatlerinize bir kere daha sunmak isterim. Mecliste şu an -5 üyemizin vekilliği düşürülmüş olmasına rağmen- 54 vekille temsil edilen partimizin hiçbir üyesi yoktur RTÜK’te, ama örneğin Milliyetçi Hareket Partisinin 2 üyesi vardır Meclisin bizden sonra gelen partisi olmasına karşılık. Biz tabii ki Milliyetçi Hareket Partisinin RTÜK’te üyesi olmasını isteriz ama bu garabet[in], bu olamazlığın hak ve adalet gereği olmuş olduğunun bize anlatılmaya çalışılmasını da çok tuhaf buluyoruz. Ne RTÜK Yasası, ne alelade adalet duygusu bunun olmasını hoş görmemizi gerektirmez. Bunun Meclis eliyle yapılmış olması da, RTÜK’ün -kendi kendine- başına gelen bir şey olması da durumun tuhaflığını değiştirmez. Biz bu adaletsizliği kuvvetle protesto etmeye devam edeceğiz. Oysa bunun çözülmesinin bir yolu vardı. Yasaya dair kimi engeller varsa bu bakımdan Meclis bir geçici düzenlemeyle bunun önünü açabilir ve Halkların Demokratik Partisinin hakkı olan 2 üyelik onda olmaya devam ederdi ama Halkların Demokratik Partisini Meclisten dışlamaya çalışan bir siyasetin, onu RTÜK’te hakkı olan sandalye sayısına ulaştırmasını beklemek de tabii biraz kuru su istemek gibi bir oksimoron olabilir.

RTÜK’le birlikte, basın özgürlüğü açısından da meseleye baktığımızda aslında Türkiye’nin daha önce de -ama özellikle 15 Temmuz 2016’dan bu yana- son derece büyük bir ifade kısıtlaması içerisinde yaşadığı, esasen basının tek yanlı ve tek yönlü olarak düzenlenmiş, muhalif seslerin susturulmuş, basının ağır bir baskı altında olduğu bir ülke hâline geldiğimizi söyleyebiliriz. Bakanlık sunuşları hiç değilse bu bakımdan bütün bu olan bitene bir mazeret de arayabilirdi. Hâlen 6 haber ajansı, 48 gazete, 20 dergi, 31 radyo, 28 televizyon kanalı ve 29 yayınevinin ve şirketinin kapatılmış olduklarının -ve bunların hiçbir yargı kararıyla kapatılmamış olduklarının- bir tartışmasını bu zeminde yapmalıydık. Bunlar esasen Hükümetle aynı çizgide yayın yapmayan ve düşünmeyen kuruluşlardır. Muhaliftirler ve muhalefetlerini ifade ettikleri sırada yasayı ihlal ettiklerine dair herhangi bir mahkeme kararı, bir soruşturma evrakı bile yoktur. İltisaklı diye, -yani Türkçesi bunun herhâlde “yapıştırılmış”, “iliştirilmiş” oluyor- bir şeye yapışmış olduğuna dair idarede oluşmuş bulunan ya da bizde oluşmasını istediği kanaat dolayısıyla onlarca gazeteci ve basın çalışanı işsiz bırakıldılar ve bu kapatılan kuruluşların da 147’si TMSF’ye devredildi ve bunların müsadere edilen varlıkları da, bir yargı tartışması beklenmeden 21’inin varlıkları da satışa çıkartıldı.

Şimdi, böyle bir zeminde esasen konuşmamız gereken şey buradan nasıl geri döneceğimizdir. Hükûmet yetkilileri sık sık şunu bize söylüyorlar: “Bu kuruluşlar gazetecilik faaliyetlerinden ötürü ya da yaptıkları yayınlardan ötürü değil şu, şu, şu suçları işlemiş olduklarından…” diye. Ancak hepimiz biliyoruz hükûmetler hiçbir gazeteyi gazetecilik yaptığı için değil, şu ya da bu şekilde suç isnat ettikleri için kapatmışlar ya da gazetecileri bundan ötürü hapse atmışlardır. Bütün bu gerekçeler tabii kendisini -Hükûmetin- ikna ediyor mudur bilmiyorum ama uluslararası gazetecilik kuruluşlarını ikna etmiyor. [Hükümet] bize bütün bu tartışmayı Türkiye ile Batılı devletler yani Avrupa Birliği ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri ile doğmuş bulunan ihtilaflar dolayısıyla o ülkeler ve “emperyalist kuruluşlar” tarafından söylenen “yalanlar” olarak pekâlâ -kendi taraftarları gözünde- temize çekmek isteyebilir. Ancak gazetecilik mesleğini herhangi bir ulus çıkarı ya da devlet çıkarı dolayısıyla değil bir mesleki ihtiyaç ve onur duygusuyla yapan bütün gazetecilik kuruluşlarının apaçık düşüncesi Türkiye’nin ifade özgürlüğü bakımından son iki yıl içerisinde muazzam bir düşüş gösterdiği ve Türkiye’nin esasen bir gazeteci hapishanesi hâline -bu bakımdan- geldiğidir. Türkiye’den daha kötü durumda birkaç ülke daha vardır ama Türkiye’nin iddiaları bakımından ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler bakımından bu durumda olması garabettir, onların değildir. Onlar kendilerini bu ilkelerle bağlı saymıyorlar, ”Biz ait değiliz bu konvansiyonlara.” diyorlar ama Türkiye haklar ve özgürlükler bildirgelerinin tarafı olarak, özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin tarafı olarak bütün bunları yaptığı zaman tabii ki Türkiye bir gazeteci hapishanesi olarak görülecektir.

Çok açık, net daha hemen önümüzde -dün görülen davada- Ahmet Şık ve Cumhuriyet gazetesi yazar ve yöneticileri ortada elle tutulur hiçbir delil olmadığı hâlde bir sonraki duruşmaya kadar hâlâ hapsedilme kararıyla cezaevinde tutuluyorlar. İsnat edilen suçların, iddiaların hepsi çürütüldüğü hâlde oradalar çünkü kabahatleri aslında gerçek olan, haber olan ve başka mecralarda yer almış olan bir başka haberi —yani Suriye’deki “isyancı güçlere” Türkiye’den silah gönderildiğine dair belge ve bilgileri- yayınlamış olmalarıydı. Dünyanın her yerinde bütün bunlar bir gazetecilik işidir, Türkiye’de ise bunun adı “casusluktur”. Tabii, terimler böylece yer değiştirdiğinde Türkiye’nin hâlâ “özgür bir ülke” olduğu söylenmeye devam edebilir. Ancak Basın Yayın Genel Müdürlüğünün de özellikle gazetecilerin -hapiste olmayanlarının- çalışmalarının önünü kesmek bakımından sarı basın kartlarının iptali, gazetecilerin çok uzun yıllar sürdürdükleri mesleki birikimlerinin ifadesi olan gazetecilik belgelerinin ortadan kaldırılması yoluyla onları “sivil ölüm”e mahkûm ettiğinin altını çizmek gerekir. İşin doğrusu bir gazetecinin gazeteci olduğunun anlaşılması için o meslek erbabının devlet tarafından tasdik edilmesi değil, meslek kuruluşları tarafından teyit edilmesi gerekirdi. Sadece bir gazetede çalışıyor olmak ve o gazeteden aldığı kimlik kartına sahip olmak herkes için gazeteciliğin belgesi olmalıydı. Türkiye’de aslında gazetecilerin yüzde 70’i zaten böyle çalışmaktadır fakat -akreditasyon listelerine girebilmeleri bakımından, özellikle bakanlıklar ve diğer resmî kuruluşlarla ilişki bakımından gazetecilerin sarı basın kartı sahibi olmaları şart koşulduğu için- elverişli koşullarda çalışmalarının önü bu sarı basın kartlarının esirgenmesi ya da iptal edilmesi dolayısıyla ortadan kaldırılmaktadır. Gazetecilik mesleğine böylece hem devlet tarafından onaylanmış bir lonca üyesi muamelesi yapılmakta hem de öbür taraftan loncaya girişlerinin önü kapatılarak çalışmaları da engellenmektedir. Yani, sonuçta bir Orta Çağ zihniyetinin modern koşullarda bir zulüm makinesi olarak çalıştırıldığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bütün bunları sona erdirecek bir atılımı Meclisimiz yapabilecek midir? Benim gördüğüm kadarıyla bu yönde bir eğilim yok ancak bu eleştiriler belki bir fayda sağlar, umarım.

Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu açısından da denecek şey şudur: Bu kurumlardan ikisi, biliyorsunuz, cumhuriyetin ilk yıllarında kuruldu; sonuncusu da 12 Eylülden sonra kuruldu. 12 Eylülden sonra kurulan, esasen, “Atatürk ilke ve inkılaplarını” da başa koyarak Türk Dil ve Türk Tarih Kurumları üzerine bir vesayet getiriyor ama hepsinin esasen söyledikleri şey: Türkiye’de sadece ve sadece Türk dilinin ve Türk kültürünün geliştirilmesi yönünde kamu bütçesinden yapılan katkılarla çalışmak ve böylelikle Türk kimliğinin zenginleşmesi, yükselmesi için gayret göstermek.

Şimdi, buna denecek bir şey şu manada olmaz: Elbette Türkiye’de yaşayanların büyük çoğunluğunun ana dili Türkçedir, büyük çoğunluğu Türk etnisitesine bağlı olabilirler ve elbette dil ve kültürlerini geliştirmek bakımından bütün öteki yurttaşlar kadar hak sahibidirler fakat burada “en eşit” olan bir toplum kesimi karşısında diğer kesimlerin aynı haklardan aynı kamu bütçesi, aynı kamu kaynaklarıyla yararlanmadıkları koşullarda bu, öteki kimlik ve kültürlerin eritilmesi sonucuna varır aslında hiç böyle bir kasıt olmasa da, fakat esasen cumhuriyetin başlangıcında kastın bu olduğunu da hepimiz biliyoruz.

Daha sonra yapılan değişikliklerle Türk’ün yanına “Türkiye” ibaresi de eklendi ama bu kurumlar örneğin Kürtçe, Lazca, Çerkezce, Pomakça, Arapça, Süryanice, Ermenice, Rumca ve benzeri dil ve kültürlere mensup olan yurttaşlarımızın dil ve kültürlerinin geliştirilmesi konusunda hiçbir kaynak harcamadılar, hiçbir çaba harcamadılar. Esasen 28 dil topluluğunun Türkiye’de hâlen canlı biçimde yaşadığını biliyoruz. Bunların içerisinde sadece bir tanesine [öncelik tanımak], öteki yurttaşlarımız da bu dili okullarda öğreniyorlar diye, [diğerlerine] yok muamelesi yapmak gerçekte onları oldukları yerden uzaklaştırmıyor, bir türlü de eritilemiyorlar.

Doğrusu ben, Kürt meselesi açık biçimde tartışılıp ana dili Kürtçe olan, hiçbir zaman -okula gidinceye kadar- Türkçe öğrenmemiş çocukların 1’inci sınıftan başlayarak Türkçeyi öğreninceye kadar neler çektiklerini biliyordum fakat bu mesele tartışıldıkça, bu tartışma genişledikçe öğrendim ve hepimiz öğreniyoruz ki, birçok sözlü kültür çalışması, oral kültür çalışması yapıldıkça görüyoruz ki aslında hemen hemen Türkiye’de ana dili Türkçe olmayan bütün çocuklar meğer aynı sıkıntıyı çekerlermiş. Ana dili Lazca olanların, ana dili Arapça olanların, ana dili Boşnakça olanların, ana dili Çerkezce olanların hepsinin ilköğrenim yıllarının ilk üç yılının büyük bir ızdırapla geçtiği bilinen bir gerçek -ya da halkın bildiği ama resmen bilinmeyen bir gerçek. O nedenle, belki de Türkiye’deki eğitim kalitesinin bir türlü yükselemeyişinde ana dilinde eğitim kapısının açılmamasının, ana dillerin ve kültürlerin birer özgür öğrenim ve eğitim alanı hâline gelemeyişinin de çok büyük bir rolü var çünkü dil, düşüncenin kendisidir neredeyse. Eğer diliniz yoksa düşünemezsiniz, sizden başka bir dilde düşünmeniz istendiğinde hiçbir şey düşünemezsiniz ve o zaman, evet, bunu kendi gayretlerinizle öğreninceye kadar öğreniminizin ilk üç yılı heba olur. Bu da Türkiye’de belli bir etnisiteye, belli bir kökene çok daha büyük imtiyazlar sağlanması demektir. Ne yazık ki bu kurumlar esasen bu gerçekliği ortaya çıkartabilecekleri hâlde bu konuya hiçbir kaynak ayırmazlar. Ben aslında demokratik bir Hükûmetin -isterse Atatürk’e izafe etsin bu kuruluşu- Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunda mutlaka Türkiye’yi oluşturan bütün etnisitelerin dillerinin, kültürlerinin, yazılı kültür ve geleneklerinin ortaya çıkartılması, geliştirilmesi ve bütün bunların okullarda öğretilebilmesi için imkân ve fırsat yaratan kurumlar olmalarını dilerdim ama ne yazık ki bu dönemde hiç öyle bir mevsimde olmadığımızı görüyorum.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Sayın Kürkcü, son sözlerinizi alayım lütfen.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Toparlarım.

Fakat ne kadar resmen inkâr edilirse edilsin Türkiye’de çok fazla dil ve kültür topluluğu var, bunların hepsinin gelişmek hakkı. Bir tek üyesi kalmış olsa bile kamunun ona kaynak tahsis etmesi demokrasinin ve hukuk devletinin bir gereği.

Son Ubıh da öldükten sonra Ubıhça belki kullanılan bir dil olmaktan çıktı ama öteki dillerin hepsi Türkiye’de yaşıyor, yaşamayı ve yaşatılmayı Türkçe kadar hak ediyorlar. Hatta, diyebilirim ki, Türkçenin yaşaması ve yaşatılması çok büyük ölçüde onların da yaşamasına ve yaşatılmasına bağlıdır.

Çok teşekkür ederim.

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Kürkcü.