Silivri, Yargının, ceza ve infaz rejiminin dolaysız bir parçası haline geldiğinin kanıtıdır

TBMM İnsan Hakları Komisyonunun hazırladığı Silivri Cezaevi ile ilgili rapora Ertuğrul Kürkçü tarafından verilen muhalefet şerhini yayınlıyoruz.

TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu
Başkanlığı’na

 

Silivri L Tipi Ceza İnfaz Kurumu İnceleme Raporu hakkındaki muhalefet şerhim aşağıdaki gibidir.

Bilgilerinize sunarım.

 

Ertuğrul Kürkçü
Mersin Milletvekili

 

Raporun IV. İNCELEMELER ve V. SONUÇ başlıklı bölümleri hep birlikte gözlediğimiz       Silivri yerleşkesindeki kimi temel sorunları ve tutukluların yakınmalarına yönelik olarak     verilen yanıtların eksiklik ve tutarsızlıklarını tam olarak ortaya koymaktan uzaktır.

  1. 1.      IV. İNCELEMELER başlıklı bölümün “3. Silivri Cumhuriyet Başsavcısı ve Ceza İnfaz Kurumları İdarecileri ile Gerçekleştirilen Değerlendirme Toplantısı” başlıklı altbölümünde “İnceleme sonrası tutuklu ve hükümlüler tarafından Komisyona iletilen şikâyetler ve kurumlarda tespit edilen sorunlar ele alınmıştır” denmekte ancak görüşmenin seyri sırasında Silivri Cumhuriyet Başsavcısı Ali İŞGÖREN’in milletvekillerinin yönelttikleri soru ve  taleplere karşı kayıtsız ve buyurgan tavrı rapora yansıtılmamıştır. Görüşme sırasında kurulumuz üyesi Sivas Milletvekili Malik Ejder ÖZDEMİR’in ileri sürdüğü talep ve şikayetlere yönelik olarak “dilekçe versinler bakarız” şeklindeki umursamaz karşılık, sadece ÖZDEMİR’e değil hepimize yönelikti. Sayın ÖZDEMİR’in ağır tepkisine yol açan bu durum rapora kaydedilmeliydi. Bunun dışında bu bölümde ele alınan konulardan;
  • Sohbet Hakkının Kullandırılmadığına İlişkin Şikâyetler bahsi, bütün cezaevlerinde dile getirilen bir ortak kısıtla ilgilidir. Sadece Silivri’de değil bütün cezaevlerinde mahpusların yakındıkları bu hususun Genelgeye uygun olduğunun ifade edilmesi, Genelgenin ortaya çıkardığı sonuçların bütün mahpuslar açısından bir sorun olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Komisyonumuz bu rejimin serbestleştirilmesinin önünde ne gibi bir engel olduğunu sorgulamalıydı.
  • Su Sorununa İlişkin Şikayetler konusuna dair başka pek çok cezaevinde de dinlediğimiz sudan yararlanma saatlerinin sınırlanmasının anlaşılması mümkün değildir. Bunun gerekçesi olarak “suyun kötü niyetli kullanımı” nın ileri sürülmesi de kabul edilemez. Su halen Türkiye’de en ucuza sağlanabilen temel kaynaktır. Suyun kısıtlı verilmesinin “tasarruf” maksatlı olduğu dahi bu kısıtlama açısından ikna edici değildir. Taşıma suyla ihtiyaç giderilmesi sırasında, akarsuya oranla daha fazla suyun ziyan olması olasılığı yanında, mahpuslara gerekli donanım sağlanmadığından suyun taşınması, aktarılması, kullanılması sırasında mahpusların eziyete maruz kaldığı da açıktır.
  • Yemeklere İlişkin Olarak aşırı yağlılık şikâyetleriyle ilgili, “yemeklerin genel anlamda beğenildiği” ifadesinin tatminkar olmadığı açıktır. Bu konuda Silivri yerleşkesinden tahliye olan gazeteci Ahmet Şık’ın söyledikleri gerçeğe bu ifadeden daha uygundur:

“Orada 11 bin kişiye yemek çıkıyor ve herkesi memnun etme şansı olmadığını biliyorum. Bunu asla bir şımarıklık içinde söylemiyorum. Yemek seçen biri değilim. Ama en sağlıklı insanı bile iki yıl Silivri’de besle, çok ciddi hastalık sahibi olur. Yemekler o kadar yağlıydı ki, kevgirden geçiriyorduk. Neden olduğunu bilmiyorum ama plastik kevgir yasak. 5 litrelik pet su şişesinin altını kestik, sönmüş kibritle delikler açtık ve kevgir haline getirdik. Suyunu süzüp yiyorduk.”[1]

  1. 2.      V. SONUÇ başlıklı bölümde Silivri yerleşkesinde tutulan siyasi mahpusların adil yargılamadan yoksunluk ve cezaevi rejiminin tecrit esasına dayandırılmasına dair temel yakınmaları hakkında herhangi bir çıkarsamada bulunulmamaktadır.

“Adil yargılanma” konusu sadece mahpusların ileri sürdükleri bir yakınma da değildir. Başbakan Tayyip Erdoğan birçoğu Silivri yerleşkesinde tutulan eski askerlerin tutukluluğuyla ilgili olarak zamanında şu açıklamada bulunmuştu:

“Şu anda içeride olan insanların hepsi haklı olarak içeridedir diyemeyiz. Kim bilir burada düşünce noktasından, hatta adi suçlardan bile bir çok insan içeriye atılabiliyor. Yanlış hükme mahkum olanlar da var. Beni niçin içeri attıklarını bilemiyorum. Çünkü devletin bütün kitaplarında, Milli Eğitim Bakanlığı’nın kitaplarında olan bir şiiri okuyan insan içeriye giriyor. Bunun hiçbir şeyle izahı yok. Geliyorlar ambalajlıyorlar; o ambalajla içeri koyuyorlar.

“Ben kolay kolay bir silahlı kuvvetler mensubunun bu ülkeden kaçacağına ihtimal vermiyorum. Hatta hatta NATO’da yurt dışında görev yapan personellerimizden bu süreç içerisinde olanlar, çağrılmışlardır ve onlar ailelerini bırakmak suretiyle gelmişler, tutuklanmışlardır. Bu bir inceliktir. Bir hassasiyet vardır. Öyleyse tutuksuz yargılarsınız. Ama bu şekildeki bir yaklaşım hakikaten birçok sıkıntıya neden olmuştur. Üzülerek söylemek durumundayım.” [2]

Yargı, içinde yaşadığımız dönemde ceza ve infaz rejiminin dolaysız bir parçası haline gelmiştir. Şanlıurfa E Tipi Kapalı Cezaevi Raporu’na şerhimizde de ifade ettiğimiz gibi Türkiye’de 2001’de 81 olan cezaevi nüfus haddi, 2012’de 167’ye yükselmiştir. Yaklaşık aynı dönemler için bu hadlerin Yunanistan’da 76 (2001)/111 (2011), İspanya’da 114 (2001)/150 (2012), Rusya Federasyonu’nda 636 (2001)/502 (2012), ABD’de 730 (2010)/685 (2001) olduğu anlaşılıyor. Kendi içlerindeki göreli büyüklük farklarına karşın, karşılaştırılan hiçbir ülkede aynı on yıllık dönem içinde Türkiye’deki gibi bir ani sıçrama olmadığı, ceza infaz rejimleriyle kötü ünlü ABD ve Rusya Federasyonu’nda ise gözle görülür bir düşüş olduğu da görülecektir. [3]

Komisyonumuz, “konu yargıyı ilgilendirdiği” gerekçesiyle “adil yargılama” ilkesinin ihlali yakınmalarını görmezden gelemez. Bir Orgeneral ya da bir vasıfsız işçi olması arasında fark gözetmeden “adil yargılama” hakkı ihlal edilerek hapse atılanların, cezaevi nüfusundaki anormal artışın gerisindeki en önemli siyasi etmen olduğuna dikkati çekmek komisyonumuzun görevidir. Bu uygulamanın adı hukuk literatüründe Düşman Ceza Hukuku’dur ve Özel Yetkili Mahkemeler düzeni bunun için vardır. [4]

Tecrit rejimi ise F-Tipi Cezaevlerinin kurulması girişimlerinden başlayarak Türkiye’nin insan hakları tartışmasının merkezinde yer almaya devam etmektedir. Bu cezaevlerindeki büyük çaplı direniş ve ölümlerin geride kalmış olması bu rejimin benimsendiği ve bununla ilgili tartışmaların son bulduğu anlamına gelmiyor. Türk Tabipleri Birliği’nin 2000’de hazırladığı F-Tipi Cezaevleri Raporu’nun şu yargısı bugün de konuyu aydınlatan temel yaklaşımdır.

“Kanımızca; hazırlanan projede  insan unsuru gözardı edilerek, konu sadece güvenlik sorunu olarak algılanmakta ve cezaevi binasından başlayarak tam bir izolasyon hedeflenmektedir. Oysa bizlere tıp biliminin öğrettiği bir konu da insanın toplumsal bir varlık olduğudur.  İzolasyonunun insanı kimliksizleştirmek, ağır psişik ve fizik bozukluklar yaratmak gibi sonuçlarının olduğu bilimsel verilerle ortaya konulmuştur. Fiziksel, sosyal ve psikolojik insani gereksinimleri yok sayan izolasyon yaklaşımı ile  hükümlü güven hissi, dayanışma, paylaşım gibi haklardan yoksun bırakılmaktadır.”[5]



[1] http://siyaset.milliyet.com.tr/silivri-yi-bir-de-ahmet-sik-tan-dinleyelim/siyaset/siyasetyazardetay/14.05.2012/1540006/default.htm

[2] http://www.aktifhaber.com/basbakan-erdogandan-basbug-aciklamasi-643138h.htm

[3] http://www.prisonstudies.org/info/worldbrief/wpb_stats.php?area=all&category=wb_poprate

[4] http://auhf.ankara.edu.tr/dergiler/auhfd-arsiv/AUHF-2008-57-04/AUHF-2008-57-04-temel.pdf

[5] http://www.ttb.org.tr/eweb/rapor/f_tipi.html