“Hodri meydan: HDP kendi suretinde bir Cumhurbaşkanı adayıyla geliyor”

HDP TBMM Grubunun 6 Mayıs Salı günkü toplantısında konuşan Eşbaşkan Ertuğrul Kürkçü, “Bize iki diktatoryal yönelimden birini seç’ diyenlere ‘Hayır’ diyeceğiz.” dedi. “Biz hiç bir diktatörlükten yana değiliz. Biz halkların egemenliğinden, demokratik özerklikten ve demokratik cumhuriyetten yanayız. Türkiye’ye nasıl bir Cumhurbaşkanı adayınız varsa onun gibi bir geleceğiniz olacak diyeceğiz”. Konuşmanın tamamını yayınlıyoruz.

0000558474

HDP TBMM Grubuna kitap sattığı gerekçesiyle ikizleriyle birlikte hapse atılmak üzere olan Mülkiye Demir Kılınç ve eşi de katıldı

Günaydın. Rojbaş. Hepiniz hoş geldiniz, şeref verdiniz. Bu grup toplantımızda bir arada olduğumuz için çok mutluyuz. Çünkü hem yorucu bir gecenin arkasından vekillerimiz buradalar, hem de bugün dışarıda yapacak pek çok şey olmasına rağmen halkımız, halklarımız burada. Ve grup toplantımıza başlıyoruz.

Her şeyden önce ben de Grup Başkanvekilimiz Pervin Buldan’ın bıraktığı yerden devam edeyim, aramızdaki, aramıza katılan Van’da barınma hakkı mücadelesi sürdüren konteyner kentte yaşayanların grubumuza ziyaretini çok büyük bir memnunlukla karşılıyoruz. Burayı kendilerini ifade etmenin bir imkanı olarak görüyorlar.

Mülkiye Demir Kılınç, eşi ve çocukları da aramızdalar. Onlarla da dayanışmamız hep devam edecek.

Önce tabii, bir dizi kötü haber var, onlarla ilgili üzüntü ve dayanışmamızı ifade edelim.

Afganistan’ın kuzey doğusundaki Badahşan eyaletinde ortaya çıkan, gerçekleşen deprem ile en az 2,500 kişinin toprak ve kayalar altında, heyelanda kaldıklarını haber aldık ve bu haberler kötüleşerek devam ediyor. Kayıp sayısı artıyor. Yaklaşık 350 kişinin çamur altında hayatını kaybettiğini biliyoruz. Buradan Hargu Köyü başta olmak üzere tüm Afgan halklarına başsağlığı diliyoruz.

Bir kötü haber de Gökçeada’da var. Önceki gün başlayan aşırı yağışlar sonucunda ev ve işyerleri su altında kalan Gökçeadalıların can kayıpları yoksa da büyük bir zarar olduğu belli, biliniyor. Gökçeada’nın bir afet bölgesi ilan edilerek kayıplarının tazmin edilmesi gerektiğini buradan hükümete hatırlatmak istiyoruz.

Ama bir iyi haberimiz var tabii. Dün geceyi bu sabaha bağlayan sırada Hıdrellez’i idrak ettik. Ortadoğu, Mezopotamya, Kürdistan, Türkiye halklarının Hıdrellez’ini kutluyoruz. Bu Hıdrellez gününde, herkesin, hey şeyin hepimiz için iyi olmasını istiyoruz. Tabii Hıdrellez geleneği hep bir dileğin peşinde gidiyor. En çok insanların peşinde koştukları bir dilek. O dileklerin, başka hiçbir şekilde bu dünyanın, bu toplumun kendilerine sunmadığı dileklerinin bir yüksek güç, bir doğa gücü, bir tanrısal, göksel güç tarafından kendilerine verilmesini isterler.

Biz de geleneğe uyalım ve diyelim ki, hiçbir Hıdrellez günü, hiçbir devrimci, dünyanın hiçbir yerinde idam edilmesin. Bugün Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiklerinin yıldönümü. 6 Mayıs 1972 şafağında Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde hayatlarını verdiler arkadaşlarımız. Onların 42 yıldır dinmeyen acısı yüreğimizde; bugün hala son sözleri dillerimizde. Ne demişlerdi, daha doğrusu Deniz ne demişti? Bana sorarsanız o günden bugüne hala değişmeyen, Türkiye’nin temel devrimci programını son soluğunda 16 kelimeye sığdırmayı başarmıştı. Bu 16 kelime idam tutanağına yazılmadı. Korktu egemenler. Onun son soluğundan korktular. Son soluğunda Deniz’in dediği şuydu: “Yaşasın Marksizim-Leninizm’in yüce ideolojisi. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi. Yaşasın işçiler ve köylüler, kahrolsun emperyalizm. Bu 16 kelime, hala 42 yıldır yapmamız gereken işlerin en kısa listesini bize sunuyor. Halkların Demokratik Partisi bu listeye, bu anıya, bu davaya sahip olanların partisi olarak onların yolunda yürümeye devam edecek arkadaşlar.

Denizlerin yargıçları ve cellatları karşısında takındıkları tutum, onların fikirlerinin sonraki kuşaklar tarafından ve belki de kendileriyle aynı dünya görüşünü paylaşmayan milyonlarca insan tarafından onların saygı görmesini sağladı. Kolay zamanlarda, rahat zamanlarda, her şey bir asfalt yol gibi dümdüz açıkken değil, önlerinde celladın ilmeği varken, inançlarını ve fikirlerini hiçbir duraksama olmaksızın ifade edebilmeleri bu inanç ve düşüncelere saygınlık, onu ve kabul edilebilirlik sağladı.Bu cesaret, bu cüret onlarda olduğu için onların sözlerini yasaklayan yargıçlara rağmen o sözler bize intikal etti, geldi.

Ama dün, mecliste bir özel toplantı yapıldı. Dört bakan idamla da değil, hırsızlıkla suçlanıyorlardı. Ağır bir ceza söz konusu değil yani. Ve o sözleri herkesin önünde, herkesin karşısında, bir idam mahkumunun cesaretiyle savunacak cesareti gösteremediler. Meclis televizyonunu yasakladılar, kapattılar, meclisin internet yayınını kestiler, halkın dediklerini, diyemediklerini görmesini önlemeye çalıştılar. Ve hepiniz gördünüz, önlerine yazılmış kağıtlardan, hiçbir karşılığı olmayan, hiçbir gerçeği cesaretle haykırmayan, kendi haklılıklarını cesaretle savunamayan dört bakanı izledik. Ve şimdi onlar bir komisyonda haklarındaki verilecek kararı bekleyecekler. Dokunulmazlıkları kaldırılıp acaba yargının önüne gönderilecekler mi, gönderilmeyecekler mi?

Şimdiden iddiaya girebilirim. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin çoğunlukta olduğu bütün meclis komisyonları nasıl çalışıyorsa öyle çalışacaktır. Örnek, Uludere komisyonu. Uludere Komisyonu’nda gözümüzle gördüğümüz halde, bütün bant kayıtlarını gözümüzle izlediğimiz halde, insansız hava araçlarının yaptığı kayıtları apaçık anladığımız halde Adalet ve Kalkınma Partili üyeler, bu kayıtları gördüklerinde—elbette onların da vicdanları, onların da çocukları var—bu gençlerin adım adım katledilişlerini, gidişlerini görünce gözyaşlarını tutamamışlardı. Ama komisyon raporu çıktığında, Tayyip Erdoğan’ın ve Necdet Özel’in görünmeyen eli komisyon üyelerinin zihnine girdi, onlara “Olay yok, ne olduğunu bilmiyoruz, kasıt da yok” diye bir hüküm verdirdi. Hakikati ancak ve ancak Genelkurmay Savcılığı’nın en son, kendi başkanını takipsizlikle ödüllendirirken verdiği hükümden öğrendik.

Meclis komisyonunun ortaya çıkartamadığı şey, apaçık Genelkurmay kayıtlarında duruyordu. Uludere Roboskî köylülerinin katledilme emrini Genelkurmay Başkanı Necdet Özel bizzat kendi elinden vermişti. Ve eminim ki bu emri vermeden önce Tayyip Erdoğan’a da danışmıştı. Meclis komisyonu ne yaptı? “Kimin emir verdiğini bilmiyoruz, bir kasıt olduğunu anlamadık.” Biz anladık. O nedenle bu komisyonun verdiği kararı asla kabul etmedik, bu davanın takipçisi olmaya devam edeceğiz.

Şimdi bu komisyonun da, bu tahkikat komisyonunun da akıbeti aynı olacaktır, bundan emin olabilirsiniz. Zaten onun için fezlekeler kamuoyunun ve milletvekillerinin bilgisinden kaçırılarak bu komisyon nihayet zor bela bir araya getirilebilmiştir. Şimdi ilk toplantısını kim bilir ne zaman yapacaktır ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra büyük olasılıkla hüküm vermek durumunda kalacaktır. O zamana kadar kim öle kim kala. İşte yolsuzluk karşısındaki cesareti budur onların. Bir de devrimcilerin idam karşısındaki cesaretine baksınlar, ibret alsınlar. Türkiye’nin geleceği burada değil, orada, 6 Mayıs 1972 şafağında yatıyor, yatmaya da devam edecek. O ayak izlerinden yürümeye de biz devam edeceğiz.

Sevgili Arkadaşlarım,

Yayın, meclis yayını, dün karartıldı. Meclis televizyonu esasen Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nun. Yani kamunun, yani devletin değil, kamunun, bizim yani. Bizim televizyonumuz bizim meclisteki tartışmalarımızı, toplantılarımızı göstermemek üzere Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yöneticileri tarafından önlendi. Tıpkı daha önce bizim grup konuşmalarımızın önlendiği gibi. AKP’nin gördüğü lüzum üzerine meclis televizyonu yayın yapıyor veya yapmıyor. Tıpkı Türkiye medyasını yönettiği gibi meclis televizyonunu da yönetiyor AKP. Devlet televizyonudur diyerek kamu yayıncılığını AKP kontrolü altına alıyor, özel televizyonların her biri tek tek kendi gözdeleri olan işadamları tarafından sahiplendiriliyor ve sonuçta Türkiye’nin medya ortamı bugün dünyanın en karanlık medya ortamlarından biri haline geliyor. Ondan sonra da isyan ediyorlar. Freedom House, Amerika Birleşik Devletleri merkezli ifade özgürlüğü kuruluşu, Türkiye’yi dünyanın en özgür olmayan medya ortamlarından biri olarak belirlediği için. Sanıryorlar ki Freedom House aslında çok mühim bir kuruluş, çok böyle özel Türkiye aleyhine yayın yapacak , karar alacak birşey. Freedom House aslında Amerika Birleşik Devletleri müesses nizamının ahlaki sınırlarını çizen bir kuruluş. Dünyaya da o gözle bakmasına fırsat vermek üzere dünyadaki gidişatı izliyor. NATO’nun kuruluşunu savunmuş, bunun arkasında durmuş, Marshall Planı’nı savunmuş, bunun arkasında durmuş, esasen Amerika Birleşik Devletleri’nin gözüyle dünyaya bakan bir kuruluş. Yani aslında Türkiye’ye müttefiki olarak bakan bir kuruluş. Ve Türkiye’ye müttefiki olarak bakan kuruluş “Burası özgür değil” diyorsa Davutoğlu’nun hala “Hayır biz özgürüz, gazeteciler buna inanmasın, bana inansın” demesi hiçbir şey değiştirmiyor. Çünkü aslında gerçek onların tespit ettiğinden de kötü. Onların da tespit ettiğinden de kötü çünkü onlar sadece hapisteki gazeteci sayısına bakıyorlar. İşinden çıkartılan, kovulan gazetecilerle o kadar ilgilenmiyorlar. Bizzat ticaret yoluyla, bankacılık yoluyla medyanın denetlenmesiyle ilgilenmiyorlar. Gazetelerin hepsinin, radyoların, televizyonların hepsinin içerisine birer manga hükümet insanı yerleştirilmesine o kadar yakından belki de bakmıyorlar. Durum bundan da korkunçtur.

O nedenle, Halkların Demokratik Partisi sadece Freedom House verilerine değil, kendi öz deneyimine dayanarak Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesinden sonra ifade ve medya özgürlüğünün ne kadar sınırlanmış olduğunun farkındadır ve buna karşı mücadelesini sürdürecektir. Ancak, burada partilere değil, daha çok medya çalışanlarının kendisine görev düşüyor. Partiler, evet özgür bir iletişim siyaseti, özgür bir iletişim pratiği için Türkiye’nin dönüştürülmesinde rol alırlar ama bizzat gazeteciliğin kendisini dönüştürmek gazetecilerin işi değil midir Sevgili Arkadaşlar, Sevgili basın mensubu arkadaşlarımız, bizi izleyenler. Eğer gazeteciler, medya patronlarının baskısı altında sendikalarını terk etmeselerdi, sendikalarını ölüme göndermeselerdi, kendilerini kolektif olarak savunacak ortak bir kurumları olsaydı, patronlar karşında editoryal bağımsızlıklarını savunabilecek güçlü bir dayanışmaları olsaydı, onlara bunu yapabilirler miydi? Her gün güvencesiz bir işçi gibi her an işten kovulma korkusuyla çalışmak, böyle habercilik yapmak bize reva mı, size reva mı, Türkiye böyle bir medya ortamına reva mı? O nedenle Halkların Demokratik Partisi mücadelesine devam edecek. Ama gazeteciler, haberciler, kendileri özgür bir medya için, özgür bir habercilik ortamı için mücadele edemezlerse hiçbir parti onların yardımcısı olamaz. Ve nihayet, tabii ki örnekler var. Hiç kimseden kahraman olmasını beklemiyoruz ama kahramanların da hakkını verelim. Metin Göktepe, Ferhat Tepe, Namık Tarancı, Halit Gürgen, Hüseyin Deniz, Apê Musa’nın kendisi, bunlar en ağır baskı koşullarında habercilik, haberin peşinde koşmak, hakikatin peşinde koşmak için ellerinden geleni yaptılar. İyi ki özgür medya var, iyi ki özgür basın var, iyi ki alternatif basın var, iyi ki bağımsız gazetecilik var, yoksa inanın hepimiz zırcahil kalırdık. Sizin bütün çabalarınıza emeklerinize rağmen gazeteleri siz yönetmediğiniz, tepeleri siz tutmadığınız için, ne kadar çok haberinizin çöpe gittiğini, ne kadar çok haberinizin kıyıldığını biliyorsunuz. Büyük basının çöpe attıklarıyla bir özgür basın, özgür medya doğdu. Onlarla gurur duyuyoruz, onlarla övünüyoruz. İyi ki varlar, iyi ki özgürlük için haber için gerçek bilgi için mücadele ediyorlar. Buradan bir kere daha hayatlarını özgür basın için feda etmiş olan basın emekçilerini 3 Mayıs Dünya Çalışan Gazeteciler Günü için kutluyoruz. Hepinizin bu günü kutlu olsun arkadaşlar!

Ve elbette bilginin saklanması, bilginin yok edilmesi, sadece halka yönelik bir tedbir. Egemenler, Türkiye’yi yönetenler bilgiyi sadece halktan saklıyorlar, kendilerinden asla saklamazlar. Tam tersine herkesin bilgisini edinmek, herkesin bildiğini bilmek, herkesin bilmediğini bilmek devletin ve sermayenin peşinde koştuğu şeydir. Dünyada bugün en çok alınan satılan, en çok işlemden geçirilen şey bilgiden başka bir şey değildir. Bilgi, istihbarat devletin ve sermayenin en çok peşinden koştuğu şeydir. O yüzden devletin bilgisine erişen hakikatin de bilgisine çoğu zaman erişir. O yüzden bizler, gazeteciler, milletvekilleri, halk için mücadele edenler, eylem insanları bu açıdan birer Prometheus rolünü isteseler de istemeseler de üstlenirler. Devletin bilgisine erişen tarihin ve hakikatin bilgisine çok büyük ölçüde erişir.

İşte bu bilgiler sayesindedir ki 4 Mayıs Dersim Soykırımı, Dersim Tertelesi devletin arşivinin içinden çıkarılıp ortaya çıkartılmıştır. Şimdi hepimiz biliyoruz artık. 4 Mayıs 1937’de Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu’nun, üstelik Kurtuluş Şavaşı’nın bütün babaları o Bakanlar Kurulu’nun başında tepesinde o meclisin üyesiyken aldıkları kararla, 70 bin Dersimliyi gaza boğup toprağa gömmeyi bildiler. 4 Mayıs Tertelesi’nin ortaya çıkartılması, hakikatin ortaya çıkartılması için devlet arşivine girilmesi yeterliydi. Ama bu bilgi halktan saklandı. Bu bilgi sonraki kuşaklardan saklandı. İnsanlar Dersim’de ne olduğunu bilmeden bugünlere kadar geldiler. Ama hiçbir şey sonsuza kadar saklanamıyor. O gün katliamdan canını kurtarabilmiş 5 yaşında bir kız çocuğu bugün 85 yaşında bir nine olarak başından geçenleri anlattığında tarihin bütün karanlık sayfaları aydınlanıyor. Bu katliamdan, bu soykırımda kendilerine rol verilmiş erler, ölüm döşeğinde hayatlarının son dönemecinde bir ayakları çukurdayken göz yaşlarıyla anlatıyorlar “İcab etmezdi, insanlığa sığmazdı” diye bir erin affettiği şeyi devleti yöneten generallerin, komutanların, savaş kahramanlarının affetmemesi düşünülebilir miydi? Ama tekçi bir devleti yeniden inşa etmek bu devleti tek bir millete indirgemek çoğul, çok kimlikli bir toplumu tek kimlikli bir toplum haline getirmek için en ağır insanlık suçlarının işlenmesinden kaçınılmadı. Biz buna “soykırım” diye boşuna demiyoruz. Evet o tarihte soykırım diye bir suç ihdas edilmiş değildi. Ama bu katliamın bu kıyamın, bu öldürmenin, yapılış maksatlarının içerildiği her şey şimdi bir soykırım tanımı içindedir. O yüzden dönüp bu soykırımla yüzleşmeliyiz diyoruz. Bizler intikam peşinde değiliz. İntikamcılığı teşvik etmiyoruz. Ama şimdi içinde bulunduğumuz bu hengameden çıkabilmek için, bu eşitsizlik ve baskı ikliminden çıkabilmek için herkesin bu süreçle yüzleşmesi gerektiğini söylüyoruz. Bu olmadan ileriye doğru hiçbir adım atamayacağız. Ermeni Soykırımı’yla yüzleşemezsek, Dersim Tertelesi’yle yüzleşemezsek, Süryani, Asuri ve Êzidî Soykırımlarıyla yüzleşemezsek hiçbir zaman vicdanlarımız arınamayacak. O yüzden ısrar ediyoruz. Arınmalıyız. Bununlan başa çıkmalıyız diye.

Adalet ve Kalkınma Partisi Dersim Soykırımı’nın belgelerini meclise getirdi. Ve sonra ne yaptı? O belgeleri orada unuttu? Niye geldi? Meclis o belgelerle niçin haşır neşir olması gerekiyordu? Çünkü insanlığa karşı işlenmiş bir suç vardı bu devletin tarihinde. Bununlan yüzleşmek için, yüzleşilip ne yapıldı? Sadece ve sadece siyasi rakibini bununlan vurmak için bugünün Cumhuriyet Halk Partisi’ni 1937’nin Cumhuriyet Halk Partisi’yle vurmak için sadece bir fırsat olduğu kadar  bunun önemi vardı. Öyle olmasaydı Roboskî Katliamı’nda aynı yürek telleri titrerdi, titremez miydi? Onu açığa çıkartırdı, bunu açığa çıkartmaya uğraşan. Artık saklanamayacak olan. Artık örtülmesi mümkün olmayanın ortaya çıkartılıyormuş gibi yapılmasının siyaset bakımından hiçbir değeri yok.

Yüzleşme istiyoruz. yüzleşelim ve her şeyden önce toplumun bütün kurumları yüzleşsin. Hükümetin yüzleşmesi ve kibarca “Pardon” demesi yetmez. Ordunun kendi geçmişiyle yüzleşmesi gerekir, emniyetin kendi geçmişiyle yüzleşmesi gerekir, üniversitenin kendi geçmişiyle yüzleşmesi gerekir. Yıllar ve yıllar boyu bir akademi düşünün 90 yıl boyu elinden çıkan kitabın, mastır ve doktora tezlerinin hiç birinde Kürt lafı geçmemiş. Tarih enstitüleri düşünün bunlarla hiç bir zaman karşı karşıya kalmamış ve bütün bunlar böyle olmadığı için soykırımın en önemli cellatlarından birisini, Sabiha Gökçen’in adını Türkiye’nin ikinci büyük havalimanına verirsiniz. O havalimanından uçan herkes artık düşünmelidir. Burada yukarıdan çocukların, kadınlarının hiç bir zaman aslında isyan bile etmemiş olan köylülerin başına bomba yağdıran birisinin adı yazıyor. Bununla ne zaman yüzleşeceğiz? Ne zaman çıkacağız bu iklimden ne zaman ve nasıl çıkacağız? Ve bu iklimden çıkmazsak, yüreklerimiz soğumazsa hepimiz geçmişte olanları bilmezsek, çocuklar kimin çocuğu, kimin torunu olduklarını bilmezlerse nasıl bu toplumun yurttaşı olacaklar. Ömrü boyunca bir başkası olarak yaşadıktan sonra son soluğunda Alevi olduğunu, Dersim’li olduğunu, son soluğunda Ermeni olduğunu bir haç öpmek istediğini söyleyen kadınların yaşadığı bir toplumda insanlar nasıl adaletten, nasıl temizlikten, saflıktan, nasıl tutarlılıktan söz edebilirler. Bunun içerisinden çıkmamız için Dersim Tertelesi’nin yıldönümünü hatırlamak bizim için çok önemli.

Ve tabi ki Cumhuriyet Halk Partisi’ne de çağrıda bulunuyoruz. Evet biliyoruz bugünkü Cumhuriyet Halk Partisi değil o gün olanları yapan. O günkü devlet ve Cumhuriyet Halk Partisi ile bugünkü Cumhuriyet Halk Partisi aynı değil. Ama madem ki her şeyin mirasçısısınız, madem ki İş Bankası hisselerinin mirasçısısınız, madem ki bütün başarı saydığınız şeylerin mirasçısısınız, bu katliamının da mirası sizindir. Bu mirasın yükünden kurtulmak için Dersim halkına yardım etmeniz, Dersim halkının yanında olmanız gerekirken, bunun örtbas edilmesi için çaba gösteriyorsunuz. Bunu yapmayın. böyle işte yaptığınız zaman hep sorarsınız kendinize “Niçin niçin niçin Kürtler bizim yüzümüze bakmıyor?” Niye baksın, niye baksın? Niye onların cellatlarının yanında saf tuttuğunuz için insanlar sizi ödüllendirsin. Tabi ki ödüllendirmeyecekler. Ama bir tek adım atmaya çalışın. Ve bize de bakmayın o kadar. Bülent Ecevit’i hatırlamanız bile yeterli. Bir şiirinde “Kürt” sözü geçiyor diye kaç Kürt çocuğunun adını Bülent koydu. bir adım atabilmek, bununlan bir yüzleşme çabası içerisinde olabilmek için dahi, siz o adımı tamamlamak için dahi bir şey yapmadığınız zaman işte Kürdistan’da sizin partiniz olmaz. Özgürlük ve demokrasi mücadelesine bir katkınız olmaz. O yüzden biz eleştirdiğimiz zaman sizi kıskandığımız için eleştiriyor değiliz, tam tersine yapabileceklerinizin çoğunu yapmadığınız için Türkiye bu haldedir. Adalet ve Kalkınma Partisi bu kadar hakimse, kısmen de sizin yüzünüzdendir. Siz bunları ortaya çıkarmadığınız, bu yüzleşmeye rıza göstermediğiniz içindir. O yüzden meclisin iki egemen partisinin bu yüzleşme ile hemhal olmadıkları durumda çıkış yolu ancak ve ancak bizim bugün olduğu gibi her gün bu meseleyi gündemde tutmamızdır.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bir yalan fırtınasına dönüşen yüzleşme iddialarının en önemli tarafı onun yalan söylüyor olması değil. Bu yalanlar onun egemenlik anlayışının ve siyaset tarzını da ele veriyor. Örnek mi istiyorsunuz: 1 Mayıs. Adalet ve Kalkınma Partisi 2010’da 1 Mayıs’ı hem İşçi, Emek ve Dayanışma Bayramı ilan etti hem de bütün Taksim’i afişlerle donattı. Dedi ki “Artık 1 Mayıs Taksim’de ve bu Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sayesinde.” Sene 2014: Tayyip Erdoğan ve polisleri 40 bin kişilik bir güçle Taksim’i kuşattılar ve dediler ki: “Hayır buraya giremezsiniz!” Niçin? “Çünkü giremezsiniz de ondan.” Şimdi hani yüzleşmiştik 1 Mayıs yasaklarıyla. Hani yüzleşmiştik her şeyle. Adalet ve Kalkınma Partisi aslında bugün kendiyle yüzleşse dahi iyi. Bırak geçmişin işlerini, sen kendine bak. Bundan 12 yıl önce iktidara gelirken diyordun ki “Garip gurabanın, fakir fukaranın, hakkı yenilenlerin, gücün hukukunun değil, hukukun gücünün partisi olarak hareket edeceğiz.” Ama akıbetten kaçamadın. Sen ki egemen sınıfın içinden, sen ki neoliberal politikaların sürdürücüsü olarak iktidara geldin, sen ki Washington’un, Brüksel’in elinde tuttuğu güç olarak iktidara geldin, onların yaptıklarını yapmaktan başka hiç bir şey yapamazdın. Sen bizzat kendin devlet oldun. Devletin bütün pratiklerini, sermayenin bütün pratikleri devraldın. Kendinden önceki hükümetlerin, askeri diktatörlüğün 1 Mayıs yasaklarını devraldın, bir de üstüne tüy dikmeye kalktın. Orayı bir Osmanlı meydanı yapacaksın! Hiç bir şey yapamayacaksın. Toplumun akışını tersine çevirmen mümkün değil. İşçilerin hakkını gözetmeyen bir demokrasi, işçilersiz bir demokrasi olmayacağı için ancak bir diktatörlük olacaksın. Bir diktatörlük olduğun için de bütün diktatörlükler gibi eninde sonunda yıkılacaksın. Ne kadar çok diktatörleşirsen yıkımına o kadar çok yaklaşıyorsun. Sana daha fazla yardımcı olmayacağız. Zulmün artsın, zulmün artsın, sonun gelsin.

Adalet ve Kalkınma Partisi bu zülüm pratiklerin bir parçası olarak cumhurbaşkanlığı meselesine yaklaşıyor. bugün gündemimizde sabah kalkıyoruz cumhurbaşkanlığı akşam yatıyoruz cumhurbaşkanlığı. Çünkü Tayyip Erdoğan kendisini ve şimdi yolsuzlukla suçlanan mesai arkadaşlarını ve yakın aile fertlerini yargının kıskacından kurtarabilmek için iktidarın tamamına sahip olmak istiyor. Ne kadar çok iktidarı zayıflarsa o kadar çok iktidara ihtiyacı oluyor, o kadar çok diktatörleşiyor. Ve şimdi dün Tayip Erdoğan’ın yolsuzluklarının gerekçesini mecliste savunan grup başkanvekili Nurettin Canikli tıpkı o yolsuzlukları savunduğu gibi cumhurbaşkanlığını da aynı mantıkla savunuyor. Nurettin Canikli Sayıştay raporlarının meclisten saklanmasının gerekçesini kendi yakınlarıyla, kendi partisinin Sayıştay’daki unsurlarıyla tartışırken şöyle diyordu: “Bu raporlar ortaya çıkarsa duman oluruz. Çünkü hiç bir harcama usulüne göre yapılmamıştır.” Şimdi aynı Nurettin Canikli diyor ki; şimdi diyor “Artık Tayip Erdoğan Cumhurbaşkanı olacak. bundan sonra Cumhurbaşkanlığında o oldukça hiç biriniz istediğiniz gibi hareket edemeyeceksiniz. Bundan sonra bizim borumuz ötecek.” Bu mealde konuşuyor. Şimdi demek ki aslında Türkiye’de Cumhurun başkanını seçmesi değil, AKP’nin kendi iktidar gücünü tahkim etmesi diye bir meseleyle karşı karşıyayız. Bu cumhurbaşkanlığı seçiminde Adalet ve Kalkınma Partisi iktidar mücadelesinin bir parçası olarak yaklaşıyor. Tıpkı karşısındaki Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi gibi. Deniz Baykal’ın dün ortaya attığı “Cumhuriyet Halk Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi ittifak yapsın Tayyip Erdoğan’ın karşısında” çağrısı biz de aslında iktidar mücadelesinin nasıl cereyan ettiğine dair çok net bir fikir veriyor. Bir tarafta İslamcı bir otoriterlik, öbür tarafta milliyetçi bir otoriterlik ve bunların ikisinin arasında saf tutmaya çağrılan Türkiye halkları. Hayır, biz bu saflaşmayı kabul etmiyoruz. Bu saflaşmasın yanında bunun bir parçası olmayacağız. Halkların Demokratik Partisi, halkların özgürlüğü için mücadele eden herkesin, yoksulların, ezilenlerin, bu sistemin dışladığı herkesin, kadınların, emekçilerin, Kürtlerin, anadili Türkçe olmayan bütün halkların, Türkiye’nin egemenlik yapısının bir parçası olmayan bütün güçlerin ortak gücü olarak kendi Cumhurbaşkanlığı adayını çıkartacak, kendi suretinde bir Cumhurbaşkanın Türkiye’nin sesi ve sözü olması için çaba gösterecek. O yüzden herkese diyoruz “Hodri meydan, çıkartın adaylarınızı biz de geliyoruz, göreceksiniz. Sizin tek güç olmadığınız, Türkiye’nin ikinizin arasında pay edilmediği, bir üçüncü güce yer olduğu, bu üçüncü güç Halkların Demokratik Partisi’nin başını çektiği, sadece bizden ibaret olmayan bir güç. Bu güç Türkiye’nin bütün ezilenlerin ortak gücü olarak bu mücadelede, bu yarışta var olacak. Türkiye’ye soluk alma fırsatı sağlayacak. Bize “İki diktatöryel yönelimden birini seç” diyenlere “Hayır” diyeceğiz. Biz hiç bir diktatörlükten yana değiliz. Biz halkların egemenliğinden, demokratik özerklikten ve demokratik cumhuriyetten yanayız. Nasıl bir Cumhurbaşkanı adayınız varsa onun gibi bir geleceğiniz olacak diyeceğiz Türkiye’ye ve Türkiye’nin bütün halklarının ortak aydınlık yüzü olacak bir yüz ile onların tanışmasını sağlayacağız. Şimdiden yolumuz açık olsun arkadaşlar.

Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığına talip olduğunu açıkça ilan ederken öte yandan Türkiye’de var olan baraj sisteminin devam edeceğine de işaret etti. Halkı ve öteki partileri dar bölge, daraltılmış bölge laflarıyla oyaladıktan sonra bakla ağızdan çıktı. Tabi ki zorluklar da vardı. Şimdi %10 barajı ile devam edeceğiz diyor. Biz bu %10 barajıyla itişmenin yolunu biliyoruz ama bu adaletsizliği sineye asla çekecek değiliz. %10 barajı tıpkı seçim yasakları gibi, tıpkı basın yasakları gibi, tıpkı yüzleşme ayıpları gibi Türkiye’nin ayıbı olarak, demokrasisizliğinin bir kanıtı olarak, halka karşı doğrultulmuş bir kılıç olarak bizim tarafımızdan kırılacağı günü bekliyor. O gün gelecek arkadaşlar. Türkiye adil, eşit bir seçim yöntemine eninde sonunda kavuşacak. Bunu da bu düzeni, bunun kurallarını kabul etmeyen, buna karşı mücadele eden halklar yapacak. Üstelik bu seçimin nasıl yapılacağını halâ bilmiyoruz. Çünkü Tayyip Erdoğan’ın karar vermesini bekledi Yüksek Seçim Kurulu. Olacak mı, olmayacak mı? Ona göre değişecek her şey. Şimdi yurtdışında oy kullanacakların oylarını nasıl kullanacakları bilinmiyor. Aşağı yukarı 2 milyon oy Adalet ve Kalkınma partisinin kontrolündeki elçilik ve konsoloslukların Dışişleri Bakanlığının yani Ahmet Davutoğlu’nun emanetinde. Biz Ahmet Davutoğlu’nun nesine güvenelim? Bugüne kadar hangi işi doğru yaptı ki bu seçim işini doğru yapsın. Üstelik yurtdışındaki bütün seçim komitelerinden, seçim kurullarından partimizi dışladılar. Mecliste 4 parti olduğu halde AKP, CHP ve MHP dışındaki partilerin yurtdışındaki seçim komisyonlarında olamayacaklarına karar verdiler. Yani o zamanki BDP’nin şimdiki HDP’nin olamayacağına. Niçin olmayacağız? Çünkü biz orada yurtdışındaki sürgünlerin, emekçilerin, yurtdışındaki sürgün Kürt halkının oylarına sahip çıkacağımızı bildikleri için. O oyları size yedirmeyeceğiz. Yarından tezi yok Avrupa’yı şehir şehir, kasaba kasaba, Kürtlerin, Türklerin, Türkiyelilerin, Ortadoğuluların Türkiye’de oy kullanma hakkı ve imkânı olan herkesin bulunduğu yerde dolaşıp onları buna karşı uyaracağız. Orada sandığa gelen, burada sandıktan çıkmasın görün bakalım ne olacak? Daha henüz yerel seçimleri Türkiye çapında tamamlayamamışken Yüksek Seçim Kurulunun Web sayfasında hala resmi seçim sonuçları yokken bu seçimi nasıl yapacak, nasıl adil bir seçim bu şekilde yürüyecek kimse bilmiyor. Cumhurbaşkanı adaylarının propagandalarını nasıl yürütecekleri, hangi kurala bağlı olacakları, hangi kurala bağlı olmayacakları bunu da bilen kimse yok. Hiç kimse hiçbir şeyi bilmiyor bu şartlar altında 1,5 ay sonra yapılacak bir seçim için herkes bıçaklarını biliyor. Eğer gücü yeten yetene ilkesi geçerli olacaksa bilelim. Yok eğer hiç değilse şeklen demokratik ilkeler geçerli olacaksa o zaman Yüksek Seçim Kurulu niye yan gelmiş yatıyor? Bütün bunları bir kararlar dizisi ile yönlendirmesi gereken kurul Tayyip Erdoğan’ın iki dudağının ucuna bakıyor. Bu seçimin adil olacağından da ağır bir şüpheye sahip olduğumuzu söylemeliyiz sevgili arkadaşlar.

Türkiye’nin genel gidişi içerisinde en önemli konulardan birisi hükümetin bu diktatöryal gidişinin aslında toplumsal olaylara da damgasını vurmaya başlamış olması.

Sevgili Arkadaşlar,

Şimdi tartışılan bir mesele var biliyorsunuz. Çocuklara yönelik şiddete idam cezasının geri gelip gelmeyeceği. Hükümet her ne kadar kabul etse de idam cezasını şimdi koyamayacağını, bunların sanıklarına müebbet ağır hapis, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları verilmesini yasaya sokmayı düşünüyor. Bugüne kadarki bütün Ceza Hukuku tarihinin gösterdiği, krimonoloji’nin gösterdiği şudur ki; hiçbir suç grubuna yönelik cezaların ağırlaştırılmasıyla o suçların işlenme sıklığı ve şiddetinde hiçbir değişme olmamıştır.  İdam cezası var diye cinayet işlemekten insanlar vazgeçmiyordu, idam cezası kaldırıldı diye daha çok cinayet işliyor değiller.

Aslında suçların ve onlara bağlı olarak ortaya çıkan cezaların doğum yeri toplumun kalbi, kendisi, orada yatan eşitsizlikler, orada yatan anormallikler. Çocuklara karşı şiddet suçu işleyen bütün sanıklara bakınız. Hepsinin erkek olduğunu, hepsinin yaşlarının 20-35 yaşları arasında olduğunu göreceksiniz. Kadın cinayetlerinin faillerinin hepsine bakınız. Hepsinin yaşlarının aşağı yukarı burada olduğunu, hepsinin az eğitimli gruplardan geldiğini ve hepsinin son 20 yıl içerisinde askerliklerini mutlaka Güneydoğu’da yapmış olduklarını göreceksiniz. Türkiye’yi saran bir afet var. Travma sonrası stres bozukluğu, yaşları 20-40 arasında olan milyonlarca erkek, bu savaş cephelerinde savaşmak üzere bölgeye sevk edildiler, korktular korkuttular, öldüler öldürdüler, vurdular vuruldular ve evlerine ağır ruhsal bozukluklarla geldiler. Travma sonrası stres bozukluğu tıpkı bulaşıcı hastalıklar gibi önce aile fertlerine sonra yakın çevreye bulaşan öfke nöbetleri, şiddet düşkünlüğü, ani kızgınlıklar olarak tezahür ediyor ve kendini kaybeden insanın aklına hitap etmek kadar saçma bir şey olamaz. Siz şimdi idam cezası koyacaksınız, müebbet ağır hapis cezası bu ruh halindeki insanların şunu düşünmesini bekleyeceksiniz. “Eğer çok öfkelenirsem sonum hapishane olabilir o yüzden öfkelenmeyeyim.” Oysa bütün mesele Türkiye’de adil ve kalıcı bir barışın yolunu açmak ikincisi toplumu stresten ve şiddetten koruyacak eşitsizlikleri giderecek ekonomik politikalar ortaya koymak. Bunların hiçbirisi yok. Bunların hiçbirisinin olmadığı yerde hepsi birbirini izleyen kadınlara ve çocuklara karşı şiddet vakalarına da döneceksiniz “En ağır cezaları vereceğim” diyeceksiniz, sonra da dün Bülent Arınç’ın yaptığı gibi “Bakar mısınız, Barış ve Demokrasi Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi hiç bunlar ceza ağırlaştırmaktan söz ediyorlar mı? Bir tek bir söz ediyoruz. Görüyorsunuz biz ne kadar iyiyiz” diye aslında toplumun en atavik en arkaik hislerine hitap ederek siyaset yaptığını sanıyor. Toplum öyle yönetilmez. Öyle yaptığın zaman topluma bir şey demiş olmazsın. Şiddeti bizzat kendin kışkırtmış olursun toplumun bağrında. O nedenle Barış ve Demokrasi Partisi bunu değil tam tersine barışçı ve demokratik politikaları, halkın arasında refahı yayacak iktisadi politikaları, eşitsizlikleri önleyecek politikaları, cinsler arası eşitsizliği ve cinsler arası teması kesen kültürel dayatmaları ortadan kaldırmak, bunun yerine yeni bir toplum kurmayı teklif ediyor. Ancak yeni bir toplum kurarak eski toplumun yükünden arınabilirsiniz. Yoksa ikide bir halka devletin kılıcını sallayarak olsa olsa onları devletle çok daha mesafeli hale getirebilirsiniz. O nedenle biz elbette çocuğa karşı şiddetin karşısındayız, çocukların korunması gerektiğini düşünüyoruz ve çocukları koruyucu mekanizmaların her şeyden önce en yakın çevreden aileden ve mahalleden başladığını bilerek ailelerin yeterli geçim araçlarına kavuşmaları,  mahallelerde çocuklar için onlara tahsis edilmiş oyun yerleri yapılmasını, boş zamanlarını geçirecekleri yerlerin sağlanmasını, toplumumuzun hem kültürel, hem cinsel, hem diğer yönlerden eğitilecek kadar açık eğitim mekanizmaları içerisinden geçmelerini ve nihayet toplumda şiddeti kışkırtacak olan her şeyin önünün bizzat kurumsal mekanizmalarla kesilmesini savunuyoruz. O nedenle “Bununla başa çıkamazsınız” diyoruz size.

Sevgili Arkadaşlarım,

Halkların Demokratik Partisi bu siyasetlerin savunucusu olarak toplumumuza hizmet vermeye devam edecek. Bunu yaparken elbette sadece iç siyaseti değil dış siyaseti de yeniden şekillendirmek peşindeyiz. Hepimiz sınırlarımızın hemen güneyinde Rojava Kürdistanı’nda olup bitenleri yakından izliyoruz. Burada çok açık bir biçimde Rojava’da mücadele eden Kürt halkının karşısında onların özgürlük ve eşitlik mücadelelerinin karşısında bir dış siyaset Türkiye’nin izlediğinin farkındayız. Bu dış siyasetin şimdi sona erdirilmesi söz konusu olmaz ise giderek artan bir gerilim içerisine Türkiye’nin de diğer komşu ülkelerinin de düşeceğini biliyoruz. O nedenle bir kere daha şimdiden Türkiye’ye diyoruz ki; “Suriye siyasetini değiştir. Orada İslamcı çetelerle, şeriatçı çetelerle anlaşma, uzlaşma. Orada Kürt halkı ile el sıkış. Rojava’yı kontrol altına alacağım diye Irak’taki çıkarları göstererek, onlarla şantaj yaparak federal Kürt yönetimini kendinle ortaklığa sürüklemeye çalışma. Sen duvar yaparken onları hendek yapmaya teşvik etme. Kürtler birbirleriyle dayanışsın, bundan Türkiye’ye bir zarar gelmez. Kürtler ne kadar çok özgürleşirse, ne kadar çok birbirleriyle dayanışırsa Türkiye için, Türkiye’nin halkları için o kadar iyi olur. Ve üstelik biz orada şimdi karşımıza çıkan yeni, yepyeni bir düzenin ipuçlarıyla karşı karşıya geliyoruz. Eşitlikçi, özgürlükçü, kardeşlikten yana, halkların kardeşliğinden yana yeni bir toplum orada kuruluyor. Ve bu toplum için mücadele etmek üzere Kürt gençleri Kürdistan’ın her yerinden Rojava’ya akıyorlar. Bunların arasında Diyarbakır Sur belediyesi Eşbaşkanı Seyit Narin’in oğlu Ali Narin de kendi halkının özgürlüğü, IŞİD çetelerine, El Nusra çetelerine Türkiye’nin silahladığı, donattığı, eğittiği bu çetelere karşı halkını korurken, halkının güvenliği için mücadele ederken hayatını kaybetti. Buradan ona rahmet diliyoruz. Ailesine başsağlığı diliyoruz, anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.

Sevgili Kardeşlerim,

Halkların Demokratik Partisi bu amaçlarla ve bu noktalardan hareket ederek siyasi mücadelesini sürdürecek ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinden 2015 seçimlerine kadar giden yolda her gün yeniden gelişerek, yeniden güçlenerek Türkiye’nin her yerinde, Kürdistan’ın her yerinde örgütlenerek amacına, davasına hizmet etmek için her gün çalışacak. Sizlerden dileğimiz bu davaya bulunduğunuz her yerde destek olmak. Ama  buna destek olurken tıpkı bizim gibi bu eşitsizlikler ve bu haksızlıklar dünyasından geçerken özgürlüğü için mücadele ederken hayatını kaybetmiş olan İrlanda Cumhuriyet Ordusu savaşçısı Bobby Sands’ın bundan yıllar önce, 5 Mayıs 1981’de hayatını kaybedişini unutmayalım ve buradan dayanışma mesajlarımızı İrlanda Cumhuriyeti’nin önderi, İrlanda barışının kurucusu sevgili yoldaşımız Garry Adams’a selam yollayarak tamamlayalım. Selamlıyoruz Garry, seninle beraberiz. Omuz omuzayız Her yerde her zaman devrimciler omuz omuza. Hepinize iyi günler diliyorum hoşçakalın arkadaşlar.