Türkiye’nin her sandığında oyumuz var, Barajı aşacağız!

İzmir Milletvekili adayı Ertuğrul Kürkçü, yerel gündelik gazete Haber Ekspres muhabiri Halime Özçelik’in gündeme ilişkin sorularını yanıtladı: Ezilen halkların haklarını savunmamız, bizi milliyetçi yapmaz. Tam tersine o halkların milliyetçiliğin tutsağı olmaması fırsatını yaratır. Türkler, Kürtlerin haklarını savunursa, Kürtler milliyetçi olmaz. Ama Türkler herkesin Türk, Türklerin herkesin efendisi olduğunu söylerse geri kalan hepimiz milliyetçi olabiliriz.

felakete_yuruyen_erdogana_karsi_direnc_noktasiyiz_h75751*Ağır konudan başlayalım. Ağrı’da neler oluyor?

Gerçek bir yargıç gibi duruma baksak, tarafların söylediklerini değerlendirsek netçe görebiliriz ne olduğunu. Yargılamada yol gösteren en önemli argümanlardan biri, “hayatın olağan akışı”. Hükümet’in açıklamaları, hayatın olağan akışına aykırı. Hükümet diyor ki “köylüler ağaç dikme şenliği yapacaklardı, gerillalar bastılar bulundukları yeri ve halka zorla HDP’ye oy vermelerini söylediler.” Hayatın olağan akışına aykırı tarafı şurası: O köylüler zaten bizim partimize oy veriyorlar. İnsan merak ediyor acaba PKK’nin köylüleri yönlendirmek istediği başka bir parti mi var diye! AKP’ye, MHP’ye, CHP’ye veya HÜDAPAR’a oy vermelerini istemiş olamazlar. Peki o zaman ne oldu sorusuna, köylülerin verdiği cevap çok net: “Asker, geldi şenliğe saldırdı. Çatışma çıkardı.” Bu cevap olgularla da desteklendi. Hem tanık anlatımları var hem video kaydı, fotoğraflar var.

İkincisi bütün görüntülerin gösterdiği ve söylediği, çatışmada yaralanan askerler orada kendi kaderlerine terk edilmişlerdi. Köylülerin gayretleri sayesinde askerlerin hayatları kurtulabildi, dağdan indirilebildiler. Bu, “Orada olanlar aslında köylülerin ‘silahlı propagandadan korunması’ çabasının değil, askerlerin HDP aleyhine kamuoyu yaratmak üzere bir çatışmaya sürüklenmesi senaryosunun eseriydi” tespitini doğruluyor. Çatışma ne kadar çok ölümlü olursa hükümet propagandası o kadar güçlü olacaktı. Burada zaten askeri bir operasyondan çok, psikolojik harekât yapıldığını düşünmeliyiz. Bunun hedefi de çok açık. Bütün kamuoyu araştırmalarının gösterdiği AKP’nin yüzde 40’ların başlarına doğru gerilemeye, HDP’nin ise barajın üstüne doğru tırmanmaya devam ettiğidir. Seçim günü sandıktan bu sonuç çıkacak olursa Erdoğan’ın başkanlık hayalleri bir daha geri gelmemecesine toprağa gömüldü, Beştepe’deki sarayında hapsoldu demektir. AKP’nin tek başına bir hükümet kurma olasılığı dahi gündemden düşüyor demektir. Bunu önlemek için kavga çıkarmaktan başka yol kalmıyor Erdoğan ve AKP’ye. Peki gerillalar ne geziyor orada? Doğrusu, gerillalar orada hep geziyorlar. Bu yeni bir şey değil. 3 yıldır oradalar, 20 yıldır oradalar. Zaten bütün mesele de orada olan gerillanın artık gerilla olmaktan çıkıp çıkmayacağı konusu değil mi? Çözüm süreci de bu nedenle yaşanmıyor mu? Bugüne kadar bir mutabakat vardı, çatışmasızlık kararı alınmıştı. Ne gerillalar kendi mevzilerinden öteye gidecekti,  ne de silahlı kuvvetler onların üzerine hamle edecekti. Valinin emriyle oraya yüzlerce asker sevk ediliyor. Bir çatışma iklimi yeniden doğuyor. Bu çok kötü bir şekilde sahnelenmiş bir piyestir. Bir trajikomedidir. Bu Türkiye’nin batısı için sahnelenen bir oyun. Yoksa o köylüler 40 yıldır devlet şiddeti altında HDP’ye oylarını vermeye devam ediyorlar zaten.

Halk çok büyük bir sağduyuyla, çok büyük bir politik uyanıklıkla hareket etti. Düşünün, üzerinizde mermiler uçuşurken, hayatınız tehlikedeyken bunları kayda almak gerektiğine karar veriyorsunuz, askerlerin üzerine kapanıyorsunuz daha fazla asker ölmesin diye. Bir yoldaşınızı kaybediyorsunuz. Ama sonuçta devlet makinesinin bütün unsurları çalıştırılarak yapılmış bir oyunu bozuyorsunuz.

*Askerin açıklamalarını nasıl değerlendirdiniz? Hükümet ve TSK arasında yeni mutabakattan söz ediyorsunuz, bunu nasıl temellendiriyorsunuz, tezahürleri neler?

AKP çözüm siyasetini benimsediği dönemde, güvenlik meselelerini çözüme hizmet eden bir şekilde ele almaya gayret ediyordu. Bu yüzden de milliyetçilerin sert eleştirilerine uğruyordu. Eleştiriler karşısında yalpalasa da çözüm merkezliydi tutumları. Fakat özellikle Dolmabahçe görüşmesinin basında yer alış şekli askeri rahatsız etti ve Genelkurmay “PKK meşrulaşıyor” diye açıklama yaptı. Asker çok uzun zaman sonra ilk kez siyasi alanda konuşmaya başladı.

Bunun en önemli nedeni Tayyip Erdoğan’ın cemaatle çatışmasından sonra müttefiksiz kalması ve cemaatle çatışmanın öbür tarafında yer alan otoriter rejim yanlısı askerlerle yeniden bir ortaklık aramaya mecbur kalmasıdır. Bunun iki nedeni var. Birincisi cemaati engellemek, devlette kendisine merkezi bir dayanak bulmak. İkincisi de artık sistemi zorlamaya başlamış olan çözüm dinamiklerinin baskı altına alınması için güçlü bir ortağa kavuşmak. Böylece Hükümet ve asker aynı dalga boyuna yerleştiler. Hükümet asker gibi düşünmeye ve davranmaya asker de Hükümet’in bu emrine büyük bir hevesle itaat etmeye başladı. Tansu Çiller ile Doğan Güreş dönemindeki mutabakat yeniden kuruldu. Vali “Tak” diye emrediyor, ordu “Şak” diye yerine getiriyor. Ancak, öyle görülüyor ki, asker stratejik olarak benimsediği bu uzlaşmada taktik olarak AKP’yle her zaman aynı telden çalmayabiliyor. TSK’nin Tendürek açıklamalarının Erdoğan tarafından külliyen yalan olarak nitelenmesi bunun bir işareti sayılabilir.

Hükümet ile asker arasındaki ortaklık, Kürt meselesinin çözümüne yönelik politik iradeyi zayıflatıyor ve Hükümet gitgide eski merkezi devlet söylemine iltica ediyor. Sonunda “Kürt meselesi yoktur”a kadar geldik. Bunlar geleneksel ordu tavrı. Yoksa çözüm sürecinde Hükümetçe yapılan her şey, başbakanlığı döneminde de cumhurbaşkanlığı döneminde de Erdoğan’ın bilgisi dâhilindedir.

Yılları insanların hayatını vermesini seyrederek geçiremeyiz

*Bu koşullarda barış süreci nasıl yürüyecek? Barışın iki tarafı olmalı.

Böyledir diye elde edilmiş olan kazanımdan dönülmesini isteyemeyiz. Çatışmasızlık elde var bir. Şu iki yıl, askerlik çağında olan ve gerilla saflarındaki binlerce gencin yaşamını bize bağışlamıştır.
Bu sürecin bir iki yılda sonuç vereceğini de kimse söylemedi. Sürecin ilerleyebilmesi için Hükümet’in ilerlemeye siyaseten mecbur bırakılması gerektiğini biliyoruz. Bu yüzden seçim sonuçlarını çok önemsiyoruz. Seçimden çözüm, barış ve demokrasi yanlısı partiye, HDP’ye yüksek bir destek çıkar ve parlamentoda üstün bir yer işgal etmeye başlayacak olursak tartışmanın denklemi de değişecektir. İşi AKP’nin barış sürecine sadece siyasi çıkar ile ilişkilendirerek yaklaşması zorlaştırıyor. Çözüm, yetki ve gücü paylaşmayı gerektirdiği için AKP bu sonuçtan kaçmak zorunda hissediyor kendisini. AKP çözümsüz de yapamaz çözümle de yapamaz. Bu AKP’nin çelişkisi ama kendimize çelişkisiz bir hükümet arayarak, yılları insanların hayatını vermesini seyrederek geçiremeyiz. Ben ümitsiz değilim, çatışmasızlığın sona ermesini gerektirecek hiçbir davranıştan yana değilim. Masanın ortada durmasını istiyoruz. Masa ortada durdukça, “Niçin bundan anlamlı sonuçlar üremiyor”, diye halk Hükümet’e soru soruyor. Bu çok iyi bir şey. Ama “Madem işe yaramıyor, masa ortadan kalksın, masayı tekmeleyelim” diyemeyiz.

*HDP ile AKP’nin mutabakat yaptığı gibi bir söylem var. HDP, “Seni başkan yaptırmayacağız Erdoğan” diye çok net söylese de, aralarında antagonistik çelişki olsa da bu söylem hâlâ alıcı buluyor.

Bunları söyleyenler hurafelerden medet umuyorlar. Kendinizi onların yerine koyun ve düşünün: Siyasi hayatınızın tamamını “Kürtler yoktur” diye, son yıllarınızı da “teröristlerle çözüm olmaz” diye geçirmiş olacaksınız. Bu çözümün mümkün olduğunu söyleyen ve onu arayanlarınsa eli güçlenecek. Bu şartlar altında bir siyaset kuramazsanız tek sığınağınız çözümün bir “oyun” olduğunu söylemek ve tevatürle kendinizi ve kitlenizi oyalamak olur. Çünkü seçmen de hakikati gördüğü yere doğru akma eğilimindedir. O zaman seçmen nezdinde elinizde kala kala, çözümün size karşı bir oyun olduğuna dair fantastik öyküler anlatmak, yükselen gücü şeytanlaştırmak kalır.

Bu söylemlerin alıcı bulması, kafa karıştırması belki de şundandır. Biz bir yandan Hükümet’le görüşme sürdürüyoruz ama öte yandan onunla çatışıyoruz. İkisi birden olabilir mi? Evet, ikisi birden olabilir. Şundan ötürü: Hükümet çözüm sürecinde AKP’ yi temsil etmekten çok, devleti temsil eden yürütme gücü olarak bizim muhatabımız. Devlet, hükümetten daha geniş bir kavramsallık Türkiye’de. Bütün kurumların vardığı mutabakatı Hükümet icra ediyor. Ama Hükümet bunu icra ederken bir politik parti olarak davrandığı için de bir siyaset uyguluyor.

Biz de çözüm sürecinde şuna göre hareket ediyoruz: Devletle müzakere ediyoruz, devletin egemenlik ilişkileri içerisinde çatışmasızlık halini barışa evriltmek için müzakere sürdürüyoruz. Silahlı bir çatışmaya dünyanın başka yerlerinde nasıl son verilmişse, temel karakteristiği onlara benzeyen bir süreç yürütmeye çalışıyoruz.
Öbür taraftan bize destek olan ve destek olması beklenen milyonlarca mazlumun haklarını savunuyoruz; emekçilerin, kadınların, köylülerin, öğrencilerin, Kürtlerin Alevilerin. Tüm bu çıkarlarla AKP’nin neoliberal ve otoriter politikaları çelişiyor. Bu antagonistik bir ilişki. O yüzden de AKP ile çatışıyoruz.

Ayağı çamura değmeyenler Türkiyeli değil

*HDP Türkiye partisi olarak kuruldu ama Türkiyelileşemedi mi acaba? Çünkü hâlâ etnik kimlik üzerinden siyaset yapan bir parti olarak değerlendiriliyor.

Kim Türkiyelileşmiş de biz Türkiyelileşememişiz? AKP, CHP, MHP Türkiyeli midir? Türkiye, Edirne’den Hakkari’ye kadar bir siyasi coğrafyayı tanımlıyor değil mi? Burada her sandıktan kendisine oy çıkan bir partidir HDP. Ölçü Türkiye’nin her yerinde sizi dinleyen bir kulak ve size evet diyen bir insanın olup olmaması ise, bence bizden daha Türkiye partisi yok, bu tanım itibariyle.

Türkiye’nin batısında yaşayan Türklere biz çok Kürtlere ait gibi görünebiliriz. Öyleyiz de. Kürtlere başkaları da sahip çıksaydı, biz bu ölçüde sahiplenmiş olmazdık belki de. Ama Kürt’e kendisinden başka hiçkimse sahip çıkmayınca Kürtlerin desteklediği bir partinin onlara gitmesi kaçınılmaz. Bunda bir sakınca da yok ama HDP tüm halkların ortaklık partisi olarak kuruldu. Bütün halkların ortaklık partisi olma yolunda da bence çok kısa zamanda bütün önyargılara, baskıya rağmen çok büyük mesafe katetti.

İzmir adaylarımızın hepsi emekçi insanlar, hepsi hayatları boyunca özgürlükler, haklar için mücadele etmişler. Bunlar mı Türkiyeli değil? Aralarında da çok az Kürt var, bence daha fazla da olabilirdi. Kim Türkiyeli değil biliyor musunuz? Aslında şehrin yoksul semtlerine hiç ayağını basmamış, Kadifekale’den geçmemiş, Bornova’nın tepelerine tırmanmamış, Körfez’in bir ucundan diğerine gelip bakmaya zahmet bile etmemiş, ayağı hiçbir zaman çamura değmemişler Türkiyeli değil, kendi mutena semtlerinin sakinleri.

Bu Türkiyelilik tartışması siyaseten sadece şu manaya gelir: Bize “Türkiyeli değilsiniz, olamadınız” diyenler kadar milliyetçi olmadığımıza işaret eder. Hiçbir zaman milliyetçi olmayacağız, ne Türk milliyetçisi ne başka bir milliyetçi. Biz ezilen halkların hakları olduğunu söylüyoruz. Bu hakların karşılanmasının bir modern demokrasi normu olduğunu söylüyoruz ve bunu da istiyoruz. Herkes farklı ama herkes eşit olacak. O yüzden HDP’de hepimiz kendi bildiğimiz dilin dışında ama yurttaşlarımızın konuştukları dillerde en azından “merhaba” demeye, “günaydın” demeye, “başarılar” demeye gayret ediyoruz. Türkiye, Türklerin yurdundan daha fazla bir şeydir. Türkler Anadolu’ya gelmeden önce de burada yaşayan halklar vardı. Kimileriyle bin yıldır birlikte yaşıyoruz, kimilerini yok ettik. Yekpare Türklük, yekpare Kürtlük, yekpare Yunanlılık diye bir şey yok. Ne kadar bu hakikatle barışırsak o kadar Türkiyeli oluruz. Ezilen halkların haklarını savunmamız, bizi milliyetçi yapmaz. Tam tersine o halkların milliyetçiliğin tutsağı olmaması fırsatını yaratır. Türkler, Kürtlerin haklarını savunursa, Kürtler milliyetçi olmaz. Ama Türkler herkesin Türk, Türklerin herkesin efendisi olduğunu söylerse geri kalan hepimiz milliyetçi olabiliriz.

*İzmir ulusalcı iklimin güçlü olduğu bir şehir. Sizin bahsettiğiniz politikalar ve HDP, İzmir’de ne kadar başarılı olabilir?

Basınçlar altında kendi içine kapanmış olsa da imkânlar bulduğunda genişleyen bir tabanımız ve çekim alanımız var. Biz bunun daha da genişleyeceğini düşünüyoruz. Tabii ulusalcı olanların bir günde enternasyonalist olması, “Türkiye’de Türk’ten başka kimse yaşamıyor” diyenlerin bir günde “A ne kadar çeşitliymişiz, ne kadar iyi bir şey” demesini bekleyemeyiz ama onların bunları serinkanlılıkla tartabilecek, bu çokluğun aslında kendi varlığı için bir tehdit değil bir imkân olduğunu görmesini sağlayabilecek bir yoldan ilerleyebilirsek bence çok daha geniş bir alana kendimizi taşıyabiliriz.

Özellikle AKP’nin diktatoryal hesaplarını yıkmak bakımından HDP’nin Meclis’teki varlığının herkesin gözünde çok kıymet kazandığını görüyoruz. Tayyip Erdoğan’ın sınır tanımayan ve Türkiye’yi bir felakete doğru sürüklemekte olan hırsının ve yekpare iktidar hedefinin karşısında HDP’nin çok önemli bir direnç noktası oluşturduğunu herkes daha çok görüyor. Başka partilere oy veren pek çok yurttaşımızın hem çözüm ve barış için, hem Tayyip Erdoğan’ın ilerleyişini önlemekte sahip olduğu eşsiz konum dolayısıyla hem de ona itimat etmeye başladığı için HDP’ye her yerden, bu arada da İzmir’den oy vereceklerini ummak için çok fazla sebebimiz var.

Tuhaf ama eğitim düzeyi ne kadar yükselirse insanların, çözüme olan inançları da o nispette düşüyor. İzmir göreli olarak epeyce eğitilmiş insan gücüne sahip. Ama önyargıların yanı sıra Türkiye’yi mezhepçi neoliberal hegemonya altına girme tehlikesinden koruyacak olan gücün ordu olduğu inancıyla epeyce boşa kürek çekildi. Şimdi bu kesimlerin umutsuzca çığlıkların bir işe yaramadığını görerek sahici sebeplere ve sahici imkânlara sarılacaklarını düşünmek için haklı sebeplerimiz var.

Bir sosyalist başka ne işe yarar ki!

*Barajı aşarsanız İzmir milletvekili olacaksınız. İzmir’in sorunları neler sizce?

Şunları herhalde hepimiz biliyoruz. Birincisi fiziki çevreden başlayacak olursak İzmir’in hiper büyümeden muzdarip olduğunu hepimiz görüyoruz. Büyük bir göç dalgası bütün iktisadi ve ticari merkezleri sarıyor. 10 büyük şehir Türkiye’nin aşağı yukarı yüzde 50’sini taşıyor. Aşırı nüfus baskısının önlenmesi, İzmir’in kendi başına çözebileceği bir şey değil. Bu bir ulusal politika meselesi. Ancak yine de aynı şartlar altında daha insan dostu bir kentleşme stratejisi gütmek mümkün.

İkinci nokta, İzmir bütün hinterlandı ile birlikte bir tarım bölgesi. Bu tarım bölgesinin neoliberal politikalarla ihmal edilmiş, köylülerin yoksullaştırılmış olmasının yol açtığı bir göç ve işsizlik var. Bu nedenle biz tarımsal alanların tahrip edilmemesi, santrallerle ve inşaatlarla gasp edilmemesi, doğanın kent ve sermaye tarafından yutulmaması ve geri kazanılması için köylüyü ve çiftçiyi koruyan ve kollayan yeni bir tarım siyaseti izlenmesini öneriyoruz. Ekolojik toplum derken kast ettiğimiz tam da budur: Kırın kent tarafından yutulmasına son vermek.

Üçüncü nokta, hepimizin bildiği derin genç işsizliği meselesi var. Gençliğin istihdamı bakımından aktif istihdam politikalarının İzmir’de de hayata geçirilmesi, bizim en önemli politikalarımız arasında yer alacak. Öte yandan İzmir’in pek çok temel meselesi geniş çaplı özelleştirmelerden kaynaklandı ve aslında kendi içinde nispeten dengeli bir iktisadi yapıya sahipken hemen hemen en büyük istihdam alanları özelleştirilerek insanların çalışmasına kapatıldı. Bunların tabii hangi hızla yeniden kamuya iade edilebileceğini şimdiden öngöremeyiz ama bu muhalefete kucak açmak ve Meclis’e taşınması için gayret göstermek isteriz.

İzmir’in bir de kimlik arayışı meselesi var. Kimileri bunun İzmir’in bir “dünya şehri”, global kent olmasıyla aşılacağını iddia ediyor. Ben şahsen bir dünya şehri olma iddiasının herhangi bir şehre yapılabilecek en büyük kötülük olduğunu düşünüyorum. Dünya şehri olmak demek, bu şehrin uluslararası emlak ve ticaret piyasasına bir yatırım alanı olarak açılması demektir. O yüzden İzmir’i dünya piyasasına açmak değil ama İzmir’i bir Ege şehri yapmak ve en yakın komşularımızla, Yunanistan’la Türkiye’nin  bir bağlantı noktası haline gelmesini sağlamaya çalışmak bizim için çok önemli olacak.  Şimdi Yunanistan’da hem Türkiye’ye hem Ege’ye hem İzmir’e dost bir hükümet var. Bunu bir nimet belleyeceğiz. Atina ile aramızdaki en yakın bağlantı noktası Ankara’dansa İzmir olmalı diye düşünüyoruz. Syriza’nın başarısından hepimiz çok ilham aldık, cesaretlendik. Unutmayalım ki Syriza artık sadece bir parti değil hükümet. Syriza’nın iktidarda kalacağını umduğumuz en az dört yıl boyunca İzmir ve çevresinin Yunanistan ile ortaklık ülkesi haline gelmesi, gerçek bir Ege kenti olması için çok çaba göstereceğiz.

Ve tabii İzmir’i ırkçılığın etkilerinden arındırmak, burada Kürtlere ve diğer ezilen milliyetlere mensup halklarımıza, işçilerimize yönelik nefret söylemini gidermek ve halklar arası ortaklıkların temelini yeniden kurmak için bir kültürel gelişme hamlesinin gerektiğini mutlaka düşünüyorum. İzmir Belediyesi’ne de tekliflerimiz olabilir, sivil toplum kuruluşlarına tekliflerimiz olabilir, ayrıca halkın kendi öz inisiyatiflerine destek vereceğiz. Bir çatışma ikliminden İzmir’i farklı ama eşit halkların ortaklık iklimine dönüştürmeyi çok isteriz.

*İzmir’in sizin yaşamınızda bir yeri var mıydı?

Kardeşim burada yaşıyor. En azından onunla görüşmek için İzmir’e yılda birkaç kere geliyordum. Öte yandan İzmir’de sosyalist hareketin yeniden kuruluşu çabalarının başladığı 1987-1988’den beri her yıl en az 4-5 etkinlik için buraya geliyorum. İzmirli devrimcileri, sosyalist hareketi yakından tanıdığımı söyleyebilirim. Ankara, İstanbul’dan – ve tabii Mersin’den- sonra en çok ayak bastığım yer burası. Benim onları tanıdığım kadar İzmir’in devrimci demokrat çevreleri de beni tanıyor.

Ben politikada yerelleşmenin gerekliliğine çok inanmakla birlikte bunun daha çok yerel yönetimler ölçeğinde tartışılması gerektiğini düşünüyorum.  Belediye meclislerinin giderek daha çok yerel işin üstesinden gelecek yetkiyle donatılması, eğitim, sağlık, çevre, imar, asayiş ve güvenlik işlerini daha çok üstlenmesi gerekiyor. Valilikler gereksiz bir yük ve engel, yönetim işlerini Belediye Başkanları ve Meclisleri üstlenmeli. Öyle olunca milletvekilliklerinin doğrudan doğruya yerellikle bağlantısı eskisi kadar önemli olmayabilir, milletvekilliği açısından önemli olan buranın ortak sözü ve sesinin ulusal ölçeğe yükselmesi. İzmirliler beni milletvekili olarak Ankara’ya gönderecek olursa, mümkün mertebe yerel yönetimlerle yakın temas içinde olmak isterim. Milletvekilliği zaten bu kenti de akılda tutarak yeni bir ülke tablosu ortaya çıkarmakla ilgili bir görev. Ama tabii yerel talepleri de merkeze taşıyacağız. Özellikle gençlerin, yoksulların, Kürtlerin, Romanların, ekolojistlerin, emeğin, insan hakları savunucularının, İzmir’de yakın bir ortağı, sırdaşı, yoldaşı olmak için büyük bir gayret gösteririm. Zaten bir sosyalist başka ne işe yarar ki!