İrfan Aktan:Devrim mi devridaim mi?

Taşrada HDP’ye karşı linç hazırlıkları, AKP gemisinin su almasıyla eşzamanlı olarak başladı. AKP karşıtı gibi görünen bu saldırgan güruh, faşizanlığıyla tam da AKP’nin safında yer alıyor.

hdp saldiriAKP’ye kılıç sallayanlar, bu çetin savaş içinde Kürt hareketini dikizlemekten de geri durmuyorlar. Hısım-hasım, herkes Kürtlere dönmüş, bekliyor. Hısım, malûm; sosyalistler ve demokratlar. Önemli bir kısmı HDP içinde konumlanan bu kesimler, halkların ancak eşitlenerek özgürleşebileceğinin farkında olarak siyaset yapıyorlar. Ezilmişliği, tutsaklığı, yoksulluğu, devlet zulmünü, AKP’nin ceberrut yüzünü ortak payda belleyip milliyetçiliğin ayrıştırıcılığından kaçınarak, mütevazı ama tarihi bir ittifakı Türkiye ’nin her yanına serpmeye çalışıyorlar. Bu toprakların en zor yetişen fidanını dikerken, birbirine düşman olanların ortak hışmıyla karşılaşıyorlar, karşılaşacaklar da. Taşranın muhtelif yerlerinde o fidanı tekmeleyenler, suyunun önünü kapatanlar, harp meydanı gördükleri HDP’nin küçük seçim bürolarının önüne koşuyorlar.

Kürtlerin, sosyalistlerin, barışçıların, özgürlükçülerin hasımları olabildiğince geniş bir yelpaze oluşturuyor. Üstelik bu hasımlar içinde sol görünümlü olanlar da var. AKP karşıtı olmanın sol olmaya yettiğine kendilerini ikna eden bu güruhun sömürgeci ruhu, AKP’nin gidişinden sonraki “muhtemel devrimden” Kürtlerin paylanamayacağını örtük de olsa söylettiriyor. Şimdilik niyetlerini çok açık etmeseler de Kürt hareketinin AKP’ye karşı nasıl bir yaklaşım sergilediğini, sergileyeceğini sadece kendilerini inandırabilecekleri kurnazlıktan ibaret çarpıtmalarla (“Kürtler Gezi’de yoktu; AKP’yle işbirliği yaptılar” vs.) ajandalarına not ediyorlar. İktidar kuyruğunda sıralarını bekleyenler, gayelerine yaklaşmış olmanın kibriyle, 30 yıldır tüm hükümetlere ve devlete karşı mücadele eden Kürtlere parmak sallamaya başladılar bile. Fakat unuttukları bir şey var: Kürtler sadece AKP’ye değil, onun evvellerine ve dolaylı destekçilerine de yenilmedi. O yüzden heves etmesinler; AKP karşıtlıkları iktidar koltuğunu devralma arzusundan ibaret olanlar muktedirin sopasını devralsalar da Kürtleri ve eşitlik mücadelesi yürütenleri bertaraf edemezler.

HDP’ye saldırılar

Bu ülkede sağ siyasetçiler, her zaman linççi güruhları çullarında tuttu. Linç hiçbir zaman gayrimeşru olmadı. MHP lideri Devlet Bahçeli’yi “bakın, adam ülkücüleri sokaktan çekti” diyerek övebilenler, bu meşruiyetin de onaylayıcısıdırlar. Taşrada HDP’ye karşı linç hazırlıkları, AKP gemisinin su almasıyla eşzamanlı olarak başladı. Urla’da, Beykoz’da, Kadıköy’de, Alanya’da, Dikili’de, Karşıyaka’da… AKP karşıtı gibi görünen bu saldırgan güruh, faşizanlığıyla tam da AKP’nin safında yer alıyor. Kasım 2008’de İstanbul Okmeyanı’nda gösteri yapan DTP’lilere bir mahallelinin pompalı tüfekle saldırması üzerine Başbakan Erdoğan’ın ne dediğini Tanıl Bora’nın ‘Türkiye’nin Linç Rejimi’ kitabından aktaralım: “Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, vatandaşın hayatına kast ederseniz, hayatına kast ettiğiniz vatandaş da eğer elinde böyle bir tedbiri, böyle bir imkânı varsa, o da kendini savunma yoluna gidecektir.” Gezi isyanı sırasında Erdoğan’ı havalimanında karşılayan grubun “Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim” sloganı atarken, liderlerinin linççilere olan sempatisini, DTP’lilere yönelik bu tavrından dolayı iyi biliyorlardı. Nitekim Erdoğan bu sloganı sessiz kalarak onayladı ve ülkenin muhtelif yerlerinde palalı, sopalı, silahlı “siviller” harekete geçti. Ali İsmail Korkmaz’ı katlederek tüm isyancılara gözdağı verildi; iktidar nezaretinde linç girişimleri başlatıldı. Ülke tarihinde ilk defa “özde vatandaş” Türklerin linçlere maruz kalması büyük bir dehşet yarattı. “Sözde vatandaş” Kürtlerin veya diğer etnik grupların maruz kaldıkları linçlerin aynı dehşeti yaratmaması, Bora’nın tabiriyle linçlerin skandalize edilmemesi egemen “halkın” bu günahtan paylandığı anlamına gelir.

İblisin kazığı

Türkiye’nin yeni bir iklim kuşağına girdiği artık iyiden iyiye netleşse de, bu iklimin bizler için aydınlığa işaret etmediği açık. Zulümle abat olan Erdoğan veya AKP’nin muhtemel gidişini sokaklarda dans ederek, birbirimizle kucaklaşarak kutlayacağımız bir müreffeh ortam kime olası görünüyor? AKP’yi devirip onun koltuğuna kurulmak dışında bir Türkiye tahayyülü olmayanların zaferi, ezilenler açısından sadece yeni bir mücadele-ezilme pratiğini mecburi kılar. Devlet yapısal bir dönüşüme uğratılmadığı sürece, hükümetlerin değişmesi herhangi bir “iyileştirmeye” analık etmez. Devlette devamlılık esastır. O devamın arkasındaki mazinin izini sürdüğümüzde 1930’ların başlarına kadar gideriz. O mazi katliamlarla, ayak oyunlarıyla, iktidar hırslarıyla, hırsızlıklarla, yolsuzluklarla ve tabii devlet eliyle organize edilmiş büyük linç harekatlarıyla (1933 Razgrad ve Vagonli, 1936 Hatay, 1945 Tan Matbaası baskını, 1955 6-7 Eylül olayları vs. Ayrıntılı bir “linç tarihi” için T. Bora’nın ‘Türkiye’nin Linç Rejimi’ kitabını tavsiye ederim.) dolu. O yüzden de bu memleketteki gidişat devrimlere değil hep devridaime doğru yönlendi. Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’inde sıkça vurguladığı gibi, bir ağa gider bir başka ağa gelir. Peki, halklar açısından hep bumerang etkisi yaratmış olan hükümet değişikliklerinin kaderini özgürlük-eşitlik-barış lehine çevirmek mümkün değil mi? İçinde bulunduğumuz toplumsal yapı ve altında ezildiğimiz devlet ideolojisi varlığını sürdürdüğü müddetçe, yanıt olumsuz. Her ne kadar “halklar arasında sorun yok; sorun iktidarda” dense de, bu çok doğru değil. Ayrıca halkları ve inançları birbirinden onmaz bir biçimde ayrıştırmış olan devlet, zaman zaman “iktidarından” küçük payları “halka” dağıtarak linç ortamı yayıyor.

Şöyle bir söylence vardır: İblis bir köye gider ve ineğini sağan bir kadına musallat olur. Kadın ineği sağarken rahatsız edilmemek için buzağıyı bağlamıştır. İblis kazığı hafifçe sallayınca buzağı ipini koparıp ineğe koşar. Kadın da sinirlenip buzağıya bir taş fırlatır ve öldürür. Bunu gören adam, karısına öfkelenip aynı taşla ona vurur ve kadıncağız da ölür. Kadının akrabaları da gelip adamı öldürür ve köy bir anda kan gölüne döner. Tüm bunları gören peygamber Musa, İblis’e seslenir: “Ey iblis, yine yaptın yapacağını!” İblis kayıtsız bir edayla yanıt verir: “Ben bir şey yapmadım ki! Sadece kazığı oynattım.”

Bu söylenceyi başta Kürtler olmak üzere sosyalistlere, Alevilere, LGBTİ’lere, Ermenilere, Yahudilere, Rumlara, Çingenelere vs. yönelik linçlere uyarlayın, “kazığı oynatan” iktidarların buna karşı gösterdikleri değişmez sinik edaya ve devletin işaret fişeğiyle harekete geçen linççi güruhların yaygınlığına bakın, tablo netleşir. “İblis” suçlu da –ki öyle- onun yarattığı suç ortamına iştirak eden “siviller” çok mu masum? Bu hikâyede bir masumiyet aranacaksa, o da anasının sütünü emmek için can havliyle atılan buzağıdadır. O buzağı öldükten sonra hiçbir ortaklık kalmaz. Bunu başta faşist linççi güruh, mevcut iktidar ve onun koltuğuna göz dikmiş kesimler iyi idrak etmek zorunda. Aksi halde köy kan gölüne dönerken, “iblis” aynı sinik edasıyla yoluna devam eder.(2.03.2014/Radikal iki)