Yeni “Güvenlik Paketi” ile halk “büyük gözaltı”na alınıyor

AKP Hükümeti çeşitli yasal düzenlemeler ve kamusal alanda yarattığı uygulamalar ile demokrasinin temel kurallarını hiçe sayarak bireysel özgürlük alanlarını daraltıcı, müşterekler ve kamusal mekanlar ve olanaklar üzerindeki tahakkümü mutlaklaştırıcı politikaları dayatmayı ilke edinmiştir.

Ertuğrul Kürkçü’nün, AB Uyum Komisyonunda görüşülen ve kamuoyunda “güvenlik paketi” olarak bilinen yasa tasarısına karşı muhalefet şerhi:

1395158_671502826202095_1828851579_nAKP Hükümetinin hak ve özgürlükleri sınırlama ve ortadan kaldırma pratiğinde bir “yasa yapma klasiği” haline gelen “torba yasa” formundaki, iç güvenlik paketi olarak adlandırılan bu yasa, polisin yürürlükteki muğlak ve cezasızlığa kapı aralayan ve bu nedenle uluslararası ilgili kurumlarca ciddi biçimde eleştirilen yetkilerini daha da artırmakta, Valileri adli kolluk amiri haline getirerek mülki amirlerin savcı ve yargıç yetkilerini kullanmasını mümkün kılmakta, toplantı ve gösterilere yönelik hukuken temellendirilmesi mümkün olmayan ya da fazlasıyla ağır olan cezaları daha da ağırlaştırmaktadır.

PVSK niteliği itibariyle gündelik hayatta herhangi bir kişinin karşılaşabileceği ve kişi özgürlüğü ve güvenliğine yönelik önlemler getirmektedir. Bu nitelikteki bir kanunun hazırlanmasında hangi kurumların ve örgütlerin görüşünün alındığı belli değildir. Örneğin herhangi bir baro ya da Barolar Birliğinin görüşüne başvurulmamıştır. Yasaya ilişkin çalışmaların daha önceden başlamasına karşın, herhangi bir danışma ve görüş oluşturma sürecine izin verilmemesi de demokratik süreçlerin ve mekanizmaların gerekleri açısından kaygı vericidir.[1]

Günümüzde geçerli olan ve bu güvenlik paketine konu olaylar kuşkusuz bir birikimin sonucudur. AKP Hükümeti çeşitli yasal düzenlemeler ve kamusal alanda yarattığı uygulamalar ile demokrasinin temel kurallarını hiçe sayarak bireysel özgürlük alanlarını daraltıcı, müşterekler ve kamusal mekanlar ve olanaklar üzerindeki tahakkümü mutlaklaştırıcı politikaları dayatmayı ilke edinmiş ve karşısına Haziran 2013’te, Gezi ile başlayan toplumsal muhalefet gücü çıkmıştır. Toplumsal muhalefet Gezi’den sonra da gelişen olaylar karşısında sesini yükseltmiş ve hak ihlalleri veya toplumu yaralayan her olay sonrasında halk sokağa çıkma ihtiyacı duymuştur. Kobane’de yaşanan IŞİD saldırısına yönelik duyarlılık yaratma amacı ile 6-8 Ekim’de gerçekleştirilen protestolar da aynı niteliktedir. AKP iktidarı bu duyarlılık çağrısına yönelik ırkçı ve mezhepçi saldırılar dolayısıyla gerçekleşen mukateleler sırasında doğan can kayıplarını gerekçe göstererek ve tüm geçmiş birikimleri de vesile kılarak halihazırda TBMM İçişleri Komisyonunda görüşülmekte olan PVSK ile Bazı Kanun Ve KHK’lerde Değişiklik Yapılmasına  Dair Kanun Tasarısı’nı ülke gündemine getirmiştir.

Bu noktada 17-25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonlarının Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve AKP İktidarının içeride ve özellikle uluslar arası alanda itibarının zayıflamasını dikkate almak gerekir. Hükümetin, apaçık yolsuzluk manzaralarına gösterdiği tepki, demokrasinin geleceği bakımından yıkıcı sonuçlara neden olabilecek ihtimaller barındırmaktadır. Demokratik bir ülkede, iktidarın tarafı olduğu büyük rüşvet ve yolsuzluk olaylarının hükümetin istifasıyla sonuçlanması doğal bir sonuçtur. Bunun yerine, demokrasinin tüm temel kurum ve kurallarını; kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, adil yargılama, ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü gibi evrensel ilke ve prensipleri hiçe sayan Hükümet, kendisini seçtiği bu demokrasi dışı güzergahta yürümeye mecbur ve mahkum görmektedir. Çünkü İktidar, ancak iktidarda olduğu sürece kendini güvencede hissetmektedir. İktidarı kaybettiğinde başına nelerin geleceğini düşünmek dahi istememektedir. Bu ise demokrasinin tüm kurallarının rafa kaldırılması anlamına gelmektedir.

İnsan haklarının korunmasına yönelik tüm uluslararası oluşumlar, kasti ve keyfi öldürmelere karşı kişinin yaşam hakkını korurken, aynı zamanda devlete yükümlülükler de getirmektedir. Bu yükümlülükler, negatif ve pozitif yükümlülüklerdir. Negatif yükümlülük, devletin haklara müdahaleden uzak durması, kaçınması ve böylelikle insan haklarına saygı duymasını gerektirir. Devletlere getirilen birinci yükümlülük bir kimsenin kasten öldürülmesinin yasaklanması veya engellenmesidir. Burada güdülen amaç, bireyin keyfi biçimde öldürülmesinin önlenmesidir. Bu yükümlülük yalnızca kasten öldürme durumunda değil aynı zamanda kusurlu şekilde adam öldürme eylemlerini de içermektedir. Negatif yükümlülük kimi zaman güvenlik güçlerinin operasyonlarının yaşama hakkını koruyacak şekilde titizlikle planlanıp uygulanmasını gerektirmektedir. Zira düzenin korunması için barışçıl önlemler almak durumunda bulunan devlet, bazen insanların hayatlarını korumak için güç veya silah kullanmak zorunda kalabilmektedir. Kimi zaman bu durumlar ölümle sonuçlanabilmektedir. Kolluk, operasyonlarını her türlü ihtimali düşünerek kazara ölüm vuku bulmasını ve ateşli silah kullanılmasını en asgari seviyeye indirmek amacıyla operasyonları planlamalı ve kontrol etmelidir.[2]

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, “Herkesin yaşam hakkı yasanın koruması altındadır” şeklindeki 2. maddesinin 1. Paragrafının ilk cümlesinin, devlete sadece kasten ve hukuka aykırı olarak öldürmekten kaçınma değil, ayrıca kendi egemenlik alanında bulunan kişilerin yaşamını korumak için gerekli tedbirleri alma görevi de verdiği belirtilmiştir.[3]

Yaşam ile insan hayatı kastedilmektedir. Yaşam hakkı, en temel insan hakkı olarak sayılan en önemli haktır ve tüm hakların en temel olanıdır. Bir kimse yaşam hakkından keyfi olarak mahrum bırakılırsa diğer bütün haklar anlamsız olacaktır. Bu hakkın temel olma niteliği ayrıca hakkın “geri alınamaz” nitelikte olmasından kaynaklanmaktadır. Savaş zamanında ve ulusun varlığını tehdit eden diğer olağanüstü durumlarda bile bu hak esirgenemez.[4]

Yaşam hakkı sağlanmadan diğer hakların bir öneminin bulunduğunu iddia etme olanağı yoktur. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 3. maddesinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 2. maddesinde güvence altına alınan bu hak, Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi’nin 2. maddesinde de “Herkes, yaşama hakkına sahiptir. Hiç kimse, ölüm cezasına çarptırılmamalı veya idam edilmemelidir” hükmü ile ifade olunmuştur (AB Temel Haklar Şartı). Bunun dışında, BM İnsan Hakları Beyannamesi (mad.3), Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi (mad.6), Çocuk Hakları Sözleşmesi (mad.37), Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi (mad.4) ve Afrika İnsan ve Halkların Hakları Şartı (mad.4) gibi birçok uluslararası sözleşmede de yaşam hakkı en temel hak olarak kabul edilmiştir. Yaşam hakkı, kamu makamlarının emri veya izni ile öldürülmeme, yaşama yönelik tehlike ve risklere karşı yine kamusal makamlar tarafından korunma hakkıdır. Her bireyin kanun tarafından korunduğu fikri, devlete sadece isteyerek ölüme neden olmaktan kaçınma yükümlülüğü değil, yaşamı korumak için gerekli önlemleri alma ödevini de yükler.[5]

10 Aralık 1948 tarihinde BM Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin “yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır” şeklindeki 3. maddesi yaşam hakkıyla ilgilidir (İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, www. belgenet, 2012). Ayrıca, 1966 yılında BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 6. maddesi yaşam hakkını düzenler. “Her insan doğuştan yaşama hakkına sahiptir. Bu hak hukuk tarafından korunur. Hiç kimse yaşama hakkından keyfi olarak yoksun bırakılamaz.” (Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi,tbmm.gov.tr, 2012) şeklindeki söz konusu maddede yaşam hakkının önemi vurgulanmaktadır.[6]

Avrupa Birliği uyum yasaları ile hem TC Anayasasının hem de diğer mevzuatın yaşam hakkına ilişkin hükümleri Avrupa standartlarına ulaştırılmıştır. 4771 sayılı üçüncü uyum yasası ile önce ölüm tehlikesinin savaş ve yakın savaş tehlikesi hariç kaldırıldığı kabul edilmiş ve anayasada ve mevzuatın diğer bölümlerinde gerekli değişiklikler yapılmıştır. Daha sonra ise, ölüm cezalarını her koşulda kaldıran Avrupa Konseyi’nin 13. Protokolüne paralel olarak, 5170 Sayılı sekizinci uyum yasası ile idam cezası her halde kaldırılmış ve anayasamızda buna ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. Yine 5218 Sayılı dokuzuncu uyum yasası ile de anayasa dışındaki mevzuatta yer alan idam cezalarına ilişkin ibareler kaldırılarak mevzuat uyumu tamamlanmıştır.[7]

Dünyada belli hukuk standartları yerleşmiş; demokrasi ve birey özgürlükleri güçlü mekanizmalarla koruma altına alınmıştır.  Yeni bir hukuk normu yapmak isteyen herhangi bir Devlet, bu standartlara uygun davranmak durumundadır. Yeni bir “Kolluk Kanunu” yapılırken de, bireylerin özgürlüklerini göz ardı eden, asgari demokrasi kurallarını dahi hiçe sayan bir yaklaşım yerine özgürlüklerin güvencesini sağlayan, toplum güvenliğini bu ölçüleri nazara alarak yapan bir yaklaşım içerisinde olunmalıdır.

11 Eylül saldırısının ardından Amerika başta olmak üzere dünya ülkelerinde güvenlikçi politikalar hakim olmaya başlamıştır. Yani kişi hak ve özgürlükleri giderek devletin güvenliği temelinde gelişen politikalar karşısında önceliğini yitirmeye başlamış,  daha çok Türkiye gibi, güçlü bir demokrasi geleneği olmayan, otoriter ve antidemokratik damarın her daim hayatiyetini koruduğu ülkelerde bu politik bir öncelik haline gelmiştir. İktidar karşıtı toplumsal muhalefet dinamikleri devletin hak ve özgürlükler alanını daraltmasına bahane olarak gösterilmiştir. Örneğin, 2006 yılında TMK’ de hak ve özgürlükler aleyhine yapılan düzenlemeler ile PSVK’ de polisin yetkilerini genişleten ve artıran 2007 değişiklikler gibi.

Bu haliyle, İç Güvenlik paketi yasa tasarısı kişi hak ve özgürlüklerini tamamen rafa kaldırırken polisin yetkisini sınırsız bir biçimde artırmaktadır. Hükümet; polisin yetkilerini zaten sınırsız kılan bir düzenlemeyi 2007 yılında hayata geçirmiş ve o tarihte de siyasi partiler, hukukçular, sivil toplum örgütleri, hak örgütleri PVSK’da yapılan değişiklikleri eleştirmiş, bu değişikliklerin beraberinde yargısız infazları getireceğini yüksek sesle kamuoyuna ifade etmişti. Nitekim o dönem getirilen yasal düzenlemelere karşı olanlar maalesef haklı çıkmış, PVSK 16 ıncı maddede yapılan değişiklikler sonucu 2007 yılından bugüne değin 179 sivil hayatını kaybetmiştir. (Polisin dur ihtarına uymayıp ateşli silah sonucu öldürülen kişilerden kamuoyunun hafızasında yer eden  Baran Tursun, Soner Çankal, Çağdaş Gemlik gibi gençler bunlardan bazılarıdır.) Bu 179 kişinin ölümü neticesinde bu cinayetlerin sorumluları hiçbir ceza almamıştır. Sadece son dönem Ethem Sarısülük’ün katiline sembolik bir ceza verilerek toplumsal muhalefet bir parça olsun susturulmaya çalışılmıştır. Ethem Sarısülük’ün yargılaması sırasında yaşanan hukuksuzlukları, Ethem’in katili yerine aileye ceza vermek niyetiyle hareket eden yargıyı tekrar hatırlamakta da fayda var. Tasarı, polisin attığı her kurşunu baştan itibaren cezasız bırakacak hükümler içermekte, siyasi iradenin de hem Ethem Sarısülük davasında hem de Berkin Elvan’ın öldürülmesi olayında olduğu gibi güvenlik güçlerinin yani yaşam hakkını ihlal eden devlet güçlerinin bizzat yanında, onları cesaretlendiren ve arka çıkan tavrıyla polis cinayetlerinin yasal hale getirmenin alt yapısını oluşturmaktadır.

Tasarının bu genel değerlendirme dışında tek tek maddeler bağlamında incelenerek hukuk devleti, insan hakları ve hak özgürlükler ile taban tabana zıt hükümlerinin altını çizmek gerekmektedir.

TASARININ 1. MADDESİ:

Bu maddede değiştirilmesi önerilen 4/A maddesi ile,  polise kişilerin üstleri ve araçların aranmasında daha geniş bir yetki tanınmaktadır. Polis bundan böyle kaymakam/vali tarafından görevlendirilecek kolluk amirinin yazılı, acele hallerde ise sözlü emri ile kişinin el ile kontrol haricinde de üstünü ve aracını detaylı bir şekilde arayabilecektir. Yani mevcut düzenlemede yer alan “kişinin üzerindeki elbisenin çıkarılması veya aracın, dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen bölümlerinin açılması istenemez” ibaresi genişletilmekte ve polise bu konuda geniş yetki tanınmaktadır. Polisin arama yetkisini kullanırken var olan savcılık ve mahkeme izin şartı da kaldırılıp, sadece kolluk amirinin kararının 24 saat içinde hâkim önüne sunulması öngörülmektedir.

Söz konusu 4/A maddesi de 2007 yılında getirilen ve toplumsal muhalefetçe karşı çıkılan bir düzenleme olup bu hüküm mevcut haliyle dahi sakıncalı iken, polise tanınan daha geniş yetkilerle mevcut sorunlu hal kişi özgürlükleri aleyhine bir kademe daha artmıştır. Nitekim “durdurma”; yakalama ve tutuklama hallerinden farklı özelliklere sahiptir ve bu nedenle Anayasa’da düzenlenmesi gerekir. Zira tutuklama ancak kişinin suçluluğu hakkında kuvvetli şüphe nedeni varsa hakim kararı ile mümkünken, yakalama ise suçüstü hali veya gecikmesinde sakınca olan hallerde mümkün olup durdurmaya ise suç şüphesi, suçüstü hali ya da gecikmesinde sakınca olan hal olmadan başvurmak olanaklı kılınmıştır. Ancak bu durumda suç şüphesinin varlığı veya suçüstü halindeki kişilerin özgürlüğü diğerlerine nazaran daha geniş kılınmıştır ki bu da hukuk çerçevesinde mantıklı değildir. Tutuklama ve yakalamada öngörülen yargıç güvencesi durdurmada yoktur. Durdurma halinde kolluğa araya hakim, savcı girmeksizin kişi özgürlüğünü sınırlama yetkisi verilmekle adli makamların denetiminde olmayan bir yakalama türü söz konusu olmaktadır. Bu durum da önleyici kolluk faaliyetinin niteliği ile bağdaşmamaktadır.

Yine PVSK 15 inci maddesine eklenen bir fıkra ile polise; savcının veya mahkemelerin yetkisini kullanacak şekilde müşteki, mağdur veya tanık ifadelerini kişilerin ikamet ettiği yerde alma yetkisi verilmektedir. Kolluğun temel görevi sadece “tehlikeyi önlemektir”. Suç sonrası “adli görevler” ise, Ceza Muhakemesi Hukukunu ilgilendiren yetkilerdir. Bu düzenleme ile polise çok geniş bir yetki tanınarak savcıların ve mahkemelerin yetkileri de gasp edilmektedir. Hukuk Devleti yerine Polis Devleti’ni oluşturan düzenlemelerden birisi de budur.

Başlangıçta da ifade ettiğimiz üzere mevcut haliyle dahi tehlikeli bir düzenleme olan PVSK 16’ıncı maddede yapılan değişikliklerle polisin halihazırda yaptığı insanlık dışı uygulamalar yasal zemine taşınmaktadır. Mevcut düzenlemede polisin basınçlı su sıkabilmesi yasa ile korunurken boyalı su yasa ile korunmuyordu ancak polis boyalı, ilaçlı, içeriğinde insan hayatı için zararlı olabilecek maddeler içeren suları insanlara acımasızca sıkıyordu. Şimdi bu düzenleme ile boyalı su yasal zemine kavuşturulmaktadır. Elbette bu düzenleme polisin bunca zaman boyalı su kullanmasının yasal olmadığının da itirafı niteliğindedir.

Yine bu hükmün 7.fıkrasına eklenen bend ile molotof, patlayıcı, yanıcı, yakıcı, boğucu, yaralayıcı vb. silahlarla açık veya kapalı alanlara yapılan saldırı veya saldırı teşebbüsünde bulunanlara karşı polisin saldırıyı etkisiz kılmak amacı ile ve etkisiz kılacak ölçüde silah kullanma yetkisi tanınmaktadır. yukarıda belirttiğimiz üzere bu bend sayesinde insan öldürme hakkını kendinde gören polis 7 yılda 178 kişiyi katletmiştir. Bu madde ile bu yetkisi sınırsız bir biçimde artarken polis cinayetlerinin hiçbir cezai müeyyide ile karşılaşmamasının garantisi verilmektedir.

PVSK Ek 7 inci maddeye eklenen hükümlerle 24 saat olan gözaltı süresi 48 saate çıkarılmakta, aynı düzenleme jandarma için de geçerli kılınmaktadır. Ayrıca polis ve jandarmanın istihbarat toplama yetkisi de artırılmaktadır. Polis ve jandarmanın yetkilerinin artırılması hükümetin propogandasının aksine topluma huzur ve güvenlik getirmeyecektir. Merkezine bireyi, birey hak ve özgürlüklerini oturtmayan bir devlet, hukuk devleti olmaktan çıkarak vatandaşı kendisine tehdit olarak gören ve asgari insan hakları standartlarından uzaklaşmış bir otoriter rejimin inşasına doğru yol almaktadır.

TASARININ 3. MADDESİ:

Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununda yapılan değişiklik ile “demir bilye ve sapan” da “ateşli silah” sayılmaktadır. Basit bir çocuk oyuncağının,  ateşli silah kapsamında değerlendirilmesi sadece otoriter rejimlere özgü mekanizmalardır. Dönemin başbakanı R.Tayyip Erdoğan polisin hunharca vurduğu 15’inde can veren Berkin Elvan için sürekli “elinde sapan vardı” diyerek ölümü karşısında duyarsızlık sınırını da aşan konuşmalar yapmıştır. Bu bakış açısının yansıması olarak sapan, bilye silah sınıfına sokulmuştur. Yani “çocuk da olsanız kadın da olsanız gerekeni yapacağız” siyaseti hukuksal düzenlemeye girmiştir.

Yine bu madde ile yapılan bir başka değişiklik de 2911 sayılı yasanın 33 üncü maddesine eklenen ifadelerle ateşli silahlar ve molotof gibi patlayıcı maddelerin kullanılması ve gösteri ve yürüyüşlerde amblem, pankart, afiş vs kullanılması halinde verilecek cezaların artrılmasıdır. Yürürlükte olan TCK’da cezai müeyyideye tabi tutulan molotof için mükerrer cezalandırma söz konusu olmaktadır. Yüzlerce insan, genç yaşlı şu an molotofa dair cezai düzenlemeden ötürü cezaevindedir. Söz konusu düzenlemenin evrensel hukuk standartlarına ulaştırılması gerekirken başka bir yasa ile cezaların artırılması hukuk ilkelerine terstir.

Devletin rücu hakkına dair düzenleme ile ekonomik cezalandırma yöntemi benimsenmekte ifade özgürlüğünün önü kapatılmaktadır. Devletin toplumsal olaylar esnasında uğradığı zararın tazmini vatandaşa yükleme yaklaşımı zaten ceza kanunun konusu olan bir düzenlemeye bir de ekonomik boyut katmaktadır.

TASARININ 4. MADDESİ:

TMK çoktandır kaldırılması gerekirken daha vahim bir biçimde yeniden gündeme gelmiştir. Toplantı ve gösterilerde yüzün tamamen ya da kısmen kapalı olması TMK’nın 7 inci maddesinde yer almakta ve “terör suçu” olarak nitelendirilmektedir. Üstelik bu  madde 4. Yargı Paketi ile revize edilirken HDP’nin itiraz ve önerilerine rağmen korunmuştur.  Gazdan etkilenen ve kendini puşi ile korumaya çalışan yüzlerce kişi sırf bu hüküm nedeniyle hapis cezaları almıştır. Bu tasarıda ise verilen cezalar artırılmakta, cezanın alt sınırı 1 yıldan 3 yıla çıkarılmaktadır.

TASARININ 6. MADDESİ:

Gözaltını düzenleyen 91 inci maddeye eklenen fıkralar ile mülki amirlerce belirlenecek kolluk amirlerine, 24 saate kadar, toplumsal olaylarda ise 48 saate kadar gözaltı yetkisi verilmektedir. Önleyici gözaltı düzenlemesi vatandaşların bizzat idari bir birim olan kolluk tarafından suçlu kabul edilerek getirilmiş bir düzenlemedir. Bu durum hukuk devleti ilkesine, masumiyet karinesine açıkça aykırıdır.

Bir diğer düzenleme de gösteri ve propaganda eylemlerinin katalog suçlar kapsamına alınmasına dairdir. Bu tür düşünceyi ifade eylemleri otomatik tutuklama nedeni haline gelmektedir. Katalog suçlara eklenen suçlarla her türlü düşünceyi ifade yöntemi tutuklama nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylelikle, bir toplumsal gösteri yahut bir düşünceyi dile getirme neticesinde kişi derhal tutuklanabilecektir. En asgari demokrasi kuralları ile bağdaşmayan bu hal neticesinde büyük hak ihlallerinin yaşanması kaçınılmaz olacaktır. 100. maddenin 3. fıkrası yani katalog suç uygulamasının kaldırılması gerekirken bu suçun kapsamının kişi hakları aleyhine genişletilmesi özgürlükleri kısıtlayıcı yeni bir hukuki durum yaratmaktadır.

TASARININ 7. MADDESİ:

İl İdaresi Kanunun 11 inci maddesine fıkra eklenmiş ve 66 ıncı maddesinde yapılan değişiklikler ile vali/kaymakamların yetkileri artırılmıştır.  Tasarıya göre “vali, lüzumu halinde kolluk amir ve memurlarına suçun aydınlatılması ve suç faillerinin bulunması için gereken acele tedbirlerin alınması hususunda doğrudan emirler verebilir.” Yine tüm kolluk görevlileri de bu tür emirleri yerine getirmekle mükellef kılınmıştır.

 

Yapılan değişiklik ile bir hukuk devletinde savcılık makamına ait olması esas olan yetki valiye verilmektedir. Öncelikle vali, yargı makamı değildir bu tür kararları alma yetkisi hukuken yoktur. Yine vali yürütme erkinin bir parçasıdır, İçişleri Bakanına bağlıdır. Yürütmenin yargıya ait konular ile ilgili iş ve işlem yapabilmesini olanaklı kılan bu düzenleme; suçların soruşturulup soruşturulmayacağına karar verme sorumluluğunu savcılık makamından alıp valiliğe vermekte ve bu itibarla da hukuk normunu ihlal etmektedir.

TASARININ 8. MADDESİ:

Yapılan değişiklik ile devlet kendi sorumluluklarından kurtularak meydana gelen zararların tazminini de vatandaşa yüklemektedir. Yapılan bu değişiklik işbu yasanın amacı ile de çelişmekte, vatandaşı hem zarar görme hem zarar tazmini gibi risklerle bir başına bırakmaktadır.

TASARININ 9. MADDESİ:

Yapılan değişiklik ile;özel veya resmi, her türlü konaklama, dinlenme bakım ve tedavi tesisleri ve işyerleri ile konutlarda geçici veya sürekli olarak kalanlar, oturanlar, çalışanlar ve ayrılanların kimliklerinin tespiti ve bildirilmesi” zorunluluğuna “araç kiralayanlar” da eklenmiş olup araç kiralama halinde de kimlik bildirme zorunlu hale gelmiştir.

Böylelikle araç kiralama işlemleri ile ilgili emniyete kimlik bildirme zorunluluğu getirilerek özel hayatın gizliliği ilkesi tümüyle ihlal edilmektedir. Bu düzenlemenin yasalaşması halinde; tatil için gittiğiniz bir yerde araç kiralamanız halinde polis tarafından izlenmeniz kaçınılmaz olacaktır.

Kanuna eklenen yeni maddelerle de araç kiralama şirketlerine öngörülen ayrıntılı prosedür ve yaptırımlarla araç kiralama şartları zorlaştırılmaktadır.

________________________________________________________

[1] Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği, MAZLUMDER, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi “Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Neden Kaldırılmalıdır?

[2] Gölcüklü ve Gözübüyük, 1994: 164

[3] METİN, Yüksel, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Yaşamın ve Sağlığın Korunması ile İlgili Olarak Taraf Devletlere Yüklediği Pozitif Yükümlülükler”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 7, Sayı:27, Güz 2010, s.111-132.

[4] KORFF, Douwe Yaşam Hakkı, Avrupa Konseyi İnsan Hakları El Kitapları:8, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. Maddesinin Uygulanmasına İlişkin Kılavuz Kitap,

[5] KABOĞLU, İbrahim Ö., Özgürlükler Hukuku, İstanbul, Afa Yayınevi, 1999

 [6] EFE,HAN  Kafkas Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi Cilt 4, Sayı 5, 2013

[7] EFE,HAN  Kafkas Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi Cilt 4, Sayı 5, 2013