OHAL Kitlesel Aydın Göçüne Yol Açtı

Ertuğrul Kürkçü, TBMM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada “Olağanüstü hâlin bir an önce sona erdirilmesi  temel bir zorunluluktur çünkü Türkiye beynini çekiçlemekte, kendi beynini örselemekte, kendisini cahil, bilgisiz, ebleh kılmak için elinden geleni ardına koymamaktadır.” dedi.


HDP GRUBU ADINA ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; Sudan ve Türkiye arasında hidrokarbon alanında iş birliğini öngören bir anlaşma için Meclis onayı aranıyor; ben de partimiz adına söz aldım.

Çok basit iki cümleyle söylemek istersem: Hidrokarbon alanında hiçbir ülke ile hiçbir ülke arasında iş birliği yapılmamalıdır çünkü hidrokarbonların tüketimi esasen, çevre çöküntüsüne, ekosistemlerin iflasına, ozon tabakasının parçalanmasına, delinmesine, suların, denizlerin, toprakların kirlenmesine, yaşanabilir bir dünyadan bütün canlıların mahrum kılınmasına yol açıyor. İnsanlığın doğaya karşı yaptığı kötülüklerin en önemlilerinden birisi hidrokarbonları oburca kullanarak, aslında, doğaya, doğadan aldıklarıyla ihanet etmesi. Bu ihanete ortak olunması için makul hiçbir sebep yok ama, sadece insanlığın artık geride bırakmakta olduğu bu oburluğun Türkiye’de son yıllarda yeniden böylesine coşmuş olmasına bakarak, aslında, bu insanlığa karşı suçun işlenmeye devam etmesinin bir Hükûmet politikası olduğunu görerek, doğaya karşı suçun bir Hükûmet politikası olduğunu görerek, buna onay vermeyeceğimizi söylemek istiyorum. Böyle bir anlaşma yapılmasın.

Eğer Türkiye akademisi bugün özgür ve özerk bir biçimde sözünü söylemeye devam ediyor olsaydı, mutlaka bunun hakkında diyecek sözü olurdu, ama ne yazık ki olağanüstü hâlin ilanından bu yana, kanun hükmündeki kararnamelerle birlikte üniversitenin üzerine çökmüş olan kâbus, bilim insanlarını toplumsal alanda sorumluluk yüklenmekten kendi kendilerini korumaya doğru iteliyor. Buna rağmen, binlerce akademisyenin ne kadar büyük bir özveriyle, bilim insanı olmaktan doğan haklarını kullanmaya çaba gösterdiklerini hep birlikte görüyoruz. Bunun sonucu, 4.478 akademisyenin olağanüstü hâlin ilanından bu yana akademiden kovulmuş olmalarıdır.

Esasında, Türkiye, böylelikle kendi beynini çekiçle dövmektedir. Bu insanların Türkiye’nin entelektüel ortamına, bilimsel gelişmesine, genel olarak fikrî dünyanın ve akademik dünyanın gelişmesine yaptıkları katkı sadece eksilmekle kalmıyor, onlardan beslenebilecek olan bütün diğer bilgi arayanlar da bundan mahrum bırakılıyor, Türkiye bu manada çoraklaşıyor ve çölleşiyor. Ancak esen bu havanın sadece 4.478 akademisyenle sınırlı olduğunu düşünmemek gerekir. Sayıların büyüsüne kapılmış olanlar şöyle diyebilirler: “80 milyonluk bir ülkede 4.478 akademisyen ha olmuş, ha olmamış.” Ama böyle değil. 1 akademisyen bile olsaydı böyle dememek gerekirdi ama esasen sadece akademisyenler değil, Türkiye’de kendilerinin artık bu ülkede yaşamalarına tahammül edilmeyeceğini varsayan, devletle aralarında hiçbir yasal ihtilaf ortaya çıkmamış olan binlerce insanın Türkiye’yi terk etmekte olduklarından acaba Meclisimizin haberi var mı?

Bakın, Türkiye’den göç, 2000’lerin başına kadar, ortasına kadar yılda 30 bin civarındaydı. Çoğunlukla siyasi sebeplerle ve çoğunlukla kimlik sebepleri ve ideolojik sebeplerleydi. Ancak, bu, 2000’lerin başından itibaren, 2016’ya kadar nispeten duruldu. Türkiye’den yıllık ortalama göç oranı 6.640’a düştü. Bu çok önemli bir düşüş. Türkiye’de kör topal da olsa bir düşünce evreninin şu ya da bu şekilde, reformlarla, ceza yasasındaki değişikliklerle şöyle ya da böyle garantiye alınmaya başlaması, yurt dışından içeriye doğru insanların kesin dönüşler yapmaları bunda etkiliydi ancak 2016’nın ilk on ayında bu yüzde 50 oranında artarak 9.600’e çıktı. Türkiye’den sadece 2016’nın ilk on ayında 9.600 insan göç etti, 15 Temmuzdan sonra da bunun 3-4 katına çıktığını bu konuları araştıran bütün bilim insanları ortaya koyuyor. Sadece Avrupa’ya değil, Amerika Birleşik Devletleri’ne de; sadece bilim insanları değil, beyaz yakalılar, profesyoneller, meslek sahipleri de kitleler hâlinde Türkiye’den ayrılıyorlar. Bu, Türkiye’yi yönetenler için hiç dert değil mi acaba? Sadece Amerika Birleşik Devletleri’ne göç edenlerin sayısı 500 bindir. İngiltere’nin ve Amerika Birleşik Devletlerinin akademisyen koruma programlarına başvuranların sayısında 3-4 kat artış olmuştur sadece altı ay içerisinde ve bu insanlar şimdi Türkiye’de bulamadıkları bilimsel ifade özgürlüğünü oralarda elde etmeye çalışmaktadırlar. Ama, kendi ülkesinde, kendi toprağında, kendi yaşadığı yerde, kendi dilini konuşanlarla birlikte bilim yapmak nasıl olabilir ya da sizin geleceğinizin hiçbir şekilde belirli olmadığı ülkelerde, sığındığınız yerlerde bilim yapmak nasıl olabilir, siyaset yapmak nasıl olabilir, hayat nasıl kurulabilir? Türkiye, yurttaşlarını âdeta cebrî bir biçimde ülkeden çıkmaya zorlamaktadır.

Olağanüstü hâlin bir an önce sona erdirilmesi bu bakımdan temel bir zorunluluktur çünkü Türkiye beynini çekiçlemekte, kendi beynini örselemekte, kendisini cahil, bilgisiz, ebleh kılmak için elinden geleni ardına koymamaktadır. Aslında devlet kendini kurtarmaya çalıştığını sanırken intihar etmektedir ama bundan haberi yoktur. Bütün bu basınçlar, baskılar altında, hiç değilse bilim yapabilmek, hiç değilse yaşama tarzını sürdürebilmek için dışarıya gitmeyi tercih edenler de arkalarından teneke çalınarak suçlanmaktadır.

Doğrusu, Türkiye’de kalmak ya da Türkiye’de kalmamak konusunda her türlü kararı vermekte insanlar ahlaken özgürdürler, birisi ötekinden daha iyi ya da daha kötü değildir benim kanımca. Sürgünler olmadan, sürgünlük olmadan bir siyasi özgürlük hikâyesi dünyanın hiçbir yerinde yazılmamıştır. Fidel Castro sürgünden gelmişti Küba’da devrimi başlatmaya, Lenin sürgünden gelmişti Rusya’da devrimi başlatmaya, Gandi sürgünde hapis yatmıştı İngiliz emperyalizminin baskısı altında. Dolayısıyla, sürgün, siyasetin; sürgün, kurtuluş ve özgürlük mücadelesinin bir parçasıdır ama bunu seçip seçmemek siyasi mücadele sürdürenlerin bir konusu olabilir ama yurttaşları, entelektüelleri, profesyonelleri, düşünce, meslek sahiplerini bu seçimlerle karşı karşıya bıraktığını hiçbir zaman düşünmeyen bir Hükûmetin şimdi kendi kendisini aslında katletmekte olduğuna dair ben buradan onlara bir ayna tutmak istiyorum. Yurt dışında gittiğimiz her kentte, her toplantıda, her uluslararası kuruluşta orada yaşamak için kendilerine yaşam alanı arayan bilim insanları, aydınlarla bir araya geliyoruz ve hepsinden duyduğumuz ses, bir an önce Türkiye’nin özgürlüğüne kavuşması, kendilerinin de Türkiye’ye geri dönerek bu ülkenin özgürleşmesi, bu ülkenin gelişmesi, bu ülkede halkların eşit ve kardeşçe yaşaması için çaba göstermeye devam etmeleridir.

Bütün bu nedenlerle, Hükûmeti bu meseleyi son derece ciddi bir mesele olarak ele almaya davet ediyorum, yaptıklarıyla yüzleşmeye, hesaplaşmaya davet ediyorum ancak bu hesaplaşmayı kısa vadede yapmayacaklarını biliyorum. Bu yüzleşmeyi en iyi biçimde 16 Nisanda sağlayabileceğimizden eminim. Bütün yurttaşlarımıza, buradan beni duyanlara söylüyorum ki: Sesinizi yükseltin, buna “hayır” deyin, “hayır” deyin, “hayır” deyin. Ancak o zaman hep birlikte özgürleşmenin bir adım daha yakınına geleceğiz.

Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.