AKP siyaseti doğaya da hayata da düşman!

HDK sözcüsü Kürkçü TBMM’de yaptığı konuşmada hükümetin ölüm yanlısı siyasetini teşhir etti.

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) – Sayın Bakan hakkında verilen gensoru önergesinin lehindeyiz. Şüphesiz sadece bu gensoruda ifade edilen hafriyat toprağının yeniden değerlendirilmesi konusunda özel şirketlere çıkar sağlamak maksadıyla hareket ettiği suçlaması dolayısıyla değil, Bakanlığın bütün faaliyetini göz önünde tuttuğumuz zaman aslında dünyada kapitalizmin genel gidişine bağlı olarak Türkiye’de yaşanan bir sürece en etkin bir biçimde katılan bir Bakanlık olduğunu söyleyebiliriz.

 

Bu da sermayenin doğayı istilasının, canlı yaşamı istilasının en önemli kaldıraçlarından biridir bu Bakanlık. Dolayısıyla, bu bakımdan, aslında kendisi şeklen işçi sınıfıyla karşı karşıya gelmiyormuş gibi görünmekle birlikte işçi sınıfının kendisini yeniden ürettiği bütün koşullar üzerinde insanlığın kendini yeniden üretiminin koşulları üzerinde son derece tahripkâr bir sermaye yönlü siyaseti uygulayan bir bakanlık olması dolayısıyla tartışmayı hak eder. Sayın Bakanın aslında taşıyıcısı olduğu yeni sermaye birikim eğilimine biz genel olarak “biyopolitik” diyoruz. Yani, bu, canlı yaşamın bütün alanlarını kuşatarak bunları sermaye için bir yatırım alanı hâline çevirmesi, işçinin yaşam koşulları, işçinin kendi bedeni, doğası, bilinci üzerine hakimiyet kurma ve bunların her bir anını yeniden ve yeniden ve yeniden üretme ve bütün bunları sermaye akışının bir imkânı haline getirme.

 

Canlı yaşamı sermaye boyunduruğu altına alan “kalkınma” 

Nitekim, Bakanın kendi ifadelerinden bunu görüyoruz. Örneğin, -sudan söz ettiği zaman, kendi Bakanlığının denetlediği en önemli kaynaklardan- doğal, vazgeçilmez, yerine konulamaz, asla ikame edilemez bir kaynak olan sudan, “meta” olarak söz ettiğini görüyoruz. “Su, günümüzün en önemli metasıdır, metaıdır.”diyor. Doğru, eğer sermayenin baktığı yerden bakarsanız su metadır, dolayısıyla bütün metalar gibi parası olan tarafından satın alınabilir ve kullanılabilir. Açın, yoksulun suyu da olmayacaktır bu anlayışa göre. Nitekim, bunu her gün yeniden uygulamaları içerisinde yaşıyoruz. Sayaçların ön ödemeli hâle getirilmesi, ödeyecek parası olmadığı zaman insanların evde susuzluktan ölme riskini bile kendisiyle beraber getirmektedir. Bu zihniyet genel olarak sadece Bakana değil, aynı zamanda AKP’nin sürdürdüğü iktisadi siyasetin tamamına damgasını vurmaktadır.

 

Aynı şekilde hidroelektrik santraller istilasına baktığımız zaman Bakan, bunu Türkiye’nin muhtaç olduğu enerji kapasitesini tamamlamak için bir imkân olarak ortaya koymaktadır ama bu sadece ve sadece belli bir kalkınma anlayışı, belli bir uygarlık anlayışı açısından öyle görülebilir. Bu, sermaye ihtiyaçlarının merkezinde olduğu bir uygarlık anlayışı açısından böyledir. O nedenle, siz, her yerde gördüğünüz her dereyi bir santrale bağlayacak bir sistem kurarak aslında insanların, sadece insanların değil, aynı zamanda hayvanların diğer canlıların bir arada yaşadıkları ekosistemleri ortadan kaldırdığınızı fark etmezsiniz. Ben, bir Karadenizli köylünün bu HES’lerle ilgili söylediği sözü hatırlıyorum, şunları söylüyordu: “Benim payım ne olacak? Köylünün payı ne olacak? Karıncanın payı ne olacak? Ayının payı ne olacak?” Bence çok yerinde, hiçbir şekilde kitaptan okumadan, doğadan öğrenen bir ekolojistin tavrıydı bu.  Şimdi, Bakan ve onun gibi düşününler bu HES’lere karşı çıkanlara diyorlar ki: “Sizi, çok büyük ölçüde, öyle düşünüyoruz ki bizim hasmımız olan devletler kışkırtıyor çünkü kalkınmamızı istemiyorlar.” Aslında “kalkınma” denilen şeyi -canlı yaşamı sermaye boyunduruğu altına alarak- bizzat bu tutumun kendisinin ortadan kaldırdığını görmezden geliyorlar.

 

2-B arazileri küçük mülk sahiplerine değil müteahhitlere gitti

 

O nedenle ben Bakanlığın gerek HES’lere verdiği onay gerek suyun ticarileştirilmesi, öte yandan tarihsel çevrenin suyun ticarileştirilmesi süreci içerisinde istila altına girmesi, örneğin Hasankeyf’in örneğin Allianoi’nin, bütün bu tarihsel mirasın da sermaye boyunduruğu altında yerle bir edilmesine verdiği onaydan ötürü de eleştiriyi çoktan hak ettiğini düşünüyorum. Ama bunların en çok ifrata varanı 2/B arazilerinin yeniden satışıyla ortaya çıkan büyük yağma tablosudur.

 

Enteresan, bugün, kendisi hakkındaki gensoru görüşüleceği sırada Bakan, Fatih Ormanı’nda bir büyük konut kompleksi inşasına girişen çağımızın yeni tür kapitalistlerinden Ağaoğlu’nun ruhsatını iptal etti. Kendisini bunun eleştiriden koruyacağını düşünmüş olabilir ama Ağaoğlu ve benzerleri aslında Fatih Ormanı’nın içine sızamasalar bile 2/B arazilerinin kendileri için muazzam bir yeni kent toprağı kaynağı olduğunu şöyle söylemişlerdi: “Rayiç bedellerin belirlenmesi konusunda devletin taraflarla uzlaşma yoluna gitmesi gerekir. Yasa çıkınca gidip devlete borcumu ödeyeceğim. Ardından da bu araziler üzerinde yeni yatırım yapmayı planlıyoruz.” Demek ki Ağaoğlu gibi kapitalistler Bakandan korkmuyorlar, tam tersine onu kendileri için bir özendirici, bir güçlendirici örnek olarak değerlendiriyorlar.

 

Aynı şekilde Dumankaya İnşaat Yönetim Kurulu üyesi Ali Dumankaya “İstanbul’da yıllardan beri uygun arazi üretilemiyor. Fiyatları de etkileyen en büyük faktör bu 2/B yasasıyla beraber arazi noktasında piyasa için olumlu gelişmeler olacak.” [diyor] Oysa Bakanlığın hedefi, 2/B arazilerinin satışıyla beraber yüksek miktarda taze paranın, sıcak paranın devlet hazinesine gelir kaydedilmesi; ayrıca, böylelikle küçük yatırımcıların, küçük toprak sahiplerinin işgalci durumunda bulundukları arazilerin parasını ödeyerek devletle arasındaki nizayı çözeceği iddiasıydı. Ancak sonuç nedir? Bu arazilere talip olanlar sadece büyük inşaat şirketleri olmuşlardır, küçük üreticiler, küçük emlak sahipleri için bu arazilerin satışından hiçbir sonuç elde edilememiştir. Aslında durum kendiliğinden ortadadır. Orman vasfını kaybetmiş olan orman arazileri ormandan başka bir şey olamayacakları için bu hâle gelmişlerdir ve onların o hâle getirilmesinden sorumlu olan Bakanlık, onların satışı yoluyla halkla arasında bir uzlaşma sağlamaya çalışmıştır ama esasen müşterisi kapitalist şirketler olduğu için halkla arada bir uzlaşma da sağlanamamıştır. O yüzden onlardan birini cezalandırmış gibi yapmak bu aradaki uğursuz evliliği ortadan kaldırmaz, tam tersine büyük şirketlerle Hükûmet arasındaki bağ, bu Hükûmet siyasetleri vasıtasıyla kurulmaktadır. Oysa bizim ihtiyacımız nedir? Bizim ihtiyacımız olan şey, birleşmiş üreticilerin, üretici insanlığın, insan ve doğa arasındaki metabolik ilişkiyi akli olarak düzenlemesidir. Bu akli düzenleme şöyledir ki en yüksek düzeyde bireysel ve kolektif tatmin ve kendini gerçekleştirmeyi sağlayacak şekilde en düşük enerji ve maliyetle bu ilişkiyi kurmaktır. Oysa bizim pratiğimiz, hem insanlık için hem yaşadığımız ülke için hem bu toplum için en yüksek bedelleri ödeyerek bu sürecin gerçekleşmesidir. Bunun sonucu şudur: Kapitalist toplum, kapitalist üretimin bu şekli; bu metabolizmayı, insanlık ve doğa arasındaki bu metabolizmayı geri dönülemez bir biçimde yarıp kopartmaktadır.

 

Dünyanın sahibi bireyler ya da ülkeler değil insanlıktır

 

Doğanın bozulma hızı kapitalist üretimin insanlar için büyüme sağlama hızından daha yüksektir. Bu yüzden kapitalizmin doğal sınırlarına geldiğimizi söylüyoruz ve bu yüzden aslında doğanın bu mantığa göre tasarruf edilmesinin zorunluluk olduğunu söylüyoruz. Bakanlıkla aramızdaki en büyük çatışma budur.

 

Hiçbir birey, hiçbir toplum, hiçbir ülke dünyanın, gezegenin sahibi değildir. Gezegenin sahibi insanlıktır ve insanlık ancak bugünkü insanlık değil, gelecek kuşaklardır, onunla kurduğunuz ilişkiye bağlıdır.

 

Siz, doğanın bugününü bozarak, bugününü sermaye çıkarlarına mal ederek ve bunun düzenlemesini yaparak uygulamalarınızda aslında insanlığın geleceğini ortadan kaldıran bir kalkınma, bir uygarlık yöntemini bize dayatıyorsunuz. Bu uygarlık artık dizlerinin üzerindedir, çökmek üzeredir. Kendiyle birlikte bütün insanlığı çökertmeden önce ona karşı bir devrim yapılması bunun için zorunluluktur.

 

Hacı kapitalistlere hiçbir şey yetmez

 

Şöyle diyor doğacı [antik] filozoflardan Epikuros: “Kafî olanın kendilerine pek az geldiği insanlar için hiçbir şey yetmez.” Ağaoğullarına hiçbir şey yetmez, Rixos’un sahiplerine hiçbir şey yetmez, Başbakanın koruduğu, kolladığı iş adamlarına hiçbir şey yetmez. Onlar hep daha çoğunu, hep daha fazlasını, daha çok ormanı, daha çok tarım arazisini, daha çok doğal alanı, daha çok tarihsel çevreyi, daha çok kent toprağını, insanlığın bugüne kadar yarattığı ne varsa hepsini sermaye çıkarına tabi kılmak isterler. Onlara hiçbir şey yetmez. Hele şimdi, yeni palazlanan bugüne kadar kendilerinin bu yağmanın dışında bırakıldığına inanan hacı kapitalistler için hiçbir şey yetmez, onlar her şeyi isterler, onlar doğayı isterler. Onlara bunu Bakanlığımız sağlamaktadır. O yüzden, sevgili arkadaşlar, bu genel politikanın sonucudur karşı karşıya kaldığımız mesele.

 

Başbakanın ölüm siyaseti

 

Şimdi, bu genel politikanın bir başka sonucu da canlı yaşamla olan bu çatışma, açlık grevleri dolayısıyla da kendisini açığa vuruyor. Evet, bundan söz edeceğim ama bundan önce Sayın Başbakanın açlık grevcileriyle mücadele yöntemi üzerinde dururken ikisinin nasıl birbirine bağlandığını göstereceğim.

 

Bakınız, Başbakan bu meseleler ortaya çıktığından beri ölüm yanlısı bir tavırla konuşuyor. “Bırakınız ölsünler.” diyor. “Ölebilirler mi, bize göstersinler.” diyor. Ardından idam tartışmasını açıyor, diyor ki: “Ben insanları asarak öldüren bir devlet siyaseti istiyorum. Bunu eskiden başka türlü ifade etmiştim ama artık etmiyorum.” Böylelikle kendisini idam cezası olan ülkeler kategorisine, bölgede Rusya’nın, Çin’in yanına koyduğunu söylüyor, diğer karşıtlarına meydan okuyor, ama bununla birlikte bir ölüm yanlısı siyaset tavrını benimsemiş oluyor.

 

[Başbakan] Ölüm yanlısı siyaseti aslında bir fazla-nüfus varsayımıyla düşünüyor. [Onun] Kendisine karşı gelenler, muhalefet edenler, grev yapanlar, hapishanede uslu uslu yatmayanlar, verilen cezayı benimsemeyenler, isyana kalkışanlar için bir fazla nüfus yaklaşımı vardır. O nedenle, Başbakan, aslında, bir başbakanı abat edecek olan, gelecek kuşaklara adını taşıyacak olan şey, insanlığı yaşatmak, halka iyi muamele etmek, halkın evlatlarına iyi muamele etmek iken onların ölümünden medet umuyor.

 

Açlık grevleri Başbakanın dünya nimetlerine bağlılığını ifşa etti, öfkesi bundan

 

Bir yana bırakıyorum bizim için kullandığı boş lafları. Bir işe yaramaz “ciğer tartışmaları”nı. [Onda]O ciğer olsaydı, aslında bunları etmez idi. Çünkü sevgili arkadaşlar, Başbakanı en çok ürküten, onu tedirgin eden, onu aslında kendisinin bile tanıyamayacağı kadar çirkin bir edebiyatın sahibi hâline getiren şey manevi üstünlüğün, bu Türkiye’de sürüp giden mücadeledeki manevi üstünlüğün kendi elinden kaçıyor olduğunu görmesidir. Bütün kutsal kitaplara, bütün kutsal referanslara, bütün inananların inançlarına ne kadar sarılırsa sarılsın, bu dünya nimetlerine bağlılığının herkes tarafından görüldüğünü bildiği için, bunu test eden, bunun karşısına çıkan, bunun karşısına bedeniyle çıkan herkesten ölesiye nefret ediyor. Ağzını bozmasının tek sebebi budur. Açlık grevleri Başbakanı sınamıştır, onun dünya nimetleriyle olan bağını sınamıştır. O yüzden, bu manevi mücadelenin kendisini açığa düşürdüğünü gördükçe ne yazık ki hırçınlaşmaktadır.

 

Açlık grevi insanın canını bir an önce vermesi değil, o canı dünyaya bedel hâle getirmesidir

 

Sevgili arkadaşlar, size seslenmek istiyorum: Bugün açlık grevlerinin 64’üncü günündeyiz. Milliyetçi Hareket Partisi sözcüsü arkadaşımın bugün yaptığı basın toplantısına, tesadüfen, odada televizyon izlerken kulak misafiri oldum. Şüphe beyan etti, “Altmış dört gündür açlık grevi yapan insanlar nasıl hâlâ ölmemiş olabilirler?” diye. Ben Başbakana bu kadar yaklaşmış olmasını üzüntüyle karşılıyorum çünkü aramızda ne kadar birbirine zıt dünya görüşleri mücadelesi olsa da onlarla biz benzer hapishane deneyimlerini yaşadık, hapishane hayatını yaşadık, hapishane kültürü ve hapishane tarihi bizim bir parçamızdır. Onun içinden baktığı zaman bu sözü etmemesi gerekirdi çünkü disiplinli bir biçimde yürütülen açlık grevi mücadelesi aslında insanın kendini kendi bedeniyle test etmesidir; canını bir an önce vermesi değil, o canı dünyaya bedel hâle getirmesidir. Mesele budur. O açlık grevini anlayacak kültür MHP’lilerin arasında vardır, o arkadaşlarını düzeltmelerini isterim. Siyasetimizi beğenirler, beğenmezler ama meseleyi “sahte grev/sahici grev” ekseninde tartışan herkes ölüme hizmet eder, ölüm siyasetine hizmet eder.

 

Grevcilerin talepleri haklıdır

 

Ben Hükûmet sıralarında oturan milletvekili arkadaşlarıma tekrar seslenmek istiyorum: Gelin arkadaşlar, bu işe bir çare bulalım. Buna çare bulmak için bana şunu demeyin: “Git onları ikna et, grevi bıraksınlar.” Daha önce de söyledim, şimdi de tekrar ediyorum: Onlar bu açlığa yatarken bize fikrimizi sormadılar, sorsalardı söylerdik ama başladılar. Başladıktan sonra da onun kendi mantığı var, o mantık içerisinde yürüyor, ortaya da üç tane talep koydular. Şimdi, bize deniyor ki: “Bu talepler nereden çıktı?” Bir kere daha hepinize anlatmak istiyorum sevgili arkadaşlar. Ana dilde savunma tartışması hapishanede yatan bu insanların nasıl meselesi olmaz? Kendilerini kendi ana dillerinde savunamadan mahkûm olmuş ya da tutuklanmış ve hâlâ duruşmaları süren ve neredeyse 5-6 bini son üç yıl içerisinde ana dillerinde savunma yapmak istedikleri için savunmaları engellenmiş ve bu savunma haklarını geri kazanmak için mücadele eden insanlarken, onları ilgilendiren bir şey yok denebilir mi?

 

İkinci talep: Sayın Abdullah Öcalan’ın tecrit koşullarının değiştirilmesi, bütün öteki hükümlülerle eşit hak sahibi kılınması. Bunda anlaşılmayacak ne var? Onların öncüsü olan insanın içinde yaşadığı koşulların yarın kendilerine empoze edilmeyeceğini… Hem buna güvenemezler hem de onun o koşullarda yaşamasını istememeleri onların kendi asabiyelerinin mantığıdır. Bunu anlamayacak ne var? Üstelik o tecridin yasal olmadığını hepiniz biliyorsunuz arkadaşlar. Ne yazık ki, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın yaptığı açıklama meri hukukumuz bakımından baştan sona yanlıştır, hükümlülerin avukatlarıyla ve noterlerle görüşmelerini kısıtlayan hiçbir yasal hüküm yoktur, idarenin keyfine bırakılmış hiçbir hüküm yoktur. Ben kendim 14 yıl cezaevinde yattım, bunun 8 yılını hükümlü olarak yattım, son güne kadar avukatımla görüştüm. O gün bugünkünden daha kötüydü infaz hukuku koşulları. O zaman niçin bugünkü koşullarda böyle bir hüküm varmış kabul edelim.

 

Ve nihayet ana dilde eğitim… Elbette bunu talep edecekler ve onlar da sizin benim kadar boyunlarının üzerinde baş taşıyorlar ve bugünden yarına çözülmeyeceğini biliyorlar ama buradan, Hükûmetten buna yönelik bir yaklaşım bekliyorlar.

 

Başbakan halkımıza ettiği hakaretin karşılığını alacak

 

Şimdi, bütün bunlar sahici taleplerken, yaşadığımız sahici bir grevken bu ölümler olmasın arkadaşlar. Bakın, ben içten gelerek, bütün samimiyetimle söylüyorum: Bir tek insanın, bu cezaevlerinden cenazesinin çıkması hâlinde, doğacak olan öforiyi, doğacak olan içten taşma arzusunu, halkta kabarmış olan bütün bu duyguları göz önünde tutun ve bütün bunlardan hayırlı sonuçlar doğmayacağını benden önce siz akledeblirsiniz.

 

Başbakan, insanları açlıkla ve ölümle test etmek istiyor. Bu testi yüzlerce kere kazanmış olan insanların, son bir defa daha kazanmaya kalkışmalarına ben şaşmam ama tavsiye etmiyorum ve vekillerimizin başlattığı “Açlık grevini bize devredin, bu grevi biz sürdürelim.” tavrını alkışlayacak, bunu onaylayacak yerde, onları hakir görmeye çalışmasını, Başbakanın, bu insanlara karşı, halkımıza karşı, Kürt halkına karşı yapılmış en büyük hakaret olarak görüyorum ve bu hakaretin cevabını Kürt halkından alacağından, Türkiye’nin demokratlarından alacağından şüphesi olmasın.