Aliağa, Şiddet, Zulüm, Irkçılık ve Ayrımcılık evidir!

BDP Mersin milletvekili Adalet Bakanlığının Aliağa Çocuk Cezaevi’ndeki ihlallerle ilgili yalanlamasına karşılık verdi: “Pandoranın kutusu açıldı, içinden fesat, zulüm, sevgisizlik, şefkatsizlik, ayrımcılık çıktı.”

sakranİzmir Aliağa (Yeni Şakran) Çocuk Cezaevi’ndeki  süreçle ilgili insan hakları, çocuk hakları ihlalleri buna karşı gelişen tepkiler karşısında hem Adalete Bakanlığının yaptığı açıklamayla ilgili bir açıklama yapma ihtiyacı doğdu hem de ben dün cezaevini doğrudan doğruya ziyaret ederek burada  4 koğuş ve müşahedede çocuklarla görüştüm. Buradan elde ettiğim sonuçları da dün çıkışta basın mensuplarıyla paylaşmıştım. Bunlarla ilgili de bir derli toplu açıklama yapmak istiyorum.

 

Birinci nokta Adalet Bakanlığının yaptığı açıklama ne yazık ki kamuoyunun aydınlanması, çocukların haklarının korunması ve Türkiye Büyük Millet Meclisi ve milletvekillerinin bu süreçle ilgili girişimlerinin desteklenmesi bakımından hiçbir işe yaramayan, esasen gerçekleri örtmeye yönelik bir açıklamadır. Bu açıklamayla karşılaştığım için doğrusu üzgünüm.

 

İkincisi, Adalet Bakanlığının bu açıklamasına benim cezaevleri komisyonu üyesi olmaklığımı bir suç ortaklığı haline getirmek için yaptığı beyhude çabayı da esefle karşıladığımı söylemek istiyorum. Önce buna cevap vereyim. Ben evet Aliağa Cezaevini ziyaret eden İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun üyesiyim. Ancak hem 7 Ocakta bu ziyaretin hemen sonrasında hem de bu ziyaret sonrasında komisyonun yazdığı rapora karşı itiraz muhalefet şerhinde bu cezaevindeki insan hakları ihlallerini çok açık bir biçimde ifade ederek şöyle demiş olduğumu hatırlatmak istiyorum, vaktinizi almak pahasına.

 

Öncelikle “Aliağa T Tipi Cezaevi ve Kadın Cezaevi’ni inceledikten sonra AKP Milletvekili Hamza Dağ ile ben Kırıklar’a gittiğimiz için çocuk cezaevi incelemesinde bulunamadık.”- bu konuda basın toplantısı yapmış olduğumu hatırlayanlar vardır- “Ancak kuruma girişte bütün mahpusların son derece onur kırıcı ve zalimane bir şekilde arandıklarını çırılçıplak kalmaya zorlandıklarını, bu sırada kadın erkek fark etmeksizin mahremiyetlerinin hoyratça ihlal edildiğini konuştuğumuz kadın erkek, siyasi-adli fark etmeksizin bütün mahpuslardan dinledik. Mahpusların en çok yakındıkları uygulamalardan biri de gardiyanlarla yöneticilerin kendileriyle iletişim kurma tarzı. Kendilerine her zaman saldırgan bir biçimde adlarıyla değil lan diye hitap edilmesi ve sistematik bir taciz altında yaşamak zorunda bırakılmaları koğuşlarına her giriş çıkışlarda ayakkabıları ve ağız içlerinin aranması mahpusları bezdirdiğini gözlemledik” dedikten sonra şöyle bir yargıya varmışım basın toplantısında:  “Genel olarak Aliağa cezaevleri yerleşkesinde modern ve düzenli bir görünüm altında klasik zindancılık uygulamasını süre gittiği ve mahpusların hak sahibi yurttaşlar değil düşman olarak görüldüklerini saptayarak ve halkı, mahpus yakınlarını, insan hakları kuruluşları ve yetkilileri uyarmak isterim” demişim.

 

Adalet Bakanlığı bu incelemeye katıldığımı söylemekle yetinmemeli bu açıklamayı da zikretmeliydi.  Çünkü ben onlara verilen insan hakları inceleme komisyonu raporunu kabul etmiyorum. Bunu kabul etmediğimi de muhalefet şerhinde ifade ettim. İncelemede uygulanan yöntemin baştan aşağıya saçma olduğunu belirttikten sonra yine burada söylediğim  şeyleri büyük ölçüde tekrar ederek şunu söylüyorum:

 

 

“Hep birlikte dinlediğimiz kadın-erkek, adli-siyasi bütün mahkumların -tekrar ettiğim şeyleri tekrar ediyorum-, raporda ve komisyonumuzun bu uygulamaları göz önüne alarak ceza hukukunda suç  olarak nitelenen ve cezayı gerektiren bu davranışın cezaevlerinde mahpuslara uygulandığında da suç olarak görüleceği ve buna imkan veren mevzuatın özellikle ceza tüzüğünün mahpus hakları gözetilerek değiştirilmesi gerektiğine raporda yer vermesi doğru olurdu” diyorum.

 

Bu iki belgeyi sizlere dağıttım.

 

Diyeceğim şudur arkadaşlar. Adalet Bakanlığı ne yazık ki “inkar yiğidin kalesidir” ilkesine sarılmıştır ve olan biteni inkar etmektedir. Ancak bu arada bir tane doğru şey yapmıştır: İnsan Hakları inceleme kurulunu cezaevini gezmeye davet etmiştir. Tabii bu davete memnuniyetle icabet edeceğim. Ancak bu arada yapılan açıklamaların da neden yanıltıcı olduğunu söylemek istiyorum:

 

Birincisi Adalet Bakanlığı açıklamasında iki çocuktan söz ederek bunların “yağma” suçundan yargılandıklarına atıfta bulunmaktadır. Bu, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesine aykırıdır.  Haklarında kesinleşmiş mahkeme hükmü olmayan çocukları -ki olsa da fark etmez – yasa ihlallerinden yola çıkarak damgalama, etiketleme ve teşhir yoluna gitmiştir. Çocukların hangi suçtan yargılandığı değil hangi muameleye maruz kaldıklarıdır tartışma konusu. Bu tartışmayı çocukları “yağmacı” diye niteleyerek çelmeye çalışmaktadır Adalet Bakanlığı.

 

Çocukların hortumla dövüldüklerine ilişkin müracaatları olmadığını söylemektedir. Bu çocuklar herhangi bir müracaattan sistematik olarak caydırılmaktadırlar. Kaldı ki bu açıklamayla birlikte İzmir ÇHD şubesi bir müracaatta bulunmuş olmaktadır. Adalet Bakanlığının bu müracaat hakkında ne yaptığını söylemesi gerekirdi.  Bunu yapmamıştır.

 

Bu çocukların 283 kamera ile izlendiği söylenmiştir. Kamera ile izlenmeyen bölümler [vardır] müşahade odaları ve idaredeki yetkililerin odalarında kamera yoktur. Çocukların tutuldukları yerde kamera yoktur. Zaten işkence ve darp da burada yapılmaktadır. Bütün çocuklardan bir müşahade öyküsü dinledim. Müşahede şu: Gözlem altında sözüm ona birkaç gün ya da birkaç saat tutulduktan sonra çocukların koğuşlara sevk edilmesi için yapılmış birer kişilik hücreler bunlar. Bir yatak ve odayı muazzam pis kokularla dolduran bir açık helanın bulunduğu bir yer. Bu çocuklar darp ve zulme burada uğruyorlar ve bu yerlerde Adalet Bakanlığının açıklamasından tamamen farklı olarak sadece 5 gün değil, 5 günden iki aya kadar varan sürelerle tutulabiliyorlar ve buradaki zamanları sürekli olarak onur kırıcı muamele ve işkenceyle geçiyor.  Adalet Bakanlığı doğru söylemiyor, gerçeği araştırmıyor, gerçeği ortaya çıkartmaya çalışmıyor. Öte yandan Adalet Bakanlığı bu yaptığı açıklamada bu süre zarfında bütün bu kamera kayıtlarını incelemiş değildir. Doğrudan doğruya kendileri soruşturmaya tabi olacak yöneticilerin sözlerine itibar ederek kamuoyunda bizleri ve çocukları yalan beyanla suçlamaktadır.

 

Çocukların “Ercan” diye bir müdür tarafından dövülmediğini söylemektedir. Ercan diye bir müdür yoktur. Çocuklar bunun müdür olup olmadığını bilemezler. Ercan diye bir idare memuru vardır. İdare Memuru işkencelere katılmıştır bunu da savcıdan bizzat böyle bir kişinin olduğunu duyarak tespit ettim.

 

Çocukların tedavi haklarının engellenmediği söylenmektedir. Engellenmektedir. Çocukların hepsi -30’dan fazla çocukla konuşma fırsatı buldum- bir yerleri ağrıdığında sızıdığında, hekim ilgisine muhtaç olduklarını hissettikleri hiçbir durumda hekimle görüştürülmediklerini, hastaneye gönderilmediklerini, kendilerine ilaç verilmediğini, günler haftalar sonra hastaneye götürüldüklerinde de çoğu kez doktorların yerinde olmadığı için geri döndüklerini söylemektedirler. 17 kere hastaneye gitmiş olan gözünden rahatsız olan çocuğun 17 kere hastaneye gitmesinin sebebi Ankara’dan gelmesi gereken bir yazının hastaneye 17 seferinde de gelmemiş olmasıyla ilgilidir. İdarenin hatası, idarenin eksiği, idarenin savsaklaması yüzünden 17 kere hastaneye giden bir çocuk 17 kere bakılmış değil 17 kere bakılmamıştır. Bütün bunları “gerçek” diye Adalet Bakanlığı söylüyor. Dilekçelerinin alınmadığı doğru değildir diyor. Alınmadığı doğrudur. Bu çocuklar kendi durumlarını şikayet eden pek çok dilekçeyi pek çok makama yazmışlardır. Bunların hiçbirisi bize gelmemiştir. En azından İnsan Hakları İnceleme Komisyonumuza gelmesi gerekirdi. Ama gelmedi.

 

Çocuklardan birinin baskılar yüzünden intihara teşebbüs ettiği iddiasını Adalet Bakanlığı şöyle geri çeviriyor. İncelemişler, çocuğun “can sıkıntısı nedeniyle çamaşır suyu içtiğine” karar vermişler. Şimdi arkadaşlar ben hepinize sormak istiyorum.  Canı sıkıldığı için çamaşır suyu içen bir çocuğunuz var mı, tanıdığınız var mı herhangi bir yerde? Herhangi bir insanın canı sıkılınca aklına çamaşır suyu içmek gelir mi? Çocuğun sırf dayaktan kurtulmak ve kendisine zulmeden gardiyanların adını verememekten ötürü “çamaşır suyunu can sıkıntısından içtiğini” söylemesine Adalet Bakanlığının sarılmaması, bu tuhaf acayip saçma sapan durumun ortaya atılması için uğraşması gerekirken çocuğa zorla söylettirilen “canım sıkıldı da ondan çamaşır suyu içtim” ifadesini bize kanıt diye göstermektedir.

 

Askerlerin hastaneye sevk sırasında kötü muamele yapmaları tekil bir olay değildir, bir istisna değildir. Konuştuğum bütün çocuklar hastaneye gidiş gelişlerinde hakaret, aşağılama, darp ve kolları bükülerek araçlara sokulma, çıkartılma şeklindeki haysiyet kırıcı ve can acıtıcı, incitici muameleyle karşı karşıya kaldıklarını söylediler. Bu öyküyü 30’a yakın çocuktan 30’a yakın kere dinledim.

 

Aktivitelere katılmaktan çocukların men edilmediği doğru değildir. Çocuklar katılacak aktivite bulamamaktadırlar. Esasen iki aktivite sürmektedir cezaevinde: Birincisi bilgisayar, ikincisi İngilizce kursu.  Çoğu okuma yazmadan yoksun ya da bu konularla ilgilenmeyen çocuklar bu kurslara gitmek istemedikleri zaman esasen zulüm başlamaktadır. Bu kurslara gitmeyen çocukların hepsi kurs süresince müşahedeye alınmaktadır. Bunların müşahede dedikleri şey hücre hapsidir. Çocuklara yönelik olarak hücre hapsi verilemeyeceği kanunlar tarafından kayıt altına alınmıştır. Hücrenin bir tane penceresinin olması onu hücre olmaktan, çocukları izole ediliyor olmaktan çıkartmaz. Bu hemen hemen bütün çocukların başına gelen şeydir.

 

Adalet Bakanlığının “etnik kökene göre işlem yapılmadığı” konusundaki iddiası baştan sona yanlıştır, doğru değildir. Bu cezaevinde kalan çocukların yüzde 90’ı Kürt ya da Roman’dırlar. Kürt çocuklarla ya da başka kökenden çocuklarla beraber aynı koğuşlarda kalmaktadırlar. Bir arada kaldıkları koğuşlarda çocuklar arasında son derece yakın bir dostluk ve yoldaşlık olduğunu gördüm. Zaten ayrımcılık iddiası bununla ilgili değildir. Ama bu çocukların şarkı türkü söyledikleri her durumda kendi anadillerinde, gardiyanlar tarafından “siyasi eylem yapıyorlar”, “slogan atıyorlar” diye koğuşa girilip meydan dayağından geçirildiklerini bana Türk çocuklar anlattılar. O yüzden inandım, inanmaya devam ediyorum, bütün halkın da bunu bilmesi gerekir. Buradaki gardiyanların büyük çoğunluğu esasen ırkçı, dışlayıcı siyasi eğilimlere sahip kesimlerden gelmektedirler ve bu çocuklarla etnik kökenleri dolayısıyla siyasi karşıtlık kurmaktadırlar, çocukların hepsine “terörist” diye seslenmektedirler. Çocuklara “terörist” oldukları söylenmektedir. Bu çocukların siyasi eylemleri hemen hemen hiçbirinin yoktur, alelade suçlardan tutulmaktadırlar. Ama kimlik bilinçleri vardır ve kimlik bilinçleri olduğu için de kendilerine yapılan hakaretlere kafa tuttuklarından her seferinde her hakareti ardından bir dayak izlemektedir. Burada açıkça bir etnik ayrımcılık, bir ırkçı, kendiliğinden aşağıdan bir ırkçı yaklaşım vardır. Adalet Bakanlığı kimseye “ırkçılık yapın” demiyor olabilir ama yapılan ırkçılığı görüp, anlayıp  buna karşı tedbir almaktan kaçınmaktadır. Adalet Bakanlığının yaptığı açıklamaya yanıtlarım bunlardır. Bu belgeler de elinizdedir.

 

Ben bu cezaevini gözümle gördükten sonra vardığım sonucu size şöyle açıklayabilirim. Bu cezaevi ve buna benzer çocuk cezaevleri tam bir fiyaskodur. Bu cezaevlerinin arkasındaki kuruluş mantığı ve buraya taşınan tretman yaklaşımı Avrupa deneyiminden çeşitli uluslararası deneyimlerden tercüme edilmiş olabilir, niyet iyi olabilir. Fakat bu cezaevleri ehil olmayan personel ve adil olmayan bir tretman yaklaşımı sonucunda birer eziyet evine dönmüştür, bundan hiçbir şüphem kalmadı bu ziyaretten sonra.

 

Cezaevine girişten başlayarak koğuşlarda kalmaya, ziyaretlere , hastaneye sevke, sosyal faaliyetlere kadar her an bu çocuklar dışlayıcı tutumla yüz yüzedirler. Onurlarını korumak için yaptıkları her çıkıştan sonra da eziyet çoğalmaktadır. Cezaevinde taciz ve tecavüz iddialarını bu çocuklardan da dinledim. Hepsi yansıtarak anlattılar: “Bana yapılmadı ama ben duydum.” Lakap verdiler: “Bana yapılmadı ama Suriyeliye -lakabı Suriyeli olan bir çocuk- yapılmış.” “Bana yapılmadı ama arkadaşımı cinsel koğuşa göndermekle tehdit etmişler.”

 

Bu cezaevinde “cinsel” denilen suçlar neyse ben onu da anlamış değilim. “Cinsel” denilen suçlardan hapsedilmiş çocuklar ayrı bir yerde bir arada tutuluyorlar. Burası bu cezaevinin korkuluğudur. Çocukları bir şeyle korkutmak istedikleri zaman gardiyanlar ve yöneticiler “seni cinsel koğuşa atarım, seni cinsel koğuşa veririm” diye çocukları tehdit etmektedirler. Oğlan çocuklarına böyle bir tehdit yapıldığında bunun neyi ima ettiğini hepimiz anlıyoruz ve bu cezaevinde eğer böyle bir taciz tecavüz olmuyorsa bile taciz, tecavüz imasının kendisinin bir korkuluk olarak kullanılmış olmasının kendisi başlı başına çocuğa karşı bir suçtur.

 

Bu çocukların öte yandan cezaevi yönetimi ve Adalet Bakanlığı tarafından “suçlu” olarak görülmelerini ben kabul edilemez buluyorum kanunlar karşısında ve Türkiye’nin altına girdiği uluslar arası anlaşmalar bağlamında. Çocuk ile “suç” arasında modern yasa ilişki kurmuyor. Onları “kanunla ihtilaf halindeki çocuklar” diye tanımlıyor. Dolayısıyla suç ile onların kimlikleri arasında bir ilinti kurmak modern pedagojiye modern çocuk yargısına baştan aşağıya karşıt bir tutumdur. Ama  Adalet Bakanlığı kendisini bu tutuma bağlamış görünmektedir. Bunlar “suçlu, iflah olmaz çocuklar” diye bakılmaktadır. Bunların iyileşmesi için hiçbir şart da ortada yoktur. Hepsi evlerinden yurtlarından binlerce kilometre uzağa taşınmışlardır. Anne babaları ile ilişki kuramazlar, yoksuldurlar. Kantinden yiyecek alıp karınlarını doyuramazlar ve idarenin verdiği yiyecekle doymadıklarını her çocuktan dinledim. Bunu da çok iyi anlıyorum. Hepinizin çocuğu var, hepiniz çocuktunuz. Yemekle ilişkiniz neyse bu çocukların da öyle.  Ancak günde 4 liralık istihkaka 1 lira daha eklemişler çocuklar için ama bu onların karnını doyurmuyor. Dolayısıyla iaşesinden, ibatesinden, tretmanından, muamelesinden bunlara gösterilen ilgiye kadar neresinden bakarsanız bakın bu Aliağa Cezaevi tam bir fiyaskodur şimdi bu cezaevinden pis kokuların çıkması önlenmek istenmektedir. Ben gelmeden önce bütün çocukların uyarıldığını çocuklardan dinledim. Aslında sohbet de şöyle başladı: “Çocuklar ne var ne yok nasılsınız?” “Çok iyiyiz vekilim, burada bize çok iyi bakıyorlar, aslanlar gibiyiz.” İki soru sonra tabii ki çocuk oldukları için bütün hakikatleri konuştular. Ben de size bunları anlattım. Şimdi dolayısıyla bu cezaevine ben Meclisin, Adalet Bakanlığının, İnsan Hakları Kuruluşlarının, yargı kuruluşlarının ilgisini esirgememesini istiyorum. Bu çabamızın da böyle anlaşılmasını diliyorum. Adalet Bakanlığı bizi siyasi rekabet dolayısıyla böyle yapıyoruz sanıyor. Aslında ben tam tersini söylüyorum. Burada çocuklara yapılan bu muameleden vazgeçilmediği, bütün bu kasti faaliyet sürdüğü için aramızda siyasi çatışma doğuyor. Yoksa çocukların haklarını gözeten bir yönetimle biz ne diye didişelim. Bir an önce çocukların çıkması için uğraşırız. Ailelerinin rahatsız olmaması için uğraşırız. Bütün burada çocukları yatan aileler için bunun nasıl bir kabusa dönüştüğü bugünlerin bizim malumumuz. Onu yapmak istemeyiz. Ben bizim seçmenimiz olan Mersin’den bu cezaevine nakledilmiş olan çocukların ailelerinin ve çocukların kendilerinin Mersin’deki Çakıl Derneğine yapmış oldukları müracaat sonunda bundan haberdar olmuş isem eğer, bunun hesabını sormak benim hakkım. Ben bu açıdan bütün bunlar ayyuka varmadan önce İnsan Hakları İnceleme Komisyonumuza da bununla ilgili kamuoyuna bir şey yansıtmadan evvel bilgi verdim. Ama o kadar ağır çalışıyor ki bizim komisyon, komisyon tertibat alıp bu cezaevine gidene kadar zaten bu konular kamuoyu ilgisinin önüne çıktı.

 

Şimdi artık bir kere Pandora’nın kutusu açıldı. Bunun içerisinden her şey çıktı, bunları tekrar kutuya sokamayız Pandora’nın kutusunu ortadan kaldırmak yani bu kutunun içerisindeki fesat, zulüm, sevgisizlik, şefkatsizlik, çocuklara karşı ayrımcı muameleye son veren bir tretman istemeye mecburuz. Bütün çabamız da bunun içindir.