Bir Devlet Dairesi Daha Kuruluyor

Türkiye İnsan Hakları Kurumu yasa tasarısı üzerine konuşan Kürkçü, TİHK ile yeni bir devlet dairesi kurulduğunu söyleyerek yasayı eleştirdi.

 

BDP GRUBU ADINA ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; konuştuğumuz yasa tasarısının kanunlaşması ya da kanunlaşmaması hâlinde memleket için, halkımız için, insan hakları adına mücadele edenler için ne farkı olabileceğine dair bir örnekten hareket etmek istiyorum.

Engin Çeber, 8 Ekim 2008’te Metris Cezaevinde gardiyanların üzerine çullanarak kendisine günlerce uyguladıkları işkenceler ve meydan dayağı sonucunda hayatını kaybetti. Engin Çeber, daha önce de cezaevine konulmadan önce Sarıyer Karakolunda iki gün boyunca ağır işkenceler görmüştü. Bugün, Adli Tıp raporuyla geçtiğimiz günlerde, 18 Haziranda Engin Çeber’in cezaevinde yediği meydan dayağı, beynine ve gövdesine aldığı ağır darbeler sonucunda hayatını kaybettiğine dair raporla bu durum kesinleşti.

Şimdi, bütün bunlar olurken Türkiye’de bir İnsan Hakları Kurumu yoktu. Şimdi, biz bir İnsan Hakları Kurumu kuruyoruz ve İnsan Hakları Kurumuna işkenceyle mücadele görevi vermişiz bu yasaya göre ancak bu İnsan Hakları Kurumunun yetkisi şu: İhbar ve şikâyette bulunabilir insan hakları konusunda. Bunun bu yasa çıkmadan önceki durum ile bu yasa çıktıktan sonraki durum arasında mağdurlar bakımından hiçbir fark yaratmayacağı ortadadır çünkü ihbar ve şikâyette her zaman bulunabilirsiniz ama proaktif bir İnsan Hakları Kurumu Paris İlkeleri’nde de açıkça belirtildiği gibi uygun gördüğü insan hakları ihlallerine el koyabilir olmalıydı. Eğer biz böyle bir yasa çıkartmış olsaydık işkence duyumunu aldığı an İnsan Hakları Kurumu yöneticileri ve görevlileriyle birlikte derhâl Sarıyer Karakolunun kapısından içeri girer ve işkence gören mağduru o zalimlerin elinden alabilirdi. Bu duyumu aldığı an cezaevine girebilir ve o gardiyanların elinden o insanı alabilirdi. Oysa, şimdi durum, yakınan bir insan hakları kurumu kurmakla ilgilidir, bu kurum Hükûmetin bir organıdır, Hükûmetin bir organı olarak Hükûmete karşı yakınacaktır, yani hiçbir zaman yakınmayacaktır da aslında, çünkü Sezgin Tanrıkulu arkadaşımız da gayet güzel anlattı, ondan önce bütün Türkiye’de var olan, mücadele eden, on yıllardır yoksulların, mazlumların, mağdurların hakları için mücadele eden insan hakları kuruluşları, kendileri bizzat insan hakları savunucuları olarak hakları defalarca, sonsuz kere çiğnenen insanlar gelerek Komisyonumuza görüş bildirdiler. Dediler ki, hepimiz de diyoruz ki, insan hakları, esasen devlet ile birey arasındaki çelişkinin içinden türer, böyle bir kavramdır. İnsanın haklarının devlete karşı savunulması gerekir, çünkü iktidar, erk, güç, adam öldürme tekeli devlettedir. Buna karşı, bireyin haklarının savunulması için insan haklarına ihtiyaç vardır, yani devlet iktidarını sınırlayan bir ilkeler manzumesi.

O nedenle, insan hakları dendiği zaman, devletten uzak, kamunun malı olan ama devletin malı olmayan, kaynağını kamudan alan ama devlete hizmet etmeyen, bütün topluma hizmet eden bir kurumdan söz ediyoruz. Böyle bir kurum kurulmalıdır. Bunu biz kafamızdan icat etmedik. İnsan hakları kavramını da ne biz ne Hükûmet icat etmişti, bu büyük Fransız Devrimi’nden bu yana, İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nin yayımlanmasından, hatta ondan önce Amerikan Devrimi’nden beri bütün medeni dünyanın temel yönetim düsturu. Biz bu düsturu kabul ediyoruz ve bunun çağımızdaki ilerlemelerini de içermeye çalışıyoruz.

Bir insan hakları kurumu, ulusal bir insan hakları kurumu ihtiyacı, esasen Birleşmiş Milletlerin 20 Aralık 1993’te kabul etmiş olduğu bir Genel Kurul kararına dayanıyor. O nedenle, bize bu Genel Kurul kararı yol gösteriyor ve göstermeli. Bu Genel Kurul kararının açık prensipleri var. Eğer hakikaten, dünyanın önünde Türkiye’de insan haklarını koruyan bir ulusal kurum var diyeceksek  her şeyden önce bir bağımsız kurum kurmamız gerekiyor.

Bu tartışma yapılırken, bu komisyonun üyelerinden, İnsan Hakları Komisyonu üyelerinden Profesör Naci Bostancı, hepimizle sanki alay edercesine, insan hakları kurumunun bağımsızlığının aslında Marksizmde bile yeri olmadığını anlatmaya çalıştı. Bu, tıpkı Ali ile Muaviye’nin savaşına benziyor. Muaviye’nin ordusu Ali’nin askerlerini şaşırtmak için mızraklarının ucuna Kur’an yaprakları takmıştı, Ali’nin askerleri şaşırmışlardı. Ama o savaşın üzerinden asırlar geçti, ne biz o saf askerleriz ne de Naci Bey o kadar duruma vakıf.

Bizim burada sözünü ettiğimiz şey, eğer bir bağımsızlıkla sadece bir göreli bağımsızlıktan söz ediyoruz yani bu, şu demektir: Evet, bu devlet netice olarak yurttaşlarının idaresine hakimdir ama bu hakimiyete aşağıdan gelen bir direnç burada bir dizi kuruma göreli bağımsızlık sağlar. Öyle olmasaydı yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrılması, bunların bağımsızlığı söz konusu olmazdı.

Eğer Naci Bey’in dediğine inanacak olursak, o zaman hakikaten en katı anlamda, en kaba anlamda zalim bir burjuva idaresine, bu Hükûmete bu kurumu bağlamaktan söz ettiğini anlarız. Zaten bütün mücadele de budur, biz de buraya bağlanmaması gerektiğini söylüyoruz ve bunun için mücadele ediyoruz. O nedenle, bizi bütün bu kavramlarla kandırmak mümkün değil. Biz, bunun için mücadele etmeye devam edeceğiz, bu yasa çıksa da edeceğiz, çıkmasa da edeceğiz ama yol yakınken, Sezgin Tanrıkulu Arkadaşımızın dediği gibi, bunu geri almak, toparlamak mümkündür çünkü her yerde Türkiye’nin yüzüne vurulacaktır. “Siz Hükûmete bağlı bir İnsan Hakları Kuruluşu kurdunuz. Siz, Hükûmetin yürüttüğü bütün polisiye, askerî operasyonlardan mağdur olan yurttaşların haklarını kendinize bağlı bir başka kurumla takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Biz buna inanmayız. Bize şuradan buradan örnek göstermeyin; Türkiye’deki durumu biliyoruz. Türkiye’de insan hakları ihlallerinin kaynağının ve merkezinin devletin bizatihi kendisi, kolluk güçleri olduğu açık ortadadır.” diyeceklerdir.

Zaten aslında, devletin iyiliğini isteyen bu kurumun bağımsız olmasını diler ki, devlet, ihlaller bakımından dünyada şöhret sahibi olmasın, bu bağımsız kurumlar tarafından denetlensin ve minimize olsun ihlaller. Ama ne yapıyorsunuz? Ben gerekçelendirilmesini de bu kurumun dinledim. Gerekçeler arasında şunlar sayıldı: Mesela “Bakın, Anayasa Mahkemesine Yargıtay kararlarını denetleme yetkisi verdik. Böylelikle AİHM’e gidecek dava sayısı azalacak.” denildi. Yani siz şunu yaptınız: Aslında adil olmayan bir yargı sisteminin sonuçlarının dünya önüne çıkmaması için bir filtre daha koydunuz. Bu da tıpkı bunun gibi, yürütülen güvenlik siyasetlerinin yol açtığı, terörle mücadele siyasetinin yol açtığı ihlaller doğrudan doğruya bağımsız insan hakları kuruluşları tarafından ele alınmasın, bu kuruluşlar tarafından uluslararası kamuoyunun ve Türkiye kamuoyunun önüne taşınmasın diye Hükûmete bağlı bir insan hakları kuruluşu oluşturdunuz.

Ne olacak? Şimdi, şöyle denilecek bundan sonra: “Bakın, Avrupa Birliği ile müzakere sürecinde siz bizden bir ulusal İnsan Hakları Kurumu istemiştiniz. İstememiş miydiniz? Buyurun, kurum burada.” Bunun aslı faslı anlaşılıncaya kadar yıllar geçecek ve bu arada dişleriyle tırnaklarıyla, şiddet ve zulüm altında yıllarca çalışarak kendilerine Türkiye’de ve dünyada saygın bir yer edinmiş olan İnsan Hakları Derneği gibi, İnsan Hakları Vakfı gibi, Mazlum-Der gibi pek çok insan hakları kuruluşu bu sözüm ona ulusal kuruluşun gölgesi altında kalacak, onların mücadeleleri görmezden gelinecek. Yani sadece bir şeyi yapmamış olmakla kalmayacaksınız, başkalarının da yapmasının yolunu kesmiş olacaksınız.

Sezgin Tanrıkulu arkadaşımızın dediği gibi, diyoruz ki: “Gelin, bunu yapmayın, yol yakınken buradan dönelim.” Aslında İnsan Hakları Komisyonundaki arkadaşlarımız, AKP’li arkadaşlarımız da kalplerinden ve vicdanlarından, bizim gibi, biliyorlar ki bu tasarı aslında bu bağlam itibarıyla kadüktür. Her birisiyle şahsen konuştuğumuzda, konuşacak olduğumuzda, vicdanen, bu tasarının Paris İlkeleri’ne uygun olmadığını kabul edeceklerdir. Sadece dünyadaki bazı olumsuz örnekleri bize örnek göstererek “Bakın, ama orada da var, bakın, ama burada var…” Şimdi, o zaman, olumlu örnekler söz konusu olduğu zaman “Bakın, ama bizim şartlarımız özel.” deniyor, bu durum söz konusu olduğunda da en olumsuz örneklere sığınılıyor.

Şimdi, Hükûmetin bu tasarıyı geri çekmesi, onun, hakikaten, insan haklarının Türkiye’de iyileşmesi bakımından bir arzu içerisinde olduğuna dair bir kanıt teşkil edebilir. Gerçi bunun aksine o kadar çok realite var ki, sırf bu tasarıyı geri çektiği için biz insan hakları eleştirilerimizi geri alacak değiliz ama bu bir başlangıç olabilir.

Bu tasarının 2’nci, 3’üncü ve 4’üncü maddeleri, her bakımdan Hükûmete bağlı bir insan hakları kuruluşu kurmayı güvence altına almaktadır. Kurum üyelerinin seçimini, şimdi, bizim itirazlarımız üzerine, birkaç yürütme erki arasında paylaştırmıştır. Hükûmet 7 üyesini, Cumhurbaşkanlığı 2 üyesini, YÖK 2 üyesini,  bir de Barolar Birliği 1 üyesini seçecektir. Bu kuruluşların hepsinin… Barolar Birliği bir meslek kuruluşu olarak özel kanunla kurulmuş bir kurum olmasına rağmen, bir bakıma Hükûmet denetimi altındaki kuruluşlardan bir tanesidir, tamamen bağımsız… Öyle olmuş olsaydı bile, hiçbir şey değişmezdi. Bu 11 üyenin hepsi kendilerinde hiçbir nitelik aranmaksızın sadece devlet memuru olmak için yeterli niteliklere sahip iseler İnsan Hakları Kurumu üyesi olacaklar ve Hükûmete bağlı olarak çalışacaklardır.

Şimdi, Paris ilkelerine geri dönelim. Biz bir şey icat etmiyoruz, hepimiz Paris ilkelerine atıfta bulunuyoruz. Paris ilkeleri, “Bu seçilecek üyelerin insan hakları mücadelesi bakımından tanınmış kişiler olmaları, bunların üniversitelerde insan hakları alanında çalışmalar yaptıklarının bilinmesi, eserleri ve eleştirileriyle bu alanda temayüz etmiş olmaları” gibi özelliklere atıfta bulunmaktadır. Ama bu tasarı, Hükûmete kimi isterse onu İnsan Hakları Kurulu üyesi yapma imkânı vermektedir ve ben eminim, bu yasa böyle geçerse İnsan Hakları Kurumunda İçişleri Bakanlığı müfettişlerini, polis şeflerini, ağır ceza yargıçlarını pekâlâ görmemiz mümkündür, çünkü bunun böyle olmasını engelleyen hiçbir hüküm yoktur. Neye dayanarak bizim dediğimizi yapmayacaktır? Hükümetin ve cumhurbaşkanının nasıl seçimler yaptığını YÖK atamaları sırasında gördük, biliyoruz. Üniversitenin 500 öğretim üyesinden 499’u birine oy veriyor, birisi de 1 tanesinin oyunu alıyor -örneği abartıyorum tabii ki- ama cumhurbaşkanı, o tek oy alan ya da 3’üncü sırada gösterilen, aslında üniversitenin azınlığının desteğine sahip olan kişiyi rektör olarak atamakta tereddüt etmiyor. E, bu durumda da ihlalleri örtmekle tanınmış olan insanları İnsan Hakları Kurulunun üyeliğine atamayacağına dair hiçbir garanti yoktur. Velev ki burada benim gösterdiğim adayların hepsini seçti Hükûmet, cumhurbaşkanı ve YÖK. Dedim ki ben: “Ahmet’i, Mehmet’i, Fatma’yı, Ayşe’yi seçiniz.” ve onlar da seçtiler. Bu dahi hiçbir şey ifade etmez. Çünkü – aşağıda dediğimiz gibi- yetkileri sınırlandırılmıştır, şikâyet yani bir sızlanma kurumu burada oluşturulmuştur. Israrlarımıza rağmen, Hükûmetin tutumlarını -Paris ilkelerinde olduğu gibi- eleştirebilmek, bunlara karşı görüş bildirebilmek, bunlara karşı Hükûmetin dikkatini çekmek… “Bakın, katliamlar artıyor, tedbir alın.” demek gibi bir yetkisi olabileceğine dair hükümler buradan çıkarıldı, bizim bütün ısrarlarımıza rağmen buraya konmadı.

Şimdi, arkadaşlar, o yüzden hakikaten öyledir. Biz, şimdi, Hükûmetin bir İnsan Hakları Kuruluna sahip olacağız. Bu İnsan Hakları Kurulu, aslını isterseniz bizim Meclisin İnsan Haklarını İnceleme Komisyonundan daha az yetkiye ve daha az güce sahiptir ve daha az çoğulcudur. Hiç değilse Meclis güvencesi altında, Meclisteki gücü oranında vekiller İnsan Haklarını İnceleme Komisyonunda yer alabilmektedirler ama burada bunun asla böyle olamayacağına şimdiden garanti verebiliriz. Evet, İnsan Hakları Kurulu doğrudan doğruya bir politik temsile dayanmak zorunda değil ama çoğulculuğu nasıl gözeteceksiniz? İnsan hakları yaklaşımı bakımından çoğulcu olacak, bu çoğulculuğu nasıl güvence altına alacaksınız? Hiçbir şekilde. O yüzden, İnsan Hakları Kurumu üyelerinin Mecliste üçte 2 çoğunlukla seçilmesi talebi, hem bağımsızlığı hem çoğulculuğu şeklen de olsa güvence altına alabilecek olan tek imkândı. Bu imkânı da elinizin tersiyle reddettiniz. Şimdi, kala kala elimizde ne kaldı? Bir devlet dairesi daha kuruluyor; Türkiye’nin devlet daireleri, merkezî Hükûmete bağlı daireleri eksikmiş gibi bir tane daha kuruluyor.

Türkiye tarihinde bu kadar çok merkezsizleşmeden söz eden, bu kadar çok ademimerkeziyetçilikten söz eden ama bu kadar çok iktidarı, gücü, kurumları merkeze toplayan bir başka Hükûmet daha görmüş olmadığımızı söyleyebilirim. Şu an yerel yönetimlerin birçok yetkisi Hükûmettedir, üniversitelerin yönetilmesi Hükûmet kontrolündedir, yargı Hükûmet kontrolündedir, medya Hükûmete yakın iş adamlarının kontrolündedir, Diyanet Hükûmetin kontrolündedir, İller İdaresi Hükûmetin kontrolü altındadır. Hükûmetin kontrolü altında olmayan bir tek insan hakları alanı vardı; Hükûmet, tıpkı bütün diğer alanlarda olduğu gibi, buraya gözünü dikti ve aldı. Nasıl spor kulüplerine gözünü dikiyorsa, nasıl bağımsız bütün cemaatlere gözünü dikiyorsa insan hakları camiasına da gözünü dikti ve buraya kendi bayrağını dikmeye karar verdi.

Şimdi, buradan bir hayır doğar mı? Hükûmet bundan ne hayır bekliyor? Olsa olsa Çetin Altan’ın çok yıllar önce söylediği gibi Türk’ün Türk’e propagandasını yapabilir, Hükûmetin Hükûmete propagandasını yapabilir. Kendisine bir ayna alır, bakar: “Ayna ayna söyle en güzel kim?” “Sensin.” der o ayna ona, Hükûmet de hakikaten buna inanır ama biz ona bir içbükey ayna tutmak istiyoruz, bütün sivilcelerini görmesi ve onları tedavi etmesi için, o ise bunu reddediyor, kozmetikle bütün bunları örtebileceğini sanıyor; böyle bir kozmetik dünyada icat edilmedi. Oluk oluk kan akan bir ülkede “İnsan hakları yolunda gidiyor.” diyecek bir insan hakları kuruluşu kurmak kimi kandırabilir? Bizzat bu yaşamlarını kaybeden, yaşam hakkı ihlaline maruz kalan insanların yakınlarını ikna edebilir mi? Türkiye’de cezaevlerinde her gün meydan dayağı yiyen insanları bu meydan dayaklarını yemediğine mi ikna edecektir? Türkiye’nin her tarafından, bacalarından isyan dumanları tüten cezaevlerinde hayatın iyi olduğuna mı ikna edecektir onları ya da o mahkûmların yakınlarına oğullarının ve kızlarının iyi bakıldığını mı söylemeye yardımcı olacaktır? O yüzden, gelin, bir kere daha hakikaten insan haklarını Türkiye’de merkezî bürokrasinin baskısından, emniyet ve ordunun ihlallerinden koruyabilmek için, hakikaten bağımsız bir kurumun oluşturulması için çaba gösterelim. Bu çabada biz varız, bütün yaz boyunca çalışabiliriz yeter ki Hükûmete bağlı bir İnsan Hakları Kurumu kurmayın.

Bakın, size söyleyeyim, bu İnsan Hakları Kurumuna bütün Türkiye tıpkı Diyanete antiterör vazifesi verdiğiniz zaman cemaatin verdiği cevabı verecektir. Nasıl camilerde terör hutbeleri okuttunuz, insanlar camileri terk etti, sokakta namaz kılmaya başladı, işte onun gibi bu İnsan Hakları Kurumu insan hakları fetvası verdikçe insanlar bu kurumun dışında kendilerine selamet ve gelecek arayacaklardır ve onu bulacaklardır. Türkiye’de insan hakları mücadelesinin soylu ve onurlu bir tarihi var. Bu tarihin içinden mutlaka kendi haklarını koruyacak insanları, kızlarını, oğullarını bulup çıkartacak ve kendisini zulme karşı korumanın başka bir yolunu bulacaktır.