Demokrasi, Özgürlük, Eşitlik, Adalet, Barış için Omuz Omuza

Halkların Demokratik Partisi’nin 15 Nisan 2014  TBMM Grup Toplantısı’nda eşbaşkan Kürkçü “Bu ülkenin Çankaya yolunda, koltuk sevdası için terleyen cumhurbaşkanı adaylarına ihtiyacı yok. Bu ülkenin çözüm ve barış yolunda gerçekten ter döken, emek sarf eden, gece gündüz çalışan liderlere, yöneticilere ihtiyacı var,”dedi.

Kürkçü ve Tuncel Çankaya’da Cumhurbaşkanı Gül ile görüşmeden çıktıktan sonra habercilerin sorularını yanıtlıyor.

Türkiye’nin eşitlik, özgürlük, adalet, demokratik ve sosyal haklar mücadelesi nasıl seyrediyor? Yakın ve orta vadede bizleri nasıl bir mücadele bekliyor? Yerel seçimler partimizin ve başta Barış ve Demokrasi Partisi olmak üzere bütün bileşenlerimizin gelecekteki görevlerini aydınlatan bir genel bilanço çıkartmaya yardımcı olacak kimi sonuçlar verdi.

Bunların en başında, partimizin, bütün linç girişimlerine, saldırılara, yalan ve iftira kampanyalarına, damgalama ve karalamalara, dudak bükme ve hiçe sayma çabalarına karşın, evet ispatı vücut etmeyi başarmış olması var. Doğrusu, partimiz yola koyulurken yolculuğumuzun Kızılay’da, Bağdat Caddesi’nde, Kordon’da, Ofis’te piyasa yapmaya benzemeyeceğini biliyorduk, ama maddi, entelektüel ve siyasi hayatımıza kastedenlerin bu kadar çokluk ve çeşitlilik gösterebileceklerini, ne kadar ayrı cephelerden saldırır görünseler de birbirlerini bir orkestra gibi bütünlemeye bu kadar yatkın olabileceklerini tahmin edemezdik. Ama Urla’da, Fethiye’de, Aksaray’da partililerimizi lince kalkışan ırkçıyla, ona kol kanat geren emniyet müdürüne, linççiye mazeret uydurmak için bin dereden su getiren ulusolcu profesöre,  partimizin bir ortak mücadele alternatifi olarak boy vermesinin geleneksel içe kapanıklılık konforuna son vereceği endişesiyle “sandıktan hiç çıkmasınlar” diye Allaha yalvaranlara, Karadeniz’de, Ege’de, Çukurova’da, Orta Anadolu ve Trakya’da uyuklayan hücrelerini uyandırıp HDP’lilerin üzerine salan Gladyo’culara, bu saldırganlığı önlemekten başka bir görevi olmadığı halde HDP’yi baskı altında tutmak ve gücünü kırmak  için kontrollü  gerginlik siyasetinden medet uman hükümete; AKP ve CHP tabanındaki emekçilere, Kürtlere ve Alevilere kendi seçeneklerine yönelmeleri için yol gösteren sözcülerimizi ve adaylarımızı küçük düşürmek için birbirleriyle yarışan yandaş ve candaş medya erbabına inat seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi, VARDIK,VARIZ,VAROLACAĞIZ

Hiçbir hazırlığı yokken sadece dört ay içerisinde HDP iç hayatımız ve içinde yaşadığımız özgül evrenin koşullarınca bir ölüm perendesi atmaya zorlanmış ve sonuçta ayaklarının üzerine düşmeyi başarmıştır. Mutlak hakikat budur. Bu koşulları hesaba katmaksızın ileri sürülen bütün mülahazalar boş laftan ibarettir. Eskilerin güzel deyişiyle lafı güzaftır. Kulak asmayız.

Öyledir de bu henüz sadece partimiz için ve sadece görece iyi bir şeydir. Yoksulların, ezilenlerin, dışlananların, hakkı çiğnenelerin, özgürlük için yanıp tutuşanların yalnızca küçük bir bölümü HDP’ye evet seni tanıyoruz, sana inanıyoruz demiştir. Şimdi mesele, bu ilk kuvvet merkezinden, bu sadık çekirdekten alınan güçle ileriye doğru atılmak, Türkiye ve Kürdistan’ın mücadele dinamiklerinin dolaysız bir bileşeni haline gelmek, uzak amaçlarımızı güncel mücadelenin ateşinde sınamak, işleyen, çalışan, Türkiye’nin her yerinde var olan bir parti olarak kendi temelleri üzerinde kendisini yeniden kurmaktır. Bunun için bileşenlerimize, başta Barış ve Demokrasi Partisi olmak üzere bütün politik güç kaynaklarımıza güveniyoruz.

Ama en az onlar kadar, HDP’ye, HDP olduğu için gelmiş, siyasete HDP’de gözünü açmış, HDP’nin yerel yönetim adaylıklarını üstlenmiş, kampanyalarında hamallık etmiş bütün kadın ve erkeklerimize güveniyoruz. Yerel seçimler sosyal mücadelelerin içinden doğan güç kaynaklarını bir kirli iktidar mücadelesinin yol açtığı kutupsallık içinde heder etti. Gezi İsyanıyla birlikte siyasete gözlerini açan genç kuşaklarımızın, Ankara’da, İstanbul’da, Adana ve Mersin’de ve başka yerlerde CHP-Cemaat ortaklığının velvelesine kapılarak AKP’den kurtuluş seçeneği diye sağın, ırkçılığın, sermaye baronlarının adaylarının peşine takılmış olması gençliğimizden umudumuzu kesmek için bir neden olamaz. Gençliğe güveniyoruz. Kusuru gençlerde değil, henüz onlar için güven verici bir siyasal ve toplumsal mücadele merkezi haline gelememiş oluşumuzda, AKP’ye yönelik eleştirimizi görünür kılacak araçları yaratamayışımızda, CHP’ye yönelik eleştirimizi anlaşılır kılamayışımızda arayalım.

Her şeye karşın, gerçekler öğreticidir. CHP’nin iç muhasebesinden dışarı dökülen “milliyetçilik” ve “cemaatle işbirliği” eleştirilerini, bizim eleştirilerimizin bir yansısı olarak da düşünebiliriz. Ancak şunu asla aklımızdan çıkarmayalım, partimiz toplumsal ve politik muhalefetin başını çekmek için elinden gelenden çoğunu yapmadıkça, anlamlı bir demokratik ve sosyal muhalefet ortaklığı örmek için yeni siyasetler geliştirmedikçe, başlı başına bir çekim merkezi olmayı ve geleceğin iktidar adayı olduğu iddiasını ete kemiğe büründürmeyi başaramayacaktır. İlk işimiz kendimize çeki düzen vermek, kısa bir seçim sonrası molasının ardından yeniden örgütlenme ve parlamentoda ve parlamento dışında halklarımızın özgürlük ve demokrasi umudunu yeniden parlatmaktır.

Buna çok büyük bir ihtiyacımız var sevgili arkadaşlar. Çünkü, geçtiğimiz yıl Sayın Öcalan’ın açtığı, barış ve demokratik siyaset yolunun doğurduğu umutlar, hükümetin barışı maddi dayanaklara bağlamak için elle tutulur hiçbir adım atmaması, barışın can suyu olan özgürlük ve siyasi katılım alanlarını genişletmek yerine -siyasal İslamcı rakipleriyle tutuştuğu iç savaşın da beslediği- koyu bir baskıcılığa yönelmesi Kürdistan’da giderek yaygın bir bıkkınlık ve umutsuzluk, Türkiye’de ise bir aldırmazlık ve umursamazlık havasının yaygınlaşmasına yol açıyor. Hükümetin cılızlaşan toplumsal dayanaklarını ikame için milliyetçi ve militaristlerle ittifaka yönelişinin barış ve çözümün yeminli düşmanlarının ellerini kuvvetlendirdiğini, zaten çok sınırlı olan çözüm iradesinin giderek zayıflamakta olduğunu görmemek için görme yetimizi yitirmiş olmamız gerekir.

Yerel seçimlerle Cumhurbaşkanlığı seçimleri arasında havada asılı duran soru 30 Mart öncesindeki soruyla aynı: Türkiye demokrasi yolunda mı ilerleyecek, yoksa artan baskı ve yasakların ima ettiği gibi gitgide otoriterleşen, diktatoryal, faşizme açılan bir yönetim altına mı girecek?

Bu sorunun yanıtı, Kürt sorunun çözümü için açılmış olan sürecin nereye evrileceğine sıkı sıkıya bağlı. Seçim sonuçlarının gösterdiği, AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın tutturduğu yolun bir çıkmaz sokağa yöneldiğidir. Yuvarlamalı, toparlamalı hesaplar kimseyi başta AKP’yi yanıltmamalıdır. Bizzat Erdoğan’ın bir tür referanduma dönüştürdüğü seçimler, hükümet partisinin siyasal konumunu korusa da toplumsal desteğinin daralmakta olduğunu açıkça ortaya koydu. Eğer bir yıldan buyana yaşanan çatışmasızlık ortamı ve süregiden çözüm süreci olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yolsuzluklarına bulaştığını artık saklayamayan hükümet asla ayakta kalamazdı.

Son 30 yılın siyasi tablosuna göz attığımızda Kürt sorununa çözüm getiremeyen bütün iktidar partilerinin birer siyasi kadavraya dönüştüğünü görürüz. Özal’ın ve Yılmaz’ın ANAP’ı, Süleyman Demirel ve Tansu Çiller’in DYP’si, Bülent Ecevit’in DSP’sini hatırlayın. CHP’nin Kürdistan’da bir tabela partisi olmaktan öteye gidemediğini, MHP’nin esasen yok hükmünde olduğunu akılda tutun. Eğer aynı yolda devam edecek olursa AKP tabelalarının ineceği günler de çok uzakta değildir.  Kürt Sorunu’nun kalıcı ve demokratik bir çözümü bir başka bahara ertelenebilecek noktayı çoktan aşmıştır.

Cumhurbaşkanlığı tartışmalarıyla, paralel devlet kavgasıyla, yapay gündemlerle Kürt sorununu artık idare edemezsiniz. Bu ülkenin temel sorunu Ağustos’ta Çankaya koltuğuna kimin oturacağı meselesi değildir. Asıl mesele şu: Bu ülkede gençlerin birbirlerine karşı mevzilenmeden, binlercesinin doğdukları köylere 20 ‘li yaşlarında bir tabut içinde dönmemeleri için çatışmasızlık nasıl kalıcı hale getirilecek? Çözüm süreci nasıl ve hangi adımlarla ilerletilecek?  Esas üzerinde durulması gereken nokta bunlardır.

Bu ülkenin Çankaya yolunda, koltuk sevdası için terleyen cumhurbaşkanı adaylarına ihtiyacı yok. Bu ülkenin çözüm ve barış yolunda gerçekten ter döken, emek sarf eden, gece gündüz çalışan liderlere, yöneticilere ihtiyacı var.

Oysa hükümetin son aylardaki icraatına baktığımızda gördüğümüz tablo şudur. Kürdistanı dörde bölen Irak ve Suriye Sınır hattının iki yanında da gerginlik var. Çatışma riski giderek artıyor. Özellikle kalekol inşaatlarının hızlandırılması, askeri birliklerin sınır hattında yoğunlaşması ve kalekol inşaatlarını protesto eden halka sert müdahalelerde bulunulması gerginliği arttırıyor. Bunlar çözüm hedefi ve niyeti olan bir hükümetin uygulamaları olamaz. Çözüm isteyen bir hükümet kalekol yapmaz, sınıra asker yığmaz. Çözümü hedefleyen hükümet sınırda değil, Ankara’da, parlamentoda demokratik yasal adımlarla halkın karşısına çıkar.

Hükümet birer birer Anayasa Mahkemesinden dönmeye başlayan yasalara bakarak Anayasa Mahkemesini havaya uçurma hesapları yapacağı yerde, Anayasa Mahkemesi kararlarını fırsat bilerek bunları toplumsal muhalefetle bir diyalog imkânı olarak da değerlendirebilir. Gerek hükümetin aldığı idari sosyal medya yasaklarının kaldırılması, gerekse HSYK yasasında yapılan kısmi değişikliklere “gayrı milli” diyerek karalama çabaları “Ergenekon” ağzıyla konuşmaktan başka bir şey değil. Anayasa mahkemesi, bir mahkemeyse aslında hükümet ve parlamento tarafından vermekten kaçınamayacağı kararlara hükmetmek zorunda bırakılıyor. Evet, temel hak ve özgürlükler konusu, gerçekten de “gayrı millidir”. Yerel mevzuatla devletin taraf olduğu uluslararası insan hakları sözleşmelerinin çatışması halinde uluslararası anlaşmaların geçerli olacağı bir Anayasa hükmüdür. Hükümetin sosyal medya yasaklarını Twitter’ın ve Youtube’un sahibi olan uluslararası şirketlerden vergi alma mecburiyetiyle gerekçelendirmesi sadece gülünçtür. Yıllık 50 milyon dolar mesabesinde olduğu varsayılan bu miktarın kat be kat fazlasını uluslararası konsorsiyumlara, teşvik, vergi iadesi ve benzeri yollarla bağışlayan bir hükümetin derdinin vergi hakkı olduğuna inanmak için çok saf olmak gerekir. Konu, hükümetin ve Erdoğan’ın kurtulamadığı kuyruğu “yolsuzluk” soruşturmalarını ve “yolsuzluk” iddialarını durdurmak için medya ve sosyal medya üzerinde kontrol kurma ve yargıyı hükümete bağlama çabalarının Anayasaya ve uluslararası insan hakları sözleşmelerine uymamasıdır. Aynı şeyin bugün görüşülmekte olan MİT yasasının da başına gelmesi mukadderdir. MİT Yasasında öngörülen ve TBMM’deki AKP çoğunluğunca geçirilmeye başlanan değişiklikler, Türkiye’nin uymayı taahhüt ettiği AB Kopenhag kriterleri ve Avrupa Konseyi’nin ve Anayasa’nın kişi hak ve özgürlükleriyle, idarenin yargı denetimine tabi olması kriterlerine temelden aykırıdır. Bu haliyle geçirilse bile bir kez daha Anayasa Mahkemesince bozulması mukadderdir.

Esasen Tayyip Erdoğan’ın kendisini, iş ve siyaset alemindeki gözdelerini, haremini ve yakınlarını korumak kaygısının egemen olduğu bu yasama teşebbüsleri daha çok Abdülhamid’in Yıldız İstihbarat Teşkilatını andırıyor:

O dönemde gelişen iç ve dış olaylar, Abdülhamid’i, doğrudan kendisine bağlı bir istihbarat teşkilatı kurmaya sevk etmişti. Bu olaylara örnek kendi veziri dahi başkalarının adına ve devlete karşı çalışır olmuştu. Bunun sonucu olarak Yıldız İstihbarat Teşkilatı kuruldu. Teşkilat, emsallerinden farklı olarak devlete değil tek bir kişiye, Abdülhamid Han’a hizmet veriyordu. Teşkilat daha sonra, Abdülhamid lehine çalışanlar ve aleyhine çalışanlar olmak üzere ikiye ayrıldı. Teşkilat, ülke içerisinde özellikle Ermeni komitacılara karşı istihbarat faaliyetlerinde bulunmaktaydı. Bununla beraber yurt dışında da oldukça iyi organize olmuştu. Paris, Roma, Londra gibi çeşitli merkezlerde, başta Jön Türkler olmak üzere, saray aleyhtarı kişi ve kurumları yakından takip etmekteydi. Çok kısa sürede geniş bir coğrafyaya yayılan hafiyeleri sayesinde saraya, ayda 3000’den fazla jurnal gelmekteydi. Teşkilat, 1908 yılında Abdülhamid Han’ın tahttan indirilişine kadar faaliyetlerine devam etmiştir. Abdülhamit tahtan indirilince Enver paşa ve tayfası tarafından yıldız istihbarat teşkilatı kapatılmıştır. Döneminde, teşkilatın icraatları için jurnalcilik ya da ispiyonculuk tanımlarını kullanarak karşı çıkanlara cevaben Abdülhamid, hatıratında bu kurumun kuruluşuyla ilgili şöyle demektedir:Yabancı devletler kendi emellerine hizmet edecek kimseleri vezir ve sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişlerse, devlet emniyet içinde olamazdı. Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir İstihbarat Teşkilâtı kurmaya, bu düşünce ile karar verdim. İşte düşmanlarımın Jurnalcilik dedikleri teşkilât budur.

Türkiye’nin Tayyip Erdoğan yönetiminde dönüp dolaşıp geriye, hiçbir yasa ile sınırlanmak istemeyen sultanların çağına bakma hevesleri için Osmanlı Sultanlığı’nın çöküşünün bir temel nedeninin de istibdat yani yasa tanımayan bir despotluk oluşu olduğunu hatırlatmak bir işe yarar mı?

Şimdi çözüm ve barış ile yükümlü bir hükümetin bu baskı yasalarını çıkartıp bütün bunların aslında çözümü güvence altına almak için yapıldığını söylemesine, biz ancak gülebiliriz çünkü bu yasa çözüm görüşmeleri ile ilgili olarak sadece kendi personelini güvence altına alıyor ve üstelik sadece onları güvence altına aldığını da düşünemeyiz

Bu yasa çözüm görüşmelerinden çok hükümetin Suriye içlerinde sevk ve idare ettiği gizli operasyonlar sırasında El Nusra ve El Kaide güçleriyle ilişki kuran personelini gelecekteki soruşturmalardan kurtarmak dışında hiçbir şey amaçlamıyor. Hükümetin son zamanlarda medyaya düşen marifetlerini hatırlayalım. Suriye’de bir saldırı tertip etmek için yapılan zihin egzersizlerini, Amerikalı gazeteci Seymour Hersh’ün ortaya attığı Türkiye’den giden hammadde ile imal edilmiş ÖSO ve diğer çetelerin elindeki sarin gazı kullanımı ve bunula birlikte ortaya çıkmış olan katliamları hatırlayın, o zaman tabi güvence altına alınması gereken çok fazla sayıda personel olacağı için yasaya bu hüküm eklenebilir.

Bizim vekillerimiz İmralı’ya gidip gelen temsilcilerimiz sadece ve sadece halka bağlıdırlar, devletin kendi adamlarını, Tayyip Erdoğan’ın kendi unsurlarını, kendi elçilerini kendi işbirlikçilerini güvence altına almak için çıkarttığı bir yasa bizim için bir güvence değil olsa olsa bir tehdit olabilir, o yüzden bizi kimse kandıramaz.

Barış ve Demokrasi Partisi bir yasa tasarısı sundu meclise. Toplumsal müzakere ve barış yasası. Süreci güvence altına alacak olan şey budur, parlamentonun sürece dahil olmasıdır, bir yasaya bağlanmasıdır, sürecin bu hükümet kalsa da gitse de güvence altında olması gelen her hükümet tarafından takip edilmesinin en önemli güvencesi budur, biz bu yasanın çıkarılmasını istiyoruz bu yasadan başka hiçbir şey bizim işimizi görmez, o nedenle bizi, kendi güvenlikçileri için çıkartmış oldukları yasa ile avutamazlar, halkı bununla kandıramazlar MİT yasasına da, HSYK yasasına da, sosyal medya yasaklarına da açıkça karşıyız ama biz elimizden geleni yapacağız parlamentodan çıkmaması için, çıkarsa da Anayasa Mahkemesi de bozarsa helal olsun, biz bu bozma kararlarını onaylıyoruz, doğru buluyoruz Anayasa Mahkemesi, her zaman bizler lehine karar vermiş olmasa da eninde sonunda hükümete sınırlarını hatırlatacak olan bir güce ihtiyaç var bu toplumda, Anayasa Mahkemesi kimsenin bu işi yapmadığını gördüğü bir anda görece özerk bir tutum takınarak bu pozisyonu sürdürüyor biz daha çok demokrasiyi güvence altına almak için sadece Anayasa Mahkemesinin değil bütün yargıçların, kamuoyunu oluşturan ve Türkiye’de demokratik bir yönetimi güvence altına alan bütün güçlerin, unsurların aynı biçimde seslerini çıkartmaya devam etmelerini isteriz.

Sevgili arkadaşlarım,

Tayyip Erdoğan hükümetinin yaratmış olduğu savaş tehdidi sadece Kürdistan’da PKK gerillalarıyla hükümetini çatışma halinde olduğu sınır boylarında değil aynı zamanda Rojova’da başlayan devrimin cereyan ettiği Türkiye’nin güney sınırlarında Kürdistan’ı ikiye bölen, batıyı ikiye bölen güney sınırlarının iki tarafında cereyan eden faaliyetlerden de görülebilir. Hükümetin sınıra duvar örme girişimlerini biliyoruz, buna yakından tanık oluyoruz. Şimdi hükümetle yakın işbirliği halinde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin yönetici partisinin de benzer tedbirleri sınır boyunda almakta olduğunu Rojava’yı bir çok yönden kuşatmakta olduklarını görüyoruz. Bu siyaset hiçbir hayır getirmez. Rojava devriminin eksiklerini gediklerini Kürdistani alemde beğenenler olabilir beğenmeyenler olabilir, buna eksik ya da tamam diyenler olabilir. Ama şunu hatırlatmak isteriz. Dün Enfal’in yıldönümüydü. Irak Kürdistanı’nda güneyde esasen Barzan aşiretinin çok büyük çoğunlukla mağduru olduğu bir soykırım Irak hükümeti eliyle devrilen Saddam Hükümeti eliyle uygulanmış 180 bin insan hayatını kaybetmişti. Aynı gerekçelerle kürtlerin kendi özerkliklerini, kendi hayat ve haklarını kendi başlarına idame ettirme ısrarına karşı girişilmiş bir merkezi hükümet saldırısıydı. Şimdi bu saldırı sırasında Kürdistan’ın rakip partileri YNK ve KDP birbirleri karşısında bir mütareke ilan ettiler. YNK bütün bu çatışma boyunca, Enfal boyunca 4-5 yıl süren bu imha ve yok etme harekâtı sırasında KDP ile omuz omuza mücadele etti. Bizzat bu mücadelenin, bu saldırının Enfal’in mağdurları şimdi Rojava’da boğulmak istenen devrimin karşısında değil, onun yanında, onunla omuz omuza o devrimin gerçekleşmesi, onun hem Esad rejiminden hem El Nusra çetelerinden kendi özerkliğini sağlaması için onların yanında olması icap etmez mi? Kürdistan tarihi birçok şerefli sayfa ile doludur bir sürü yenilginin yanı sıra. Bu şerefli geçmişi bir kere daha biz KDP’nin hatırlamasını Rojava’ya karşı Türkiye hükumetinin yanında değil Rojava devriminin yanında olmasını istiyoruz, onunla dayanışma içerisindeyiz. Çünkü Rojava devriminin Suriye’de başlatılmış olan büyük iç çatışmadan ortaya çıkmış olan biricik olumlu şey olduğunu biliyoruz, görüyoruz bölgemizde nasıl esin kaynağı olduğunu nasıl demokratik bir heyecanı yarattığını nasıl Suriye’de ki El Nusra, El Kaide, IŞID çetelerinin saldırganlığı karşısında biricik diri halk gücü olarak kendisini koruduğunu bölgenin diğer halklarına nasıl örnek olduğunu görüyoruz. Özerkliğin, kendi kendini yönetme hakkının devrimci demokratik gelişmelerin kaynağında yer alan bu hareketi Kürdistan’ın bütün partilerinin de selamlamasını istiyoruz, biz Halkların Demokratik Partisi olarak Türkiye’nin bütün demokratik ve Özgürlükçü güçlerinin ortak mücadele merkezi olarak Rojava’ya buradan bir kere daha, bir kere daha selam gönderiyoruz.

O yüzden Türkiye hükümetini duvar ve hendek siyasetinden vazgeçmeye ve Rojava’nın özerkliğini tanımaya Rojava hükümetiyle, kantonlarıyla iyi ilişkiler kurmaya, insani yardım kapılarını açık tutmaya davet ediyoruz, inanınız ki bu Türkiye’deki sorunun çözümü bakımından da son derece önemli bir inisiyatif olacaktır. Ancak hükümet bu noktada da savaş tedbirlerinden vazgeçmediğini bize gösteriyor. Sadece Rojava’ya değil Suriye Ermenilerine karşı, Asurilere karşı ve Nusayrilere karşı girişilmiş olan bütün katliamların lojistik desteğinin Türkiye sınırlarından Suriye’ye doğru aktığı da herkesin bildiği bir sırdır. O yüzden bu siyasete son vermeyi savaş yürüten bir hükumetin barış siyaseti kuramayacağını söylemek istiyoruz.

Öte yandan savaş siyasetine taban oluşturan tekçi ve merkezci görüşlerde hala hiçbir aşınma göstermeksizin varlığını sürdürüyor. İki gündür Diyarbakır’da büyük bir güçle büyük bir destekle yerel yönetimi devralan Barış ve Demokrasi Partisinin önceki eşbaşkanı sevgili Gültan Kışanak’ın ortaya koyduğu yeni yönelişler derhal boğulmak üzere girişime başlandı. Gerek hükümet mensupları gerekse yandaş kalemşörler Gültan Kışanak’ın son derece net son on yıldır Barış ve Demokrasi Partisinin savunageldiği tezlerini şimdi kuvveden fiile çıkartma arzusunu ifade etmesini bir tür linçle bastırmaya çalışıyorlar. Her şeyden önce buradan açıkça ilan ediyoruz. Gültan Kışanak’ın ve Amed halkının yanındayız onların bütün talepleri bizim de talebimizdir.

Ancak bu kadar açık, demokratik, çağdaş, modern dünyanın bütün ülkelerinde neredeyse uygulama halinde olan bir tedbirler bütününü kendi yerel yönetim başkanlığı dolayısıyla gündeme getirme çabasını böylesine bir harp havası haline sokmanın hiçbir anlaşılabilir tarafı yok. Gültan Kışanak’ın söylediği şey son derece basit ve açık. Halk kendi kendini yönetecekse kendi kaynaklarına tasarruf edecek, olmayan kaynakları da merkezi devlet bütçesinden isteyecek, dünyanın bütün ülkeleri, neredeyse batımızdaki bütün ülkeler, Avrupa Konseyi üyeleri, Doğumuzdaki bütün ülkeler neredeyse aşağı yukarı böyle yönetiliyorlar. Bunlar arasında Türkiye bir adacık olarak 1930’lardan kalma devlet teşkilatı modelini sürdürmeye çalışıyor.

Bakın arkadaşlar, mesele asla ve asla petrolden pay meselesi değildir. Çünkü petrol payı zaten Amed’indir. Ama şimdiki uygulamalara göre devletin petrol üretiminden diğer maden çıkarımı hizmetlerinden aldığı “devlet hakkı”nın yüzde 50’si merkezi bütçeye, yüzde 25’i il özel idaresine, yüzde 25’i de köy hizmetlerine aktarılır. Zaten daha şimdiden bu gelirlerin yüzde 50’si yerelde tutulmaktadır. Şu farkla ki, bunlar her ikisi de devlet teşkilatının yerel ayaklarına aktarılmaktadır. Gültan Kışanak’ın söylediği açık ve basit gerçek yerel yönetimlerin bu kaynaklara tasarruf etmesinin hakkı olduğu, seçimle gelen yerel hükümetin yani belediye meclisinin ve başkanının bu kaynaklara tasarruf etmeyi istemesidir. Bu aslında Anayasal bir değişiklik bile değildir. İller İdaresi Yasasındaki bir değişiklikle bugün bütün bu kaynaklar belediyeye döndürülebilir, bunun önünde hiçbir engel yoktur, “vatanın dört bir tarafı”, “oradan gelen buraya nasıl gider” diye bütün bu tuluata boş palavralara da hiç ihtiyaç yoktur. Açın İller İdaresi Yasasını bakın. İl Özel İdaresi Yasası’na bakın göreceğiniz şey yerelde çıkartılan bütün madenlerden elde edilen gelirin yarısının yerelde kalacağını amirdir. Aslında Türkiye’nin devlet teşkilatı modeli şöyledir. Bizim öngördüğümüz her şeyi öngörmüşlerdir. Bunların bir hak alanı olduğunu tespit etmişlerdir sadece bu hakları halka değil devlete bağlamışlardır. Biz tersine çevrilmesini istiyoruz. Halkın hakkını halka, devletin hakkını devlete, adil bir bölüşüm bir ortak proje içerisinde gerçekleşebilir.

Üstelik bu sadece ve sadece Kürtlerin yaşadığı illerin meselesi de değil. Tabi burada on yıllar süren bir asra yakındır süren bir tür sömürgecilik uygulamasının yol açtığı tahribatın tanzimi buradan göçen insan kaynağının buradan sömürülen, soğurulan maddi ve manevi kaynakların bu şekilde telafisi gerekir. Bu bahsi diğer. Bunları ileride konuşuruz. Ama aynı şeylere Enerji Bakanının sözleriyle cevap vereyim. Aynı şeylere evet Antalya’nın da, evet Trabzon’un da, evet Mersin’in de, evet İstanbul’un da ihtiyacı var. Bakın bugün Antalya’da turizm gelirlerinden doğan vergi hakkı yıllık aşağı yukarı 400-500 milyon TL mesabesindedir. Toplanan vergi geliri sadece 10 Milyon TL’dir. (Konuşma sırasında sayılar sehven 400-500 milyar dolar ve 10 milyon dolar olarak ifade edilmişti.) Gerideki büyük muazzam fark şirketlerin hesabına kâr olarak yazılmaktadır. Bu vergileri Antalya yerel yönetimi toplasaydı Antalya’nın kaynağı bugün bir küçük devlet bütçesi kadar olurdu, Antalya halkı da bunu adil olarak üleşebilseydi eğer Türkiye’nin en mamur, müreffeh bölgelerinden birisi şimdikine rağmen olabilirdi. Antalya’nın görünüşteki bütün parlaklığı kıyı boyundaki turizm işletmeleri ve onların çevresinde yaşayan bir avuç insanla ilgilidir. Antalya’nın esas halkı, orada doğup büyüyenler, yörükler oraya daha sonradan göç eden Kürtler, Araplar bütün bu kaynak ziyafetinin yanında açlıktan kavrulmaktadırlar. Kaynaklar böylesine çarçur edilirken bu talebi ortaya koyanlara “vaay devlete ne yapmak istiyorsunuz” diye ayaklanan aslında şu sorunun cevabını vermelidir. Siz halka ne yapmak istiyorsunuz? Niçin halkı soyup soğana çeviriyorsunuz?  Ve onların kendi kaynaklarına ve kendi gelirlerine tasarruf etme talep ve arzularını yasakmış, günahmış, ayıpmış diye ortaya koyuyorsunuz. Yasak olan, ayıp olan sömürüdür, faşizmdir. Utanın be utanın.

Eğer Mersin gerçekten bir özerk yönetime sahip olabilmiş olsaydı şimdi Mersin’in en verimli tarım bölgelerinden bir tanesinde kurulmak istenilen nükleer santral hiçbir zaman kurulamazdı. Mersin’in yüzde 90’ı bu santrale karşı. Ama merkezi idare, Enerji Bakanı Taner Yıldız bu santrali buraya yapmakta kararlı. Niye? Aslında bizim, Türkiye’nin enerji ihtiyacıyla da bunun bir ilgisi yok. On yıl içerisinde bu bitecek, rantabl çalışması için de bir on yıla daha ihtiyaç var. Milyarlarca dolar buraya sarf edilecek, ekonomik ömrü 30 yıl, 30 yıl sonra bunu yok etmek için milyarlarca Dolar daha toprağa gömmeniz gerekecek. Ama buradaki iddia sadece şununla ilgilidir. Türkiye nükleer kulübe katılmak istemektedir. Herkes nükleer kulüpten kaçmak için fırsat ararken nükleer kulübe katılmak istemek ve bir nükleer bomba yapma potansiyelini elde tutmak istemektedir. Hepsi bundan ibarettir ve bunun için Mersin, sadece Mersin değil bütün Türkiye tehdit altındadır. Ama özerk bir Mersin, özerk bir Mersin yerel yönetimi, pekâlâ bunu durdurabilirdi. Aynı şey Karadeniz’in kırlarında HES yapımları için de geçerlidir. HES yapımlarını eğer oralar özerk olmuş olsaydı, merkezi hükümet gelip onları eline çantasını toplayan müteahhite satamaz bütün bu kaynaklar halkın kaynakları olarak kalırdı sadece halkın değil doğanın kaynakları, ayının hakkı için, karıncanın hakkı için, kuşun hakkı için bütün bu kaynaklar halk tarafından yönetilirdi. O nedenle yerel yönetim ve özerk yönetim tartışmasını bu şekilde boğmaya kalkmayın. Kalkılmasın. Akıl fikir sahipleri de oturup bir düşünsünler. Nasıl olacak? Türkiye nasıl olacak da düzlüğe çıkacak. Şimdi Cumhuriyet Halk Partisi de unutabilir kendi yazdıklarını, kendi yaptıklarını. 2002’de ortaya koydukları bir yerel yönetim modeliyle devletin trafik cezalarından elde edeceği bütün gelirlerin yerel yönetime paylaştırılmasını da önermişlerdi. Ha o kaynak, ha bu kaynak. Soyut olarak düşünün. Kaynak kaynaktır. Eğer devlet topluyorsa bu kaynağı bunun yerel tarafından da toplanma hakkını kabul etmek zorundadır. Bu adil sözleşme olmadıkça Türkiye şimdiki cehennemi içerisinde boğulmaya devam edecektir. Ve eğer yerel yönetimlerin özerkliği bu şekilde benimsenebilmiş, kabul edilebilmiş olsaydı Kürdistan’daki belediyeler gibi Türkiye’de bugün çok büyük işçi kesimleri taşeron olarak çalışmaz, çalıştırılmazlardı. Biz Halkların Demokratik Partisi olarak taşeron çalıştırmayı yasaklayacağız ve işçi cinayetlerini önleyeceğiz ama işçi cinayetlerini bu hükümet önleyemez çünkü tıpkı yerel kaynaklara tasarruf edilmesinin karşısında olduğu gibi işçinin kendi artık değerinden doğan zenginliğin kontrolü bakımından söz sahibi olmasına da karşıdır. Bunun pratik anlamı şudur: Sağlık tedbirlerinin, iş güvenliği tedbirlerinin ve ücret politikalarının en kötüsü üzerinden kurulması aslında bugün yeni bir işçi sınıfının doğmasına yol açılmıştır. Bu işçi sınıfına biz kısaca “prekarya” diyoruz. Yani güvencesiz çalışmanın proteleterleri. Türkiye’de bugün artık güvencesiz çalışma bir kural, güvenceli çalışma bir istisna haline gelmiştir. Karşı karşıya kaldığımız bütün işçi cinayetlerinin sebebi aslında güvencesiz çalışmadır ve bu güvencesiz çalışmanın karşısında işçi sınıfının kendi gücünü ortaya koymak ve kendi taleplerini ortaya koymak çabaları da Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından yine bir savaş hükümeti zihniyetiyle bastırılmak istenmektedir.

1 Mayıs’ta Taksim alanının işçilere verilmeyeceğini İstanbul Valisi ilan etti. Geziyi gaza boğan İstanbul Valisi geçtiğimiz yıl diyordu ki. “Taksim’de inşaat var. İnşaat bitsin alan sizin”. İnşaat bitti alan bizim değil. Yenikapı’ya gideceğiz. Niye? Balıklarla miting yapmaya. Öyle yağma yok. Öyle yağma yok. İşçiler nerede Halkların Demokratik Partisi orada olacak. İşçiler 30 yıl mücadele ettiler. 1977’den sonra Taksim’de kendi haklarını haykırmak için. Şimdi bu hak bir İstanbul Valisi Mutlu Bey tarafından ellerinden alınamaz. Vali ne kadar çok hak çiğnerse o kadar mutlu oluyor, biz o kadar mutsuz oluyoruz. O yüzden şimdiden söylüyoruz. Bu Taksim ile ilgili kararınızı gözden geçirin. İşçiler Taksim’de olmayı isterken ne kadar haklı olduklarını bundan 4 yıl önce bütün herkes ortaklaşa paylaşsın.

Tayyip Erdoğan’ın kendisi 1 Mayıs’ı tatil ilan ederken 2010’da taksim alanını gösterilere açarken  “işçinin hakkı olanı verdik” diyordu. 2009’da “ hiç ayaklar baş olur mu” diyordu. Şimdi tekrar yine aynı hikâyeye döndü. Alıştık Tayyip Erdoğan’ın böyle demokrasiyle diktatörlük arasında gidip gelmesine ama biz haklarımızı çiğnetmeye alışık değiliz. O yüzden buradan şimdiden söylüyoruz. 1 Mayıs’ta Türkiye’nin gerilmesini, İstanbul’un gerilmesini, Taksim’in gerilmesini istemiyorsak işçilerin orada bulunma hakkını da koruyacak tedbirlerin şimdiden alınması gerekir. Devletin sık sık sığındığı “izin almak-almamak, halkın düzeninin bozulması, kentin düzeninin bozulması” gerekçeleri de kabul edilebilir gerekçeler değildir. Türkiye’nin tabi olduğu uluslararası mevzuata göre hükümet sadece düzenli gösteriler değil düzensiz gösterileri de gösteri yapanlar açısından güvenceye almakla yükümlüdür. Hükümetlerin görevi toplantı ve gösteri hakkının kullanılmasını sağlamaktır. Yasaklamak istisnaidir, hakların kullandırılması esastır. O yüzden işçilerin haklarının kullanılması önlenmeye çalışılmamalıdır. Buradan daha şimdiden 1 Mayıs’ta işçilerin uluslararası mücadele ve dayanışma gününü kutlayacak olan işçilere dünyanın her yanında ve Türkiye’de kutlu olsun diyoruz. İşçi sınıfının 1 Mayıs’ı kutlu olsun, uğurlu olsun. Birleşen işçiler asla yenilemezler. Zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şeyleri yoktur. Kazanacakları koca bir dünya vardır. O koca dünyayı kazanmak için Kürdü , Türkü, Arabı, Çerkezi, Alevisi, Sünnisi, Ezidisi, Süryanisi hep birlikte 1 Mayıs alanlarında olacağız. Hepimizin yolu açık olsun. Partimizin yolu açık olsun. Yeni mücadeleler bizi bekliyor. Demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet, barış için omuz omuza arkadaşlar. Hepinize iyi günler diliyorum. Hoşçakalın.(15.04.2014)