Faşizmin acısını çekmiş halklar, Türkiye’deki faşizme kayıtsız kalamaz

TBMM Genel Kurulu’nda konuşan Ertuğrul Kürkçü “Avrupa’nın eteklerinde bir faşist diktatörlüğün kurulması ihtimalini faşizmin en çok acısını çekmiş olan halklar dikkatle izlerler ve tavır alırlar. Başımıza gelenlerde bunun payı olduğunu düşünerek belki doğru bir adım atmamız mümkün olacaktır.” dedi.

Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; öneriyi desteklemenin önünde ciddi bir engel yok, bu öneri desteklenebilir. Ancak ben bu önerinin içinde yer aldığı daha genel bir kavram üzerinde anlaşıp anlaşmadığımızı -sabahtan beri yaptığımız tartışmalardan dolayı- merak ediyorum.

Türkiye, kaçınılmaz olarak hem tarihle hem coğrafyayla kendisine -onu yönetenlerin ne düşündüğünden bağımsız olarak- bir nesnel konum dayatıyor. Bu nesnel konum, Türkiye’nin son derece geniş sayıda komşular, uluslararası güçler, uluslararası ittifaklarla örülmüş bir genel, siyasal, tarihsel tutuma sahip olması gerektiği konusunda son derece net bir sonuç veriyor. Türkiye’yi yöneten herkes aslında kendi gönlünde ne olursa olsun eninde sonunda gelip bu tarihsel sınırlara toslar. Devrilmeden önce bütün başbakanların Rusya’ya bir seyahat yaptıklarını Türkiye’de yeterince yaşamış olanlar hatırlarlar. Çünkü ittifak sistemi onları gerçekte olması gereken tarihsel bağlamın dışına taşımıştır. O nedenle yeniden o tarihe müracaat etmek, tarihsel, bölgesel nesnelliğe iade olmak isterler ama vakit çoktan geçmiştir.

O nedenle ben, Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı temel küresel, bölgesel, ulusal meseleler bakımından yeniden bir iç anlaşmaya ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. Biz böyle bir anlaşmaya, böyle bir konsensüse sahip olmadığımız sürece gerek iç politika gerek dış politika Türkiye’de ağır kırılmalar, iç çatışma ve uluslararası çatışmalardan oluşan bir felaketler dizisi olarak gerçekleşebilir. Bugün de Türkiye’ye dışarıdan bakanlar böyle bir tabloyla karşı karşıyalar ve bunun sebeplerini öğrenmeye çalışıyorlar. Neden Türkiye birbirini izleyen bir diplomatik gaflar ve felaketler dizisi içerisinde yaşıyor, neden aslında bundan sadece üç, dört sene öncesine kadar daima süreceği düşünülen yükseliş bir duraksamaya, şimdi de bir kırılma noktasına doğru taşınıyor? Ben, doğrusu, burada, esasen, Türkiye’yi yöneten gücün başlıca sorumluluğu alması gerektiğini düşünüyorum. Adalet ve Kalkınma Partisinin öncülüğünde yürüyen Türkiye dış siyaseti ve iç siyaseti, esasen, Türkiye’nin yüz yıllık tarihî yürüyüşünü kendi doğal akış istikametinden uzaklaştıran bir iç ve dış siyaseti benimsediği için şimdi patinaj yapmakta, şimdi ağır uluslararası ve iç krizlerle sarsılmakta.

Sık sık bize hatırlatılıyor: 15 Temmuz. Evet, 15 Temmuz hakikaten son derece sert bir kırılma noktasıdır ama bunun bir başka anlamı da şudur: İç siyasetin yürüyegeldiği, üzerinde yürümesi gereken ve mümkün olan konsensüsten sapılmasının bunda hiç mi rolü yoktur?

“Uluslararası politikada sıfır anlaşmazlık, sıfır ihtilaf.” diye yola çıkıp şimdi ihtilaf hâlinde olunmamış, bir tek güç bırakmayan bir yaklaşımın sorumluluğu sadece dış dünyada aranabilir mi?

Biraz önce Adalet ve Kalkınma Partisi adına konuşan arkadaşımızı dikkatle dinledim, bize şöyle bir dünya tarif etti: “Herkesin bize düşman olduğu bir dünya.” Şimdi, böyle bir dünyada bence yaşamıyoruz, bir; ikincisi, bu dünya sadece devletlerden oluşmuyor; tam tersine, yurttaşlar, uluslararası kurumlar, sınıf örgütleri, cins temelli örgütler, ekolojik ortaklıklar, emek ortaklıkları; bütün bunlardan oluşan bambaşka bir dünyadayız. Bu dünyayı da aslında insanlar bu 17’nci, 18’inci yüzyıl kabulünü kırarak kurdular. Metternich’in dünyasında değiliz artık. Devrimlerle dönüştürülmüş, dünyanın iki sistemli bir yeni, hiç daha önce görülmemiş bir düzen içinde yaşadığı günlerden buraya geldik. İki kutuplu dünya yıkıldı ama onun yarattığı muazzam birikim hâlâ bizimle beraber yolculuğuna devam ediyor.

Bu birikim bizim için, esasen bizim gibi devletten uzak, devletle daima ihtilaf hâlinde hatta devlet tarafından daima inkâr edilen topluluklar, sınıflar, partiler, güçler için yepyeni bir imkân demektir. Devletle çözemediğimiz meseleleri uluslararası alanda dünyanın diğer yurttaşlarıyla anlaşarak çözmenin imkânını bize veriyor. Zor duruma düşen, mağdur olan, dara düşen bütün partilerin, bütün politik güçlerin aslında eninde sonunda başvurduğu şey budur: Başbakan ve Cumhurbaşkanı sürekli olarak dünyanın mazlum milletlerine niye sesleniyorlar sanıyorsunuz; kendilerini mazlum zannediyorlar. Aslında mazlum dünyaya ait olmadıklarını ben biliyorum ama onlara öyle gözükmüyor. Ama seslerine de bir yankı alamıyorlar ya da bir yankı alıyorlar -çok patolojik bir yankıdır bu. Son beş senedir Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisinde hem Meclisimizi hem de dolayısıyla partimizi temsil ediyorum ve birçok uluslararası meselenin nasıl ele alındığını görüyorum. Adalet ve Kalkınma Partisi sözcüsünün “Bütün dünya, bütün uluslararası sistem bize düşmandır; zenofobiktir, İslamofobiktir, Türkofobiktir.” dediği bu dünyada ne kadar Türkofobik, ne kadar zenofobik, ne kadar İslamofobik varsa Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesinde AKP’nin müttefiki onlardır. İngiliz muhafazakârları, Polonya ve Macaristan’ın sağcı güçleri, Çek Cumhuriyeti’nin sağcıları, Avusturya’nın sağcıları her insan hakları tartışmasında Türkiye’nin çoğunluk partisinin, Hükûmet partisinin temsilcilerinin yanındadırlar. Türkiye’nin yönetici partisinin Avrupa’daki müttefikleri kimlerdir? Bakalım: Theresa May’dir, Sarkozy’dir, Berlusconi’dir, Putin’dir; yani, zenofobik, Türkofobik, İslamofobik ne varsa, neyi temsil edenler varsa onlar Adalet ve Kalkınma Partisinin uluslararası alanda, içerideki ve bölgedeki muhalifleriyle olan tartışmasında onun başlıca destekçileridir. Dolayısıyla, güce dayalı bir dünya kavrayışıdır belki de dün “ak” dediğine bugün “kara” demeye Adalet ve Kalkınma Partisinin iç ve dış politikasını yönetenleri zorlayan. O yüzden, ben derim ki: Gelin, yol yakınken biz başka bir şeye bakalım. Bir: İçeride yeni bir dünya, yeni bir Türkiye, yeni bir hayat, yeni bir yurttaşlık arayanlarla bir müzakere kapısını bütün partiler olarak açalım.

Ama herhâlde bunun için çok geç! Nisan ayının 16’sında bir oylamaya gideceğiz ve Türkiye’de uzlaşma için bin bir çaba gösterenlerin, yeni bir anayasa için pek çok çaba gösterenlerin, özgür yurttaşlık temeline dayalı bir anayasal arayış için çaba gösterenlerin hepsinin bir kenara itildiği ve bir kişinin Meclisin, yargının, yürütmenin ve Silahlı Kuvvetlerin hâkimi ilan edileceği yeni bir başkanlık rejimi için oylama yapılacak. Ümit ediyorum ki bu oylama halkımız tarafından geri çevrilecektir veya bizzat bu oylamayı talep edenler bunun bizi taşıdığı, taşıyacağı muazzam gerilimi görerek buradan geriye doğru adım atacaklardır. İşte, dünyanın başka yerlerinden bizim iç tartışmamızla niye ilgilendiğini merak ettiğiniz insanlar bunun için ilgileniyorlar: 80 milyon nüfusuyla, 1 milyon kişilik ordusuyla, dünyanın 20 büyük ekonomisi içerisinde yer alan iktisadi kapasitesiyle Türkiye yanlış bir yere gittiğinde Orta Doğu yanlış bir yere, Kafkaslar yanlış bir yere, Balkanlar yanlış bir yere gider. Avrupa’nın eteklerinde bir faşist diktatörlüğün kurulması ihtimalini faşizmin en çok acısını çekmiş olan halklar dikkatle izlerler ve tavır alırlar. Başımıza gelenlerde bunun payı olduğunu düşünerek belki doğru bir adım atmamız mümkün olacaktır.

Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)