HDP’den Arınç’a: Birinin Başına Yıkılan Dünya, Herkesin Başına Yıkılmış Olur

Sevgili basın emekçileri, bugün sürmekte olan Kobane protestoları çerçevesinde ortaya çıkan kimi durumları ve hükümet sözcülerinin beyanlarını değerlendirmek üzere huzurunuza çıktık hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

2014-10-07-koban-protestolari-catismalarla-suruyorBiliyorsunuz dün hükümet sözcüsü Bülent Arınç Kobane protestoları dolayısıyla gerçekleşmiş olan pek çok toplumsal olayın sorumluluğunu doğrudan doğruya partimize, partimizin eş başkanına fatura ederek, kabul edilmesi imkansız, galiz bir dil ile değerlendirmelerde bulundu. Her şeyden önce bu dilin önümüzdeki dönemi aydınlatmak, birikmiş olan sorun bulutlarını, çözümsüzlük bulutlarını dağıtmayacağını hiçbir işe yaramayacağını söylemek istiyorum. Böyle başlayan bir konuşma asla ve asla müzakere masasında bitmez bu bir meydan kavgasına yol açar. Biz bu kavgaya talip değiliz. Biz ne hükümetle ne başka bir sosyal güçle kavga yürütmek değil biz çözüm için, barış için bir siyaset yürütmek telaşında ve derdindeyiz. Bir kere hükümet sözcüsü ile aramızda bu açıdan net ve kesin bir maksat farkı var.

Doğrusu Sayın Bülent Arınç’ın dilinin endazesinin olmadığını anlıyoruz konuşmalarından ama daha da önemlisi bu dil sadece bize değil kendisine, partisine, temsil ettiği kitlelere de zarar veren bir dil. “Dünyayı başımıza yıkacağından” söz ediyor, yanlış bilmiyorsam hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz. Birinin başına yıkılan dünya herkesin başına yıkılmış olur. O yüzden insanlar neden söz ettiklerini bilseler daha iyi olur diye düşünüyoruz. Doğrusu bu toplumsal olaylardaki partimizin varsa sorumluluğunu inkâr etmiyoruz. Biz halkımızı Kobane’nin barbar IŞİD çetelerinin tecavüzüne karşı savunmak üzere seslerini çıkartmaya davet ettik.  Bu sesi herkes duysun istedik ve bu sesin de arkasındayız. O nedenle partimizi bir sorumluluktan kaçıyormuş, eş başkanlarımızı bu sorumluluğu taşıyamıyormuş gibi göstermek son derece çirkin ve gerçeklerle de uygunsuz. Doğrusu kendisi bir ağlama kralı olarak memlekette ün yapmış birinin eş başkanımızı öyle bir durumu olmadığı halde gözyaşlarıyla durumu ifade etmeye çalışmakla suçlaması da komik. Şimdi bütün bu itibarsızlaştırma, gülünç düşürme, zora sokma çabalarını siyasetle açıklamak çok zor. Aslında olması gereken, yapılması gereken şey olanı biteni hakikaten anlamaya çalışmak varsa eğer hükümetin de sorumluluğun tespite çalışmak. Nasıl olacak bir karşı karşıya geliş, bir anlaşmazlık bütün yük, bir tarafa, bir kişiye, bir partiye yıkılarak çözümlenmeye,  izah edilmeye çalışılacak böyle bir şey olamaz.

Eğer tablonun tamamına bakacak olursak şunu görüyoruz. Günleri sayacak olursak 6 Ekim’den başlayıp 12 Ekim’e kadar süren toplumsal olaylarda Diyarbakır’da 13, Mardin’de 7, Siirt’te 5, Bingöl’de 4, Antep’te 5, Van’da 2, Muş, Batman, İstanbul ve Adana’da 1’er kişi ya karşılıklı çatışma ya da polis müdahalesi sonucu hayatını kaybetti. Bu kadar büyük kayıplarla sonuçlanmış bir toplumsal gerginliğin anlaşılması hükümetin yaptığı kadar kestirme bir yoldan olamaz. O nedenle biz her şeyden önce bu atışmalara son verip bizim de varsa sorumluluğumuz hükümetin de varsa sorumluluğunun ortaya çıkması için bir Meclis Araştırması açılmasını istedik. Dün dilekçemizi Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına verdik. O yüzden yapmamız gereken şey bu tür meydan okumalar, boş konuşmalar herhangi bir hukuku ve siyasi anlamı olmayan argo edebiyat değil çözüme, barışa, toplumsal yardımlaşmanın, dayanışmanın kitleler arasında yeniden tesis edilmesine yönelik yeni hamlelerin kapısını açmak. O nedenle bu kapının açılması bakımından bu meclis araştırmasını biz hayati önemde görüyoruz. Adalet ve kalkınma partisi bütün araştırma komisyonlarında çoğunlukta olacağı için hiç bundan çekinmemeleri gerekir ama bizde onlarla, öteki politik partilerde onlarla beraber bu araştırma komisyonunda çalışma fırsatı buluruz, olayları aydınlatırız varsa Halkların Demokratik Partisinin bir siyasi sorumluluğu bu siyasi sorumluluğun da ortaya çıkmasından kaçacak değiliz. Yaptığımızın arkasındayız, söylediğimizin arkasındayız hata yaptıysak da hata yaptığımızı biz söyleriz. Bize boyun eğdirmeye, burnumuzu sürtmeye çalışmanın zerre kadar olayların aydınlanmasına ve yeniden müzakere masasının temizlenip çözüme hazır hale getirilmesine hizmet etmez. O nedenle hükümet temsilcilerini uyarmak istiyoruz ve onlara hatırlatmak da istiyoruz ki aslında, Kobane protestoları sırasında ortaya dökülen hepimizin çok açık biçimde gördüğü muazzam öfke birikiminin gerisinde aslında o olaylar öncesindeki hükümet sözcülerinin tutumları çok belirleyici bir rol oynamıştır. Gerek cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan hem başbakan olarak, hem daha sonra cumhurbaşkanı olarak gerek İçişleri Bakanının gerekse Bülent Arınç’ın kendisinin Kobane’deki yaklaşan katliamı, yaklaşan soykırımı hafife alan, görmezden gelen hatta bunlarla dalga geçen yaklaşımları, sözleri halkı derinden yaralamıştır.

Deniliyor ki bize “kalbiniz yaralandı diye bunları mı yapmak zorundaydınız.” Şimdi kimin kalbinin nasıl yaralandığını buradan bakarak bilemezsiniz ama amca çocuklarının, teyze kızlarının, büyükbabalarının veya torunlarının ne yaptığı bilinen, belli olan Musul Konsolosluğunu ele geçirdiği zaman yaptıklarını hükümetin dolaysız olarak bildiği şeyleri on binlerce insana ve ayrım gözetmeksizin yapacağını bilerek bu kuşatmanın, kıskacın daraldığını hissederek bunu izlemek ve hükümetlerinin bu konuda hiçbir şey yapmadığını görmek tersine Cumhurbaşkanının “Kobane düştü düşecek” diye alay ettiğini izlemenin o insanların kalbinde nelere yol açtığını düşünebilirsiniz. Kendinizi onların yerine koyun, kendilerini onların yerine koysunlar. Kız kardeşlerinin bir tecavüz ihtimali ile yüz yüze olduğu ama ellerinin kollarının bağlı olduğu ve bunu yapabilecek olan gücün de “bana ne” dediği bir yerde insanların ne kadar büyük bir öfkeye kapılacakları bellidir. Bu Gazze ile karşılaştırılamaz, bu başka bir yer ile karşılaştırılamaz çünkü İŞİD’in siyasi, askeri, kültürel, dinsel davranışları hiçbir başka politik gücünkine, hiçbir başka devletinkine dünyada benzememektedir. O yüzden bütün dünya alarma geçmiştir. Tecavüz, barbarlık, katliam çetesi kadınları köleleştiren, cariye pazarlarında satan, kadınları ganimet diye çete efradı arasında dağıtan bir gücün neler yapabileceği konusunda insanların bu kadar alarme olmasında şaşacak hiçbir şey yok.

Dahası, Türkiye’de yaşayanlar özellikle Türkiye’nin Kürt halkı, bir çözüm için yeni bir siyasi tutuma çağrıldı. 2013 Mart’ında silahlı çatışmadan demokratik siyaset yoluna geçildiği ilan edildi ve bu insanlar şimdi bu demokratik siyaset yolundan bugüne kadar kazanamadıkları toplumsal, kültürel, siyasal, insani haklarını elde edebileceklerine inandırıldılar. Biz de Halkların Demokratik Partisi olarak onlara bu yolu telkin ettik ama 2 yılın sonunda kendileriyle alay eden bir devlet, akrabalarının ve yakınlarının jenoside uğraması, kıyılması, tecavüze uğraması ihtimali karşısında parmağını kıpırdatmayan bir devlet ile karşı karşıya kalınca insanların nasıl bir öfkeye kapılmış olacaklarını artık anlayabiliriz.

Çok ilginç değil mi dünyanın bütün politik güçleri, Türkiye’nin müttefikleri şimdi şunu soruyorlar; “Türkiye niçin bir tezkere çıkarttığı halde IŞİD’e yönelik hiçbir askeri operasyona girişmiyor ama sınır ötesinde PKK hedefleri olduğunu iddia ettiği hedeflere karşı uçak kaldırıyor.” Türkiye Hakkari’de ve sınır ötesinde PKK hedeflerini bombalarken koalisyon güçlerinin bombardımanı sonucunda şimdi Kobane IŞİD kuşatmasını nispeten geriletebilmiş. O zaman Türkiye’nin kendisine sorması gerekmez mi? “Nasıl oldu da ben, aslında doğal müttefikim dediğim Suriye Kürtleri için parmağımı kıpırdatmazken Batılılar diye alaya aldığım, küçümsediğim, hafifsediğim insanlar IŞİD çetelerine karşı Kürt halkının yanında yer aldılar” diye sormalıdır. Bu Türk diplomasisinin ve Türk dış siyasetinin krizidir, çöküntüsüdür aslında. Bu tabloyu ben Sayın Bülent Arınç’a bir kere daha gözden geçirmesi için sunuyorum. Kendisine bir içbükey ayna tutuyorum. Büyüterek kendi yüzündeki sivilceleri görmesine yardımcı olmaya çalışıyorum. Sandığı kadar güzel değil. O yüz bin bir kusurla dolu ve insan bu yüze bakınca biraz oturup düşünmeli ona buna saldırmadan önce. Tekrar ediyorum. Halkların Demokratik Partisi, onun yöneticileri, milletvekilleri olarak bizler, bütün bu olan bitendeki sorumluluklarımızı olduğu gibi üstleniyoruz. Ne varsa. Siyasi sorumluluk, ahlaki sorumluluk, cezai sorumluluk ne varsa bunların hepsini üstleniyoruz.

Ama herkes de üstleniyor mu? Herkes de bu sorumlulukları birlikte paylaşacak mı? Ben hükümetin hiçbir sorumluluk paylaşmaya yanaşmamasını çok inanılmaz görüyorum. Dünyanın neresinde olursun olsun bir hükümet kendi yönettiği ülkede bir hafta içerisinde 40 kişi hayatını faili belli olmayacak şekilde gerçekleşmiş cinayetlerde kaybetmiş olacak ve o hükümet hiçbir sorumluluğu olmadığını söyleyecek. Böyle bir şey asla ve asla düşünülemez ve hükümetin en çok aydınlattığı sandığı şeyin ise asla aydınlanmadığını görüyoruz. Bingöl’deki polis müdürlerinin öldürülmesi olayının failleri hükümetin söylediği gibi aydınlatılmamıştır, failler hala meçhuldür. O olayla bağlantılı olarak öldürülen ve cezaları verildi denilen kişilerin o olayda bir rollerinin olmadığı, doğrudan doğruya onları görevlendiren KCK tarafından ifade edilmiştir. Biliyoruz hepimiz KCK hükümetle çatışma halinde olan bir güçtür. Ama bugüne kadar kendi eylemlerinin sorumluluğunu her zaman üstlendiğini ve yaptığı açıklamaların daima olayı aydınlatmaya yardımcı olduğunu biliyoruz. O yüzden ortada aydınlanmış bir şey de yok. Bütün bu şartlar altında hükümetin şimdi yapmaya çalıştığı şeyin ise aslında bütün bu olan bitenin üzerine, ateşin üzerine benzin dökercesine gitmek, yaraya tuz basmak gibi olduğunu söylemek isterim, çıkartılmak istenilen yeni baskı yasaları sanki Kobane protestolarında ortaya çıkan durumların bir ilacı gibi bize gösteriliyor.

Ben doğrusu bütün bu dönemi, bütün bu dönemleri yani 12 Marttan bugüne kadar Türkiye’nin bütün gerginlikli, altüstlüklü, askerli, polisli, silahlı, şiddetli günlerini doğrudan doğruya siyasetin içinde yaşamış birisi olarak sanki deja-vu sözcüğünün tam karşılığını gördüğümüzü düşünüyorum. Buna inanması bile hepimiz için güçlü fakat hükümet Kürt meselesinin çözümsüzlüğünün nedeni diye gördüğü her şeyi şimdi Kürt meselesinin çözümünün gereği diye bize dayatıyor. DGM’ler sorundu kaldırıldı. Şimdi DGM yetkileri ile donanmış hakimler, polise tanınan olağanüstü yetkiler dolayısıyla ortaya çıkan insan hakları ihlalleri Kürt meselesinin çözümsüzlüğünün bir sebebiydi şimdi bu hak ihlallerine kapı açacak yeni yasa düzenlemeleri karşımızda ve bütün bunların hepsi topluma “evet sorunu çözeceğiz fakat biraz devlet şiddetine ihtiyacımız var” denerek getiriliyor.

Aslında bugün Başbakanın, Cumhurbaşkanının, Meclis Başkanının cenazesi başında toplandıkları Doğan Güreş de öyle diyordu. “Düşük yoğunluklu bir savaş yaşıyoruz. Bu savaştaki bütün insan hakları ihlalleri mümkündür, makuldür, meşrudur” diyordu. Şimdi çok ironiktir, çok ibret vericidir bu cenaze başında hazır ola geçmiş olan Cumhurbaşkanının, Meclis Başkanının, İç İşleri Bakanının Doğan Güreş’in yaptığı şeylere imreniyor olmuş olmaları, aslında bizim nereye geldiğimizi gösteriyor. 1990’lara geri dönüyoruz. “Dönecek miyiz” “Hayır.” Biz dönülmemesi için elimizden gelen her şeyi yapacağız o yüzden bize açılan bu yola girmeyi reddediyoruz. Karşılıklı meydan okuma, hesaplaşma, incitme, çirkinleştirme, küçültme, itibarsızlaştırma. Bu bizim yolumuz değil. İşin doğrusu bütün bunlara geçmişte de defalarca maruz kalmış birisi olarak bir yandan da bütün bunlar endişelendirmekten çok, beni ve benim gibi olanları gülümsetiyor. Kaçıncı defadır vatan hainliği ile suçlandığımızı ben hatırlamıyorum. Ama her suçlama dalgasından sonra o suçlamaları yapanlar tarihin çöplüğüne gittiler biz ise yolumuzda ilerlemeye devam ettik. Selimiye zindanlarından Türkiye Büyük Millet Meclisine kadar geçen bir yolu kat ederken her dönemin egemenlerinden aynı lafları işittik. Ama bu lafların hiçbir hükmü yok o lafların sahipleri o ceza kararlarının arkasındaki yargıçlar şimdi yoklar hiç kimse adlarını bile hatırlamıyor. Ama hak mücadelemiz devam ediyor.

O nedenle sevgili arkadaşlar bu dilin ve bu söylemin, bu tutumun ve bu yasa hazırlıklarının karşı karşıya kaldığımız sorunu çözmek için en ufak bir değeri ve yararı olmadığını hükümet sözcülerine hatırlatmak istiyorum. Ve hatırlatmak istiyorum ki onlar böyle konuştukça şiddet yolundan dönmüyor. Dün Semra Demir adındaki arkadaşımız Merkez Yürütme Kurulu üyesi Demokratik Bölgeler Partisinin, Kobane sınırı boyundaki sivil sınır nöbeti sırasında Jandarmanın attığı gaz kapsülü ile kafasından vuruldu, ağır beyin hasarıyla yoğun bakımda hayat mücadelesi sürdürüyor. Azadiya Welat çalışanı, gazete dağıtımcısı Kadri Bağdu 14 Ekim günü Adana’da tıpkı 1990’lı günlerde hükümetin, devletin ordunun gözetimi altında yurtseverlere enselerinden kurşun sıkarak öldüren Hizbullah çetelerinin yöntemiyle, arkasından ensesine kurşun sıkılarak bisikleti üzerinde öldürüldü. Bütün belirtiler hükümetin tutumunun aslında 1990 öncesinin karanlık güçlerinin şimdi tekrar su yüzüne çıktıklarını, ellerini kollarını sallayarak fütursuzca cinayet işlemeye başladıklarını bize düşündürüyor. O nedenle 1990’larda Türkiye’yi yönetenlerin başına ne gelmiş olduğunu ben Sayın Erdoğan’ın, Sayın Arınç’ın, Sayın Davutoğlu’nun dikkatle düşünmesini istiyorum. Tarihin en kötü yerlerine yerleşmiş olan Tansu Çiller-Mesut Yılmaz hükümetlerinin başına gelenleri. Tarihe katliamcı generaller olarak geçmiş olan Doğan Güreş gibi. Daha sonra kendilerinin Ergenekon tutuklamalarında cezaevlerine tıktıkları ve akıllarına gelen her türlü suçlamayı kendilerine yapıştırdıkları bütün öteki generaller gibi şimdi hükümetin yanında saf tutan Genel Kurmay Başkanını da hepsini düşünmeye davet ediyorum. Bu yol yol değil. Açılmış olan yola geri dönmek bu yoldan ilerlemekten daha kolay. Aslında insanın diyesi geliyor ki “bırakın bu yolda ilerlesinler.” ve sonunda gelecekleri eninde sonunda bir müzakere masasıdır. Fakat arada kaybolacak hayatların hesabını kim verecek? 30 bin, 40 bin candan söz ediyoruz bu güne gelinceye kadar. Bunların hesabını henüz kimse de vermiş değil. Kimse bütün bu Türkiye’nin neredeyse bir orta boyda bir ilçesinin nüfusu kadar insanın mezara gömülmüş olmasını, Türkiye nüfusunun 40 ta 1’i kadar bir nüfusun kentlerini, topraklarını terk ederek başka yere göçmüş olmalarını, kendi köyünde orta halli bir insan iken göçtüğü yerde dilenci durumuna düşmüş milyonları hatırlamak istemiyor olabilir. Ama biz bunları hatırlıyoruz ve bir daha asla bu noktaya geri dönülmesi bizim arzumuz değil. Eğer buraya geri dönülme belirtileri bakımından bizim de bir kusurumuz, sorumluluğumuz varsa bunları siyasi olarak değerlendirir ve hiç kimse merak etmesin itiraf etmekten çekinmeyiz. Ama hükümetin de sorumlulukların kabulü ve süreci yeniden çözüm ve müzakere masasına iade etmek için üzerine düşenleri yapmaya çağırıyoruz.

Cumhurbaşkanına buradan sesleniyorum. Anayasaya göre herhangi bir partiye bağlı olmaması gereken ve öyle de olduğuna dair yemin eden birinin 81 vilayeti her gün dolaşarak 81 hafta boyunca partimize, partililerimize, siyasetimize Adalet ve Kalkınma Partisinin bir militanı gibi sövmesine razı değiliz. Böyle cumhurbaşkanlığı olmaz. Cumhurbaşkanı dediğiniz insana niye ihtiyaç var diye düşünürsek, bir kere daha dönüp konuşalım. Cumhurbaşkanı dediğiniz insan toplumun birbiriyle çatışan unsurları, bu çatışmaların içinden çıkamadıklarında yüzlerini dönsünler diye. Toplumun tamamı adına bir hakem rolü oynasın diye bu gerçek ya da değil oraya çağrılmış insandır. Şimdi hakem eğer taraf tutuyorsa, hakem sürekli olarak üstelik taraf tutmakla kalmayıp rakip takımın oyuncularına çelme atıyorsa, tekmeliyorsa suratına tükürüyorsa böyle bir hakem kime lazım. Biz böyle bir hakemle işlerimizi yürütemeyiz. O nedenle ben cumhurbaşkanının kendi sorumluluklarını hatırlamaya davet ediyorum. Adalet ve Kalkınma Partisini hükümetini yönetenlere, bakanlara ve diğer yetkililere de baskılardan medet ummayın demek istiyorum. Bakın biz 2 yıldır her gün özgürlükleri bir nebze daha genişleten siyasi temsil imkânlarını derinleştiren, yerel yönetim reformlarına kapı açan yasalar çıkartılması için bin bir teklifle hükümetin önüne geldik bir tanesi bugüne kadar yasalaşmadı ama bir gecede kendilerinin yürürlükten kaldırdıkları yasalara geri dönüş yasasını hemen gündeme getirebildiler. Bu ne kadar büyük arzuymuş, ne kadar büyük tutkuymuş kendilerinden öncekilere benzemek için. o nedenle buradan bir yere yol gitmiyor. Daha çok polis baskısı daha çok insan hakları ihlali Türkiye’nin gradosunu uluslararası âlemde bir nebze daha aşağıya çekmekten başka hiçbir işe yaramaz. Türkiye’yi yönetenler akıllarında tutmalıdırlar ki çok öğündükleri ihracat hamlelerinde bile ihraç mallarının üzerinde insan hakları damgası yoksa o ihraç mallarının hiçbir işe yaramadığı dünya piyasasında beş para etmediğini de bilmeleri gerekir. O nedenle biz hükümet sözcüleri tarafından partimize yöneltilen ve bu karalama, küçültme iftira kampanyasına, bu gerçeklere uymadığı için, siyasete bir faydası olmadığı için, çözüm sürecinde herhangi bir olumlu etkisi olmayacağı için ve nihayet bizi biz olmaktan vazgeçirmeyeceği için son vermelerini tavsiye ediyoruz yeniden bir çözüm imkânı olarak bir meclis araştırması komisyonunda buluşmayı çözüm sürecini ilerleten yeni yasa tekliflerini dinlemeyi ve bunlarla ilgili tartışmayı ümit ettiğimizi söylemek istiyoruz. Sabrınız için çok teşekkür ederim sorularınız varsa yanıtlayayım.

SORU- Efendim iki sorum olacak. Öncellikle Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan Bursa ya da Ankara’ya nakli gibi bir tartışma söz konusu. Adalet Bakanı bunun planlanmadığını söyledi ama size gelen bir bilgi var mı, partiye gelen bir bilgi var mı? Bir diğeri de bugün Alman Hristiyan Demokratlardan bir açıklama var. “Peşmergeye silah yardımı yaptık ama PKK dâhil tüm Kürt gruplara da silah yardımı yapabiliriz.” Diyorlar. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?

KÜRKÇÜ- Birinci sorunuzun cevabını bilmiyorum. Bizim böyle bir talebimiz, Öcalan’ın böyle bir talebi yok. Ancak daha iyi koşullarda, daha çok dışarıyla temasına imkân veren ve toplum temsilcileri, sözcüleri, uzmanlarla görüşebileceği bir cezaevinde çalışma imkânına kavuşturulması yönünde bir talep var. Bunda ısrarlıyız ama ben diğer dediğinizi bilmiyorum. Bizim böyle bir talebimiz yok, Öcalan’ın böyle bir talebi yok. O nedenle hazırlık varsa ya da böyle bir fısıltı çıkmışsa bunun anlamı üzerinde tabi düşünmemiz lazım ama ilk defa sizden duyuyorum.

İkincisi, bence tamamen nesnel olarak dünyadaki güçlerin dizilişi ile ilgili bundan bir yıl önce Almanya hükümeti bırakın peşmergeye silah vermeyi herhangi bir biçimde onlarla aynı hat üzerinde görünmeyi düşünmeyebilirdi. PKK içinde ha keza Alman devleti daha dün önceki gün teyit etti PKK’yi bir terör örgütü olarak göreceğini. Ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin kararı ile başlayan IŞİD karşısındaki uluslararası koalisyonun kuvvet değerlendirmesi kaçınılmaz olarak IŞİD ile kim karşı karşıya ise kendisini onunla aynı hat üzerinde bulması noktasındadır. Bu tabidir. Bunun askeri gereğini yapar-yapmaz onun bilmiyorum, onlar silahı vermek isterler PKK almak ister mi? Bunları da onlara sormak lazım. Biliyorsunuz Cemil Bayık bugünlerde ulaşılamaz kişi değil pekala herkes ulaşıp görüşünü sorabiliyor. Ben doğrusu İŞİD’İN önünü kesecek imkanlarla Kobane halkının donatılması gerektiğini başından beri söylüyorum. Bunu Türkiye yapsa çok daha memnun olurduk.

SORU- Ben de aslında Öcalan’ın yerinin değiştirilmesi ile ilgili soracaktım ama cevabınızın içinde böyle bir fısıltı varsa anlamlıdır dediniz.

KÜRKÇÜ: Bir anlamı olması lazım. Evet.

SORU- Öcalan için bir risk anlamımı taşıyor?

KÜRKÇÜ: Şimdi ben doğrusu yeterli güvenlik tedbirleri olmaksızın böyle bir şeyin gerçekleştirilmesinin düşünülmeyeceğini çünkü süreç bakımından Öcalan’ın güvenliğinin neredeyse sürecin güvenliği anlamına geldiğini söyleyebilirim. O nedenle bu konuda keyfi davranılmaması gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Tabi ki Ankara’da ya da Bursa’da İmralı’dan çok daha elverişli koşullarda Öcalan’ı tutabilecekleri bir düzenleme varsa o açıdan da ada hapishanesinde bulunması ve bulunmaya devam etmesi gerekir diyemeyiz. Ama bunları bilmiyoruz. En azından bizim heyetimizle böyle bir şey görüşülmedi.

SORU-Hafta sonunda Kandil ve İmralı’ya ziyaretler olacak. Taslak metin isteği olmuş sizin tarafınızdan hükümetten çözüm süreci ile ilgili taslak metinden söz ediliyor ya. O taslak metin ve yol haritasını alıp da Kandil ve İmralı’ya gidilecek. Böyle bir talep oldu mu hükümetten? Bilginiz var mı?

KÜRKÇÜ: En son yanlış bilmiyorsam dün görüştü arkadaşlar. Fakat bu görüşmenin ayrıntılarına vakıf değilim. Belki siz bizden daha çok vakıfsınız. Siz fısıltıları dinliyorsunuz, biz vekillerimizi dinliyoruz onlarla görüşemedik. Ama ben bunu bilmiyorum. Bunun istenmesi de çok doğal çünkü hükümetin, Efkan Ala’nın bundan 3 hafta önce ortaya attı ve geçen günde kâğıt üzerine yazılarak temsilcilerimize, heyetimize verilmiş olan yol haritası denilen şeyde biz yeni bir husus görmedik önceden beri var olan şeylerdi. Demek ki arkadaşlarımız bunların derinleştirilmesini istemiş olabilirler, daha somut esaslara bağlanmasını istemiş olabilirler. Ne ala. Onu maalesef ben bilmiyorum. Sanıyorum görüşmeler bitmeden de arkadaşlarım bir açıklama yapmazlar, öyle tahmin ediyorum.

SORU- Kılıçdaroğlu’nun bir açıklaması var. “1,5 milyon Suriyeliyi Türkiye’ye almak vatana ihanettir”    diyor. Ne dersiniz?

KÜRKCÜ: Bu mübalağalı lafları ben hiç sevmiyorum. Vatana niye ihanet olsun. Göçmen göçmen, mülteci mülteci. Mülteci gelince defol git denilmeyeceğine göre elbette onların barındırılması önemli. Fakat buradaki asıl soru belki şudur. Bu göçün aslında Suriye hükümetini çökertmek için bir savaş taktiği olarak geçmişte özellikle sınırda yaşayan Suriyeli Araplara yani hükümet muhalifi Suriyeli Araplara telkin edilmiş olup olmadığını düşünmemiz gerekir. Çünkü biz mülteciler komisyonunda, İnsan Hakları komisyonunun alt komisyonu olan mülteciler komisyonunda çalıştığımız sırada bu mülteciler ile ilgili komisyon somut incelemeler yaptı ve çok enteresan sonuçlar vardı. Sürecin, askeri sürecin geldiklerine bağlı olarak göç dalgası ile gelenler mesela birden o zaman sayılar daha küçüktü 20 bine çıkıyor fakat 2 ay sonra 6 bine iniyordu çünkü 14 bin kişi geri gitmiş oluyordu. Şimdi bu kadar gel- gitli bir süreçte bir manipülasyon sezgisi doğrusu bende var. Fakat bunu ispat edecek kadar çok çalışmış değilim Ama ben onun dışında 1,5 milyon mültecinin vatana ihanet olduğunu ben düşünmüyorum. Şunu belki söylemek istemiş olabilir Sayın Kılıçdaroğlu onu da hemen bu duyumla suçlamış olmayım. Yani 1,5 milyon insanın yurdundan göç etmesine ve Türkiye’nin onları ağırlamak zorunda kalmasına yol açan bir dış siyaseti ağır bir biçimde eleştirmiş olabilir o yüzden hakkını da yemeyelim. Ama mülteci almak eşittir vatana ihanet böyle bir siyasi denklem olamayacağını düşünüyorum.

Çok teşekkürler arkadaşlar. Sağ olun.

16 EKİM 2014 BASIN AÇIKLAMASI