Kadın Sömürüsünün Örtüsü “Kutsal Aile”

Ertuğrul Kürkçü’nün AB Uyum Komisyonu’nda görüşülen “Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Kanun Tasarısı”na karşı oy yazısı

kadınAB Uyum Komisyonu’nda görüşülen “Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”na esastan karşıyım.

Yasanın genel gerekçesinin yanı sıra Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun bu tasarının gerisindeki politika temelini oluşturan “Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı”nı açıkladığı 8 Ocak’taki medya brifinginde hükümetin bu politik müdahalesini şu hedeflerle gerekçelendiriyordu: “Ailenin korunması ve kadın istihdamını kolaylaştırılması üzerinden nüfus dinamizminin yapısının ve dinamik niteliğinin muhafaza edilmesi.”

Başbakan, açıklamasının devamında bir yandan -her bir terimi gerisinde derin toplumsal ve felsefi ihtilafları sürükleyen- bu hedeflere bir doğa yasası kesinliği atfederken öte yandan yasaya, hiç bir biçimde kesinlikle ilişkilendirilmesi mümkün olmayan bütünüyle göreli bir konu olan “ahlâk”ı koruma misyonu da yüklüyordu: “Her ne surette olursa olsun, aile hayatımızın korunması, gelecek nesillerin ve temel normlarımızın, değerlerimizin ahlaki referans ölçülerimizin korunması bağlamında büyük önem taşıyor.”

Başbakan “ailenin korunması” gerekçesi ile kutsal bir örtüye bürüdüğü bu hükümet politikasının merkezine de “anne olarak kadın”ı yerleştiriyordu: “Annelik, en kutsi bir misyonun ifa edilmesidir. Aynı zamanda kadınlarımızın sosyal hayatta üstlendikleri sorumlulukları yerine getirmeleri ve bu konuda kendi iradeleriyle sosyal hayata katılmaları da en önemli insan haklarından biridir.”

Başbakanın “aile” ve “annelik”e yönelik vurgusu programın bir tarihsel iddiayla da bağını kuruyordu: “(…) Nüfus dinamizminin korunması. Türkiye genç nüfusuyla diğer ülkeler arasındaki arayı kapattı, kapatmaya çalışıyor ve bu genç nüfusun iyi eğitilmesi, genç nüfusun en önemli değer üreten kaynak olarak korunması, bizim için sadece etik değil aynı zamanda stratejik hedeftir. Çünkü zenginleşmeden yaşlanan toplumların bir müddet sonra çok büyük sosyal patlamalarla karşı karşıya kaldığını görüyoruz.”

Komisyonda görüşülen Yasa Tasarısının esasen tasarının kendisinden daha kapsamlı olan bu tartışmalı program hedeflerinden bazılarını gerçekleştirmekle ilgili olduğu açık. Ancak, her ne kadar “ailenin kutsallığı” söylemiyle bezenmiş olsa da Özel İstihdam Büroları’nı iş ve işçi bulmanın merkezi düzenleyicisi kılan kurgusuyla, tasarının, esasen Sayın Davutoğlu’nun programı sunduğu  brifingde hiç değinmediği  “işgücü piyasasının esnekleştirilmesi” ve “iş ve işçi bulmanın piyasalaştırılması”yla çok daha derinden bağlantılı olduğu da ortaya çıkıyor.

“Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”nın yukarıda kısaca özetlediğimiz hedeflerinin çoğu ya gerçek toplumsal ve iktisadi ihtiyaçlarla ilgisizdir ya da gerçek ihtiyaçlarla ilişkilendiği her durumda da Tasarının öngördüğü tedbirler bu hedeflere ulaşma bakımından yetersiz ya da geçersizdir. Tasarıya yönelik muhalefetimizin gerekçelerini aşağıda belli başlı başlıklar halinde sunuyorum.

  1. Tasarı, hedeflerini nesnel toplumsal ihtiyaçlardan değil ideolojik önyargılardan türetiyor

Kanun tasarısı genel gerekçesini “nüfusun yaşlanması”na dayandırıyor. Tasarı TÜİK nüfus projeksiyonlarına atıfla “toplam doğurganlık hızının 1973’teki 4,33’ten 2008’de 2,16’ya 2013’te ise 2,07’ye düştüğü”nden bahisle “gerekli önlemler alınmadığı takdirde 2050’de bu sayının 1,65’e düşeceği, 2013’te 5,9 milyon olan 65 yaş üzeri nüfusun 2023’te 8,6 milyon ve 2050’de 19,5 milyona varacağı” öngörüsüyle “ülkemizin genç nüfus artışını destekleyecek yeni politika ve düzenlemelere ihtiyaç olduğu”nu tespit ediyor.

Tasarı bu tespitlerden hareketle kadınların doğurganlık hızının artırılmasını başlıca hedefi kılıyor ve bu hedefe ulaşmanın başlıca kaldıracı olarak da bir dizi teşviki düzenlemeye girişiyor. Ancak Tasarının genel gerekçesinde matematiksel bir kesinliğe sahipmişçesine ifade edilen bu öngörülerin sahiciliği ve gerçekleşebilirliğine dair hiçbir somut, bilimsel dayanak ileri sürülmüş değildir:

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’ndan (TEPAV) Güneş A. Aşık’ın 23 Ocak 2015 tarihli mütalaasında da belirttiği gibi yasada öngörülen teşviklerin öngörülen doğurganlık hızını sağlayacağı da doğurganlıktaki düşüşlerin teşvikler ile önlenebileceği varsayımı da dünyadaki ve Türkiye’deki genel gidiş ve somut olgularla doğrulanmamaktadır. Yasa Tasarısının bu açmazını sergilemesi bakımından TEPAV raporundan geniş bir aktarım aydınlatıcı olacaktır:

“(…) İktisat literatüründe sıklıkla gösterildiği üzere doğurganlık, kalkınma, şehirleşme, zenginleşme ve teknolojik ilerleme ile birebir ilişkilidir. Çocuk sahibi olmanın manevi getirisinin yanı sıra iktisadi bir mantığı da vardır. Daha az gelişmiş ve feodal toplumlarda çocuk sayısının artması (özellikle de erkek çocuk sayısının) hane halkı gelirine ilave katkı anlamına gelmekte, ailenin güvenliğinin sağlanması ve yaşlılıkta bakım ihtiyaçlarının aile içinde karşılanması için gerekli görülmektedir. Diğer taraftan kişi başı gelirin yüksek olduğu ülkelerde bu üç kaygının çok daha az olması nedeniyle çocuk sayısı ve nitelik yatırımları arasında bir seçim söz konusudur. Kişi başı geliri yüksek ülkelerde hane halkları daha az çocuk, ama çocuk başına daha fazla yatırım yapmayı tercih etmektedirler.

“Çocuk sahibi olmanın manevi yanlarını bir kenara bırakarak sadece iktisadi yönüne eğilirsek ekonomi literatüründe doğurganlık şu şekilde açıklanmaktadır. Galor and Weil (2000) modeline göre iktisadi büyüme sürecinde kadınların ücretlerinin yükselmesi kadınların daha az çocuk tercih etmelerine yol açar. Diğer bütün “yatırımlarda” da söz konusu olduğu üzere çocuk sayısının bir alternatif maliyeti vardır, bu da kaybedilen ücretlerdir. Ancak düşen doğurganlık hızı işgücü başına sermaye ve gelir miktarını artırır. Bu süreç demografik bir geçişe neden olur. Teknolojik gelişme ise bütün bu süreci hızlandırmakta, çünkü üretimdeki verimliliğin artmasına neden olarak ücretlerdeki artışı daha da yükseltmektedir. Galor and Weil (2000) modeli yaklaşık son 2000 yıl içerisindeki kişi başı gelir, doğurganlık ve büyüme seyrini açıklayabilmektedir. Diğer taraftan kentleşme oranının ile çocuk sayısında da bu süreç içerisinde negatif bir ilişki vardır. Tarımsal toplumların tersine, sanayi ve hizmetler sektörünün yoğun olduğu şehirlerdeki maliyetler ve koşullar tarımsal toplumlarda gözlemlediğimiz kadın başına çocuk sayısını sürdürülemez kılmaktadır. Türkiye’de 1950’de yüzde 25 olan kentleşme oranı 1980’de yüzde 44’e ve 2010 yılında yüzde 75’e yükselmiştir. Bununla beraber tarımın işgücü içindeki payı 1950’de yüzde 80 civarındayken, 2010 yılında yüzde 22’ye gerilemiştir.

“Bahsettiğimiz iktisadi modellerden de anlaşılacağı üzere doğurganlık hızı, kentleşme, ekonomik büyüme ve kalkınma ile birebir ilişkilidir. Dışarıdan verilecek devlet teşviklerinin kısa vadede etkisi eğer varsa bile kısıtlı olacaktır. Ancak uzun vadede ise etkisiz olma olasılığı yüksektir. Çünkü ampirik çalışmalar göstermektedir ki, hane halklarının gelir düzeyi arttıkça ve çocuklara yapılan eğitim, sağlık, nitelik gibi yatırımların maliyeti yükseldikçe hane halkları daha az sayıda çocuk yapmayı ama çocuk başına yatırım miktarını artırmayı tercih edebilmektedirler. Kişi başı gelirin ve doğurganlığın halen yüksek olduğu İskandinavya ülkelerinin durumu ise verilen teşviklerden çok toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması ile açıklanabilir.

“Aykut Attar (2012)  doğurganlık politikalarının etkisini Türkiye özelinde bir model çerçevesinde değerlendirmiştir.[1] Bu model iki alternatif varsayım altında doğurganlık oranının teşviklerle artırılmasının etkilerini incelemektedir. İlk senaryoda doğurganlık oranının 1995 seviyesi olan 2.9 seviyesine kalıcı bir biçimde yükseldiği duruma bakılmaktadır. Doğurganlık hızı kalıcı bir şekilde artış gösterse dahi model sonuçlarına göre, Birleşmiş Milletlerin ortalama yaşam uzunluğu beklentisi projeksiyonları dikkate alındığında çalışan nüfus oranının toplam nüfus içindeki payının azalmasının önüne geçilememektedir. Bu senaryoya göre çalışan nüfus oranı 2035-2040 yılları arasında en yüksek seviyesine ulaşacak ancak zamanla yeniden düşerek bağımlı nüfus sorununu çözmeyecektir. Bu varsayımlar altında model 2100 yılına gelindiğinde bağımlı nüfus sayısının 120 milyon seviyesine kadar ulaşabileceğini göstermektedir.

“İkinci senaryoda ise doğurganlık hızının yine 2.9’a yükselmesi ancak zaman içinde teknolojik gelişme ve kişi başı gelirin artması neticesinde hane halklarının çocuk sayısına model içinde endojen olarak karar vermelerinin etkisine bakılmaktadır. Bu senaryo altında yine artan gelirle beraber hane halkları daha az çocuk tercih etmekte ve doğurganlık hızı zaman içinde 1.12 seviyesine düşmektedir. Bu senaryoda aynı zamanda bağımlı nüfus sayısı 50 milyon kişi civarında olsa dahi, hiçbir politika değişikliğinin olmadığı baz senaryoya göre 5 ila 10 milyon daha fazla bağımlı nüfus öngörmektedir. Diğer taraftan teknolojik gelişme hızı sabit kaldığı ve mevcut hızının üzerine çıkmadığı takdirde kişi başı gelir hiçbir politika müdahelesi olmadığı duruma göre yüzde 45 daha azdır.

“Dolayısıyla bu çalışma göstermektedir ki, işgücünün sayısı ve niteliği tartışmasında kamu kaynaklarının çocuk sayısı yerine çalışan nüfusun üretkenliğini artıracak yatırımlara yönlendirilmesi yaşlanan nüfus tehdidiyle mücadelede açısından daha etkin olacaktır (…) Türkiye’de doğurganlık istikrarlı bir biçimde düşmeye devam etmiştir. Kişi başı gelir, kentleşme, eğitim seviyesinin artmasıyla düşüş gösteren doğurganlık oranını artırmaya yönelik tedbirlerin şu aşamada doğal seyri ne kadar tersine çevirebileceği şüphelidir.”[2]

Ankara Üniversitesi (AÜ) Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gülay Tokgöz de Tasarının dayanaklarını tartıştığı makalesinde uluslararası deneyimden hareket ederek öngörülen tedbirlerle doğurganlıkta dramatik bir yükseliş sağlamanın mümkün olamayacağı bir yana, esasen verili toplumsal ve ekonomik koşullar ile emek süreçlerinin de bu türden bir artışa neden elvermeyeceğinin yapısal nedenlerini etraflıca açıklıyor:

“Düşen doğurganlık oranları ve nüfusun azalma eğilimi AB ülkeleri açısından bir sorun. Bu nedenle doğurganlığı yenilenme oranı düzeyinde tutma çabası içindeler. Aynı zamanda işgücü ihtiyaçlarını karşılamak için kadınların istihdama katılım oranlarını artırmaya çalışıyorlar. İş ve aile yaşamını bağdaştırmak için geleneksel olarak kadınların üzerinde olan bakım yükümlülüğünü ailede kadın ve erkek, toplumda aile ve devlet arasında paylaştırmak üzere çeşitli sosyal politikalar geliştiriyorlar. Bu politikaların bileşenleri ülkeler itibariyle farklılık gösterse de, doğum izinleri, ebeveyn izinleri, kurumsal bakım hizmetleri ve işgücü piyasasından bakım işçilerinin temin edilmesi bir bütünün değişik yönlerini oluşturuyor. Bunlar bütüncül politikalar olarak tasarlanıp uygulandığında etkili oluyor.

“Bütüncül politikaların uygulanmasında en başarılı örnekler İskandinav ülkeleri. Hem kadınların istihdam oranları son derece yüksek, hem de İsveç örneğinde görüldüğü gibi doğurganlık oranını yenilenme oranı düzeyinde tutmayı başarmış durumdalar. Analık izninin ertesinde hem anne hem babanın kullandığı ebeveyn izninden, geçici süreli kısmi zamanlı çalışma imkanından sonra çocuklarını güvenle bırakılabilecekleri kamu kreşleri ve gündüz bakımevleri sayesinde anne ve babalar gönül rahatlığı ile işlerine dönebiliyorlar.

Bu tasarıyla Türkiye de benzer bir çaba içine girmiş gibi. Ama temel bir farkla; Türkiye’de nüfus artış hızı AB ülkelerinden çok daha yüksek ve kadınların istihdam oranları çok daha düşük. Türkiye’de doğurganlık oranı yenilenme oranı düzeyinde. Ayrıca çalışma çağındaki nüfus hızlı bir şekilde artmaya devam ediyor. 2013’de çalışma çağındaki nüfus 52 milyon kişi. 2023’e kadar bu gruptaki nüfusa her yıl ortalama 600 bin yeni kişinin katılması bekleniyor. 2050’de söz konusu nüfus 59.3 milyon kişiye ulaşacak. Dolayısıyla Türkiye’nin önündeki acil sorun, işgücüne yeni katılanlara yeterli eğitim ve istihdam imkanı sağlayabilmek. Ancak bu söz konusu olmadığından özellikle 15-24 yaş arasındaki genç nüfusun işsizlik oranları çok yüksek. 2013’de işsizlik oranı genç kadınlarda yüzde 22 ve genç erkeklerde yüzde 17. Kadınlar eğitim düzeyleri yükseldikçe işgücü piyasasına daha fazla katılıyorlar ve işgücü piyasasının cinsiyetçi yapısı nedeniyle işsizlikten daha çok etkileniyorlar. Dolayısıyla istihdam yaratan politikalara öncelik verilmesi ve kadın işsizliğiyle mücadele edilmesi gerekiyor.”[3]

2.Tasarı kadını güçlendirmiyor, kadına yönelik ayrımcılığı pekiştiriyor

Bakanlar, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın AKP’nin 12 yıllık iktidarı boyunca kadına yönelik ayrımcılığı gidermek, bu konuda Türkiye’nin tarafı olduğu uluslararası sözleşmelerin gerçekleşmesi için çaba göstermek yerine kadını kendilerince makbul bir “aile” tasavvuru çerçevesinde toplumda ikincil bir konuma yerleştirme yönünde sistematik bir gayret içinde bulundukları biliniyor.

En yakın örneklerden biri olarak Tasarının çevresinde döner göründüğü “kadının çalışma yaşamındaki yeri” bahsinde Cumhurbaşkanının 24 Kasım 2014’te yaptığı konuşma gösterilebilir. O konuşmasında Cumhurbaşkanı şöyle diyor: “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, o fıtrata terstir. Tabiatları, bünyeleri, fıtratları farklıdır. İş hayatında hamile bir kadını erkekle aynı şartlara tabii tutamazsınız.” Tasarı bu zihniyetin bir yansısı olarak esasen Anayasaya ve kadınların haklarını güvenceye almak bakımından en önemli belgelerden biri olan Kadınlara Karşı Her Tür Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ne (CEDAW) de aykırı bir yaklaşımı yansıtmaktadır.

Bu konuyu tartışmaya, herşeyden önce yasanın korumak için bunca tedbir önerdiği “aile”nin ne Türkiye’de ne de dünyada tek bir biçime sahip olduğunu açığa çıkartarak başlamakta yarar var.

Aynı çatı altında yaşayan ve ev içi kaynakları ve/veya sorumlulukları paylaşan; aynı soydan gelen insan topluluğu olarak genel bir aile tanımından söz edilebilirse de ailenin tek bir biçimi yoktur. Günümüzde yaygın medyada aile daha çok ana-baba-çocuktan oluşan bir kurum olarak anılmakla birlikte farklı aile türleri vardır.

  • Biyolojik aile erkek, kadın ve biyolojik olarak onlardan türemiş kişilerden oluşur.
  • Geniş aile ise yalnız ana-baba ve çocuklardan değil, onlarla birlikte ya da yakın ilişki içinde yaşayan ve hanenin kaynaklarını ve sorumluluklarını paylaşan akrabalardan oluşur. Geniş aileler, akrabalarıyla yakın bağları olan veya olmayan birden çok aile çekirdeğinden meydana gelebilirse de, genellikle bir biyolojik aile çekirdeğinin çevresinde oluşur.
  • Çekirdek aile, karşıt ya da aynı cinsten ebeveynlerle, ebeveynlerden biri yada her ikisinden birden biyolojik olarak türemiş ve/veya evlat edinilmiş çocuklardan oluşur.
  • Yalnız/tek ebeveyn ailesi, herhangi bir cinsten bir ebeveyn ile onun biyolojik ve/veya evlat edinilmiş çocuklarından oluşur. [4]

Öte yandan Tasarıda “aile”ye yapılan vurgulara karşın tartışmanın ekonomik boyutunun merkezinde sosyo-ekonomik anlamda bir arada yaşayan bireylerden oluşan sosyo-ekonomik bir birim olarak hane halkının bulunduğu akılda tutulmalıdır. Hane halkı türdeş bir karar verici birim değildir. Çoğu hanede her üyenin üreme ve üretim bakımından kendine özgü bir role sahip olmasının yanı sıra, hanenin kaynakları ve kazanımları konusunda çoğunlukla cins temelinde bir rekabet ve hak çatışması vardır. Hane halkının nasıl örgütlendiği ve çalıştığı konusundaki cins bilinci yoksunluğu hane halkı üyelerine ilişkin yanlış anlamalarla yetersiz ya da eksik çıkarsamalara yol açar, bu da çoğunlukla kadın ve kızların hane halkı içindeki rollerinin anlaşılmasına olumsuz etkide bulunur.

Kadının reisliğindeki hane halkı içinde tek ya da asıl gelir getirici ve karar vericiler yetişkin dişilerdir. Birçok ülkede, hane halkı üyeleri arasında yetişkin bir erkeğin bulunmadığı durumlar dışında, kadınlar hane halkı reisi olarak kabul edilmez.[5] Türkiye de bu ülkelerdendir.

Şu halde, Tasarı gerçek yaşamda birbirinden çok farklı yaşama ve geçinme biçimlerine tekabül eden “aile” kavramının görünümlerinden yalnızca birini, biyolojik aileyi, ve yalnızca “anne” kimliğine bürünmüş kadını merkeze alarak, topluma ideolojik bir yaklaşım yapmakta ve kendi aile tasavvuruyla uyuşmayan kadın ve aileleri yasanın koruması dışına atarak daha ilk adımda bir eşitsizliğin kapısını açmaktadır.

Kadını erkek ile eşit görmeyen bu yaklaşım bizzat anayasanın 10. maddesini ihlal etmektedir. Anne olduğu takdirde kadını erkekle eşdeğer gören zihniyetin ürünü olan tasarıda kişiler arasındaki birliktelik sadece aile olmakla tanımlanmakta ve bu tanım heteronormatif sınırlar içine hapsedilmektedir.  Bu durum Türkiye’nin taraf olduğu İstanbul Sözleşmesine aykırılık arz etmektedir.

Kadınları sadece annelikle tanımlayıp, kamusal alanda ve ücretli emek gücünde öncelikle annelik “görevinin” belirlediği çizgilerle var etmeye çalışan bu tasarı, kadın işçiler için esnek ve güvencesiz çalışmayı doğum/annelik gerekçeleriyle yaygınlaştırmaya çalışmaktadır.

Tasarı kadınların istihdama katılımını destekleyen bir yaklaşımdan ziyade, istihdama katılmış kadınların yeniden eve, aileye çekilmesiyle sonuçlanacak bir yaklaşım ortaya koymaktadır.

Anayasasının 2. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir. Yine Anayasanın 10. maddesinin 2. ve 3. fıkralarında, kadınlar ve erkeklerin eşit haklara sahip olduğu; devletin bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlü olduğu; bu maksatla alınacak tedbirlerin eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamayacağı belirtilmekte ve çocuklar, yaşlılar ve özürlüler için alınacak tedbirlerin eşitlik ilkesine aykırı sayılmayacağı ifade edilmektedir. Buna göre;  yaşlı, engelli ve çocukların bakım sorumluluğu devlete aittir.  Ayrıca Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler gereği (İstanbul ve CEDAW), çocuklar ebeveynlerin ortak sorumluluğundadır.  Avrupa Sosyal Şartı başta olmak üzere Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde ve Avrupa Birliği mevzuatı uyarınca burada tanımlanan bütün hakların ve yükümlülüklerin öncelikle çocuk bakımının bir sosyal sorumluluk olduğu ve bu sosyal sorumluluğun anne, baba ve devlet tarafından ortak paylaşılması yükümlülüğü çerçevesinde, dolayısıyla anneye tanınan ve bu tasarı ile de tümüyle annenin üzerine yıkılan bu bakım yükünün baba başta olmak üzere devlet tarafından da paylaşılması gerekmektedir.

Oysa bugün gündeme gelen tasarı ile devlet, bakım sorumluluğunu kadına yüklemekle kalmamakta aynı zamanda kadınları sadece annelikle tanımlayıp, kamusal alanda ve ücretli emek gücünde öncelikle annelik “görevinin” belirlediği çizgilerle, aile içinden var etmeye çalışmaktadır. Kadınlara varlık mekanı olarak evi işaret etmekte, kadınların emeğini talileştirmekte, ücretli emek gücü içinde eğreti bir bileşen haline getirmekte, bu yolla toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yaratan geleneksel algıları güçlendirerek yeniden üretmektedir.

Doğurganlık  hızını  artırmayı başlıca toplumsal amaç olarak karşısına koyan hükümetin  bugün çocuklar için insan onuruna yaraşır bir hayat sunamadığı aşağıdaki örneklerden görülebilir.

  • Çocuk cinayetleri: 2013’te 633 çocuk hayatını kaybetmiştir.
  • Çocuk istismarı: Her 5 çocuktan biri bu istismarın nesnesidir.
  • Çocuk evlilikleri: Türkiye Avrupa ikincisidir
  • Çocuk işçiliği: Aktif işgücü içinde 900 binden fazla çocuk işçi vardır.
  • Çocuk eğitimi: 4+4+4 yıl zorunlu eğitim iddiasıyla sürdürülen sistemde 8. sınıftan mezun olan ancak açık lise de dâhil olmak üzere, hiçbir ortaöğretim kurumuna kayıt olmayan 49 bin 449 öğrenci vardır. Bu öğrencilerin 12 bin 172`sini erkek, 37 bin 277`si kız öğrencidir.
  • Kadın cinayetleri: Yalnızca 2014’te 281 kadın hayatını kaybetmiştir.

Sonuç olarak çocukların ve kadınların yaşam kalitesini ve varoluş koşullarını iyileştirmedeki başarısızlığı apaçık olan devlet bu aile yapısının korunmasını öncelik haline getirirken “ailenin korunması” aile ve hane halkı içindeki eşitsizliklerin de korunmasına varmakta, kadınlar ikincilleştirilirken çocuklar araçsallaştırılmaktadır.

  1. Tasarı kadını istihdamda tutmaya hizmet etmiyor, istihdam dışına çıkarıyor

Türkiye’deki çalışma yaşamının, özelikle kentsel çalışmanın, hem hizmetler hem sanayi hem ticaretteki ve büro hizmetlerindeki işlerin çok büyük bir bölümünün küçük ölçekli ve kurumsal yapısı güçlü olmayan şirketler tarafından sürdürüldüğü bilinmektedir. İstihdamın ve elbette kadın istihdamının da çok büyük bir bölümü bu tür işletmelerdedir. Bu yapısal zaafları dolayısıyla bu tür işletmelerin, kurumların yasada öngörülen yarı zamanlı çalışma biçimlerini benimsemeye ve bunun gerektirdiği düzenleme ve destekleri sürekli olarak sağlamaya istekli olmayacakları aşikardır. Böylelikle -tıpkı taşeron çalışmaya yönelik zorlayıcı önlemler karşısında maden ocaklarının kapatılmasında olduğu gibi- sonuçta işverenler kadın çalıştırmaktan kaçınmaya yöneleceklerdir. Daha çok kâr gözetmekten başka amacı olmayan bir iktisadi işletmenin sosyal sorumlulukları yüklenmesini beklemek, ekonominin temel dinamiklerinden bihaber olmaktır. Kamu, kendi görevlerinden geriye çekilip çalışma hayatında ortaya çıkan kadına yönelik sorumlulukları piyasaya devrettikçe, bu esnek çalışmayı temel çalışma şekli hâline getirdikçe kâra dayalı bir piyasa ilişkisi içerisinde tasarıda öngörülen sonuçların gerçekleşmesi imkansız hale gelecektir.

  1. Tasarı pratikte güvencesiz çalışmayı ve ev içi sömürüyü kırbaçlamaktadır

Tasarının kadınları eve doğru sürükleyen karakteri, aynı zamanda kadınların karşılığı ödenmeyen ev içi çalışma yükümlülüklerinin -çocuk bakımı, yemek pişirme, temizlik vb.- yanı sıra evde ikinci kez  sömürülmesi sonucunu da ister istemez doğuracaktır. Geçimini sürdürmek zorunda olan ancak kadının düzenli bir işte çalışmasına olanak bulunmayan aile, ev içini bir çeşit işletmeye çevirecek, kadınların evde yapılan düzensiz ve güvencesiz işlerle aile bütçesine “katkıda bulunması” yoluna gidecektir.

Kadınların her türlü kariyer, yükselme, işte ilerleme, kendilerini gerçekleştirme planlarının önüne böylelikle sert iktisadi engeller çıkartmaktan başka bir sonuca varmayan tasarı, işverenleri kadın istihdamından caydıran bu tedbirlerle kadınların erkekler karşısında son derece sert bir ayrımcılığa bir kere daha maruz bırakılması sonucunu doğuracaktır. 

  1. Doğum nedeniyle ücretsiz izinde geçen sürenin kademe ilerlemesinde değerlendirilmesi işlevsizdir

Çalışma hayatında mevcut durumda başta vasıflı işgücü içerisinde yer alanlar olmak üzere kadın işçiler, doğum veya evlilik gerekçesi ile terfi ettirilmemektedir. Bu nedenle tasarı kadın kamu çalışanlarına cüzi ücret farkı sağlayan yasal kıdem ilerlemesi dışında bir güvence sunmamaktadır.

  1. Doğuma bağlı yarı zamanlı çalışma ve farkın devlet tarafından karşılanması güvenceye alınmamıştır

Bu madde ilk bakışta mevcut süt izninin uzaması bakımında olumlu olarak değerlendirilebilir, ancak farkın ödenmesi için kullanılan çözüm sorunludur. Ücretin kalan yarısı ve sigorta pirimi için işsizlik fonunu garanti göstererek çözmektedir. Sermayenin kârından taviz vermemenin temel ilke kabul edildiği uygulamada, kadın işçilere yine kendi ücretlerinden kesilerek elde edilen bu fonu bir lütuf / garanti olarak sunmaktadır. Üstelik yarı zamanlı çalışma yerleşik hale getirildikten sonra prim tamamlama uygulamasından vazgeçilip geçilmeyeceğinin garantisi de tasarıda ifade edilmemiştir.

  1. Kadınlara parasal doğum yardımı güvenceli sosyal politikayı ikame etmemektedir

Düzenlemede adı geçen “yardım” kavramı özellikle hükümetin iktisadi alanda istihdam siyasetini değiştirmek yerine, sosyal yardımlar yoluyla eşitsizlikleri kısmen giderme programının bir başka göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada çocuk sahibi olan ailelerin neden bu cüzi yardımlara muhtaç oldukları sorgulanmalıdır. Yardım kavramı, kısa süreli ve keyfi temele dayanan bir politika olup, sürdürülebilir değildir. Yardımın, yaygın, güvenceli sosyal politikanın muadili olması beklenemez. Asıl olan kimsenin bu cüzi yardımlara muhtaç olmadığı bir toplumsal düzenin sağlanması, eğitim ve sağlık hizmetleri başta olmak üzere tüm çocukların kaliteli ve ücretsiz hizmetlere ulaşabilir olmasıdır.

Ayrıca çocuk doğuran annelere verilecek 300 liradan başlayan destek parası da kamuoyunda bunun sürekli olduğu yönünde bir yanılgı yaratmaya yöneliktir. Kamu kurumlarında mevcut durumda kreş zorunluluğunun hâlâ 50 kadın çalışanla sınırlı tutulması ile birlikte değerlendirildiğinde doğum yardımı tutarının çok düşük olduğu söylenebilir.

  1. Kreşler tüm yurttaşlar için ulaşılabilir değildir

Öncelikle özel kreşlere dönük düzenlemenin yoksul yurttaşlar için ulaşılabilir olması gereklidir.     Toplumun büyük çoğunluğunun yoksulluk sınırında, sosyal yardımlarla hayatını sürdürdüğü, asgari ücretli nüfusun yaygınlığı düşünüldüğünde özel kreş ücretleri birçok hane için hane gelirini aşacağı kolayca anlaşılabilir. Tasarı’daki düzenlemede ise kamunun yapması gereken ve ücretsiz üstlenmesi gereken kreş uygulaması yine özel sektörü destekleyerek piyasa şartlarına bırakılmakta, böylece belli bir gelir grubunun altındaki aileler için ulaşılması imkansız bir uygulama haline getirilmektedir. Mevcut durumda, bir çok kamu ve belediye kreşinin ücretlerinin de dar gelirli hanelerin ücretlerinin üstünde olduğu ve bu yüksek ücretlerin kadınların çalışmamayı tercih etmesiyle sonuçlandığını belirtmek gerekir.

Düzenleme özel işletmeler için ise kreş ve emzirme odası açma ve işletme yükümlülüğünü 150’den fazla kadın işçi istihdam eden işyerleri için getirmektedir. Oysa Türkiye’de işletmelerin yüzde 96’sı 30 dan az işçi çalıştırmaktadır.

Belediye kreşleri uygulaması doğru bir uygulamadır. Ancak düzenlemenin ek yapıldığı belediyelerin nüfusu 100.000’i aşan yerlerde kadın sığınma evleri açma zorunluluğunu düzenleyen maddenin belediyeler tarafından yerine getirmediğinin altını çizmek gerekir. Zira düzenlemenin bu halinin yaptırım olmaksızın işlevsiz olacağı kesindir.

Çalışmayan kadınlar için mahalle kreşlerinin varlığı, bu kadınlar kendilerini geliştirebilmesi, iş arayabilmesi ve bizzat toplumsal hayata dahil olması için elzem iken tasarı bu konuda bir düzenlemeyi eksik bırakmıştır.

Kreş ve bakımevleri konusunda gerçekçi düzenlemelerin dayanması gereken hususlar şu şekilde sıralanabilir:

  • Kreşler çalışan veya çalışmayan kadınlar ayrımı yapmadan düzenlenmelidir,
  • Ücretsiz, kaliteli, erişilebilir kreşlerin yaygınlaştırılması gerekmektedir,
  • Çalışanların kadın erkek olduğuna bakılmaksızın, en az 50 işçi çalıştıran kamu/özel tüm işyerlerinde ücretsiz, nitelikli, vardiya koşulları dikkate alınarak gerektiğinde 24 saat açık ve anadilde, kreş açma zorunluluğu getirilmelidir,
  • Tasarıya belediye kreşleri için yaptırım konulması gerekir,
  • Mahalle kreşleri için kamu desteğinin sağlanması zorunluluktur.
  1. Tasarı, kadınlardan başlayarak, tüm çalışma hayatını esnek ve güvencesiz kılıyor

Düzenleme ile genel olarak iş yaşamının esnekleşmesi sağlanmaktadır. Herkes için güvenceli, sürdürülebilir bir yaşam yerine insanların birbirinin muadili olduğu esnek rekabetçi bir toplum düzeni getirilmek istenmekte, söz konusu esnekleşme kamu sektörüne de sokulmakta, kamu kurumlarında da kadın iş gücünün talileşmesinin yolunu açmaktadır. Tasarı; özel ve kamuda kadın istihdamının düşmesi,  iş yaşamının tamamen esnekleşmesi, emeklilik ve güvenceli iş imkanlarının daralması, belli bir yaş üstündeki insanların işe alınmaması sonuçlarını doğuracaktır.

Çocuklara bakma ve onların eğitimi ile ilgilenme görevi toplumsal cinsiyet rollerinin bir gereği olarak kadına biçilmiş bir görev olarak görülmektedir, bunun sonucu olarak da tasarı doğumdan sonraki 5-6 yıl boyunca kadına kısmi süreli çalışma önermektedir.

Yukarıda da belirtildiği gibi tasarıda kadınların çocuk bakım görevi devredilemez görülmekte “asıl iş” olarak tanımlanmaktadır.  Ücret karşılığı çalışma seçeneği ise tali ve asıl iş olan “çocuk bakımı” görevi aksatılmaksızın sunulmaktadır. Kısaca kadınlara aslen annelik ‘‘önerilmekte’’ önerilmekte, annelikten arta kalan zamanlarında ise düşük ücretlerle, eksik primlerle, yarı zamanlı olduğu için vasıfsız olarak tanımlanan işlerde çalışma seçeneği sunulmaktadır.

Yarı zamanlı çalışmada, zamanı örgütlemek tam zamanlı işlerde olduğundan çok daha zor olduğundan bu durum kadınların aile yükümlülükleri olmasa bile kamusal alanda görünürlüklerini etkilemektedir. Ayrıca yarı zamanlı çalışmanın dezavantajlarından biri olan ücret düşüklüğü nispeten vasıflı işlerde de geçerli olduğundan, aileden bağımsız olarak her türlü insani ihtiyacın karşılanabileceği bir yaşam düzeyine erişmek çoğu zaman mümkün olmamaktadır. Yarı zamanlı çalışmayı bir ara dönem olarak tercih etmiş kadınların sonradan tam zamanlı çalışmaya geçebilme olasılıkları yaş ve deneyim faktörüne de bağlı olarak, tam zamanlı çalışmaya ara vermemiş kadınlara göre çok daha düşük olması bilinen bir gerçekliktir. Kadınların çalışmamayı ya da yarı zamanlı çalışmayı tercih etmesinin toplumsal olarak erkeklere göre daha meşru, daha kabul edilebilir olması da bu tercihin yapılmasında etkilidir. Tercihin “özgür” ya da “zorunlu” olmasının ötesinde, yarı zamanlı işlerin niteliği nedeniyle tüm sınıflardan, kategorilerden gelen kadınlar için düşük ücret, emeklilik hakkını elde edememe riski, mesleki ilerleme sınırlılıkları, aile içindeyse ev içi yüklerin kadında sabitlenmesi gibi dezavantajlı sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.

Kadınların istihdamda daimi olarak tutulabilmelerinin yolu, CEDAW Sözleşmesi ve Avrupa Sosyal Şartı’nda çok açık olarak kayıt altına alındığı gibi, erkeklerin çocuk yetiştirmede üstlenecekleri sorumlulukları hem özendirmek hem de bunun için maddi teşvikleri sağlamaktır. Fakat babalık izninin tasarıda bu kadar kısaltılması ve bunun devredilmeye çalışılması yasanın ulaşmak istediği asıl amacı, yani babayı çocuk bakımından muaf tutup,  bakım yükümlülüğünü anneye yükleyen işlevini açıkça göstermektedir

  1. ILO’nun 183 sayılı Anneliğin Korunması Sözleşmesi’ndeki çekince kaldırılmalıdır

Güvencesizleştirme ve esnek çalışma uygulamalarıyla kadın emeğinin maliyeti düştükçe, özellikle enformel sektörde kadınların daha da fazla istihdam edilmesi ve emeklerinin daha da fazla sömürülmesi söz konusudur.

Esnek çalışmadan bahsedildiğinde ilk akla gelen iş saatlerinin esnekliği olmakla beraber bu, esnek çalışma uygulamalarından yalnızca bir tanesidir: “Esnek çalışma kavramı ilkin, işin ve üretimin örgütlenmesindeki değişikliklere göndermede bulunur (“esnek fabrika”); ayrıca, iş piyasasına (istihdamın ve işin esnekliği) ve nihayet, çalışma zamanına göndermede bulunur (yarım zamanlı çalışma, kısmi zamanlı çalışma, çalışma zamanının yıllıklaştırılması, çalışma süresinin paylaşılması ve kısaltılması).”  İş piyasasında “esnek çalışma” biçiminin giderek yaygınlaşmasının nedenleri arasında literatürde hem teknik gelişmeler ve farklı sektörlerin doğması gösterilmekte, ama özellikle hizmet sektöründeki esnek çalışma saatlerinin uygulamadaki yaygınlığın bir nedeni olarak kadınların istihdamındaki artışı da dile getirilmektedir:

80’li yıllardan itibaren Avrupa’daki uygulamaları araştıran iktisatçıların ve sosyal politika uzmanlarının vardıkları sonuçlar bize başka önemli bir noktayı hatırlatmaktadır. O da esnek çalışma uygulamalarının cinsiyetsiz olmadığıdır. İş piyasasında “esnek çalışma” biçiminin giderek yaygınlaşmasının nedenleri arasında literatürde hem teknik gelişmeler ve farklı sektörlerin doğması gösterilmekle birlikte, özellikle hizmet sektöründeki esnek çalışma saatlerinin uygulamadaki yaygınlığın asıl nedenlerinden biri olarak kadınların istihdamındaki artışı gösterilmektedir.  Çünkü yapılan araştırmalar, esnek çalışma uygulamaları çerçevesinde ek eğitim alarak yeni vasıf kazananların büyük çoğunlukla erkekler olduğunu, esnek çalışma süresinin ise daha çok kadınlar tarafından kullanıldığını göstermektedir.

İş hayatı sanki çocuklar, yaşlılar ve hastalar hiç yokmuşçasına örgütlenmekte, daha sonra da onların bakımı ile ilgilenmesi gerekenler sanki yalnızca kadınlarmış gibi kadınlara yarım gün çalışıp geri kalan zamanlarında da bakım işlerini üstlenebileceklerini işaret etmektedir. Toplumdaki cinsiyetçi işbölümü sorgulanmadığı sürece kadınların doğal sorumlulukları gibi görülen ev işleri ve bakım işleri hep kadınların üzerine kalsın diye de, yarım gün uygulaması büyük çoğunlukla kadınlara “bir fırsat”mış gibi sunulmaktadır. Kadınlara yarım gün işyerinde çalış, yarım gün de evde çalış denilmektedir.  Böylece kadınların daha düşük gelirli, yükselme şansı olmayan işlerde çalışmaları ve esas görevlerinin aile içi sorumlulukları olduğu düşüncesi toplumda zemin kazanmaktadır. Kadınların ücretlerinin genellikle “ek gelir” olarak sunulmasıyla, ücretler arasındaki fark da toplumsal olarak meşrulaştırılmaktadır.

Bu konuda alınabilecek en önemli önlem ILO’nun 183 sayılı Anneliğin Korunması Sözleşmesi’ne Türkiye’nin koyduğu çekincenin kaldırılmasıdır. Bu sözleşmenin kamu tarafından kabulüyle tasarıda çözümü için çare aranan meseleye sahici bir yaklaşım gösterilmiş olacaktır.

  1. Özel İstihdam Büroları: Güvenceli çalışmanın tabutuna çakılan son çivi

Özel İstihdam büroları daha önce iki kez torba kanunla meclise getirilmiş ama demokratik kitle örgütlerinin ve siyasi partilerin engellemeleri sonucu geri çekilmiştir. Özel istihdam büroları ilk olarak 2009 yılında 5920 sayılı torba kanun içinde getirilmiş ve meclisten geçirilmişti. Ancak 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından; “İşçilerin istismarına ve insan onuruna yakışmayan durumlar doğmasına, olumsuz uygulamalara ve çalışma barışın bozulmasına yol açabileceği”  gerekçesi ile veto edilmişti.

Kamuoyunda “kiralık işçi” olarak bilinen bu düzenleme ikinci kez “Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı içinde tekrar gündeme getirildi. Ancak o dönemde özelleştirmeye ve tam gün yasasına karşı tekel işçileri, itfaiyeciler, eczacılar ve doktorların birçok yerde kitlesel eylemleri nedeniyle hükümet gerilimi daha fazla arttırmamak için ani bir kararla özel istihdam bürolarını tasarıdan çıkarmak zorunda kalmıştı.

Şimdi bir kez daha özel istihdam büroları üzerinde konuştuğumuz torba yasa tasarısı içerisinde meclise getirilmektedir.

Tasarıda kadının doğum, analık ve süt izni gibi durumlarında özel istihdam bürolarında yeralan  bir işçinin annenin yerine geçici olarak istihdam edilebileceği belirtilmektedir. Bu şekilde hem annenin işe gidememe baskısından ve stresinden kurtulacağı hem de iş ihtiyacı olanların bu ihtiyacının karşılanmasının sağlanacağı iddia edilmektedir. Bu durum, uzun vadede neo- liberal politikaları adım adım hayata geçirmenin bir yolu olarak esnek güvencesiz bir iş yaşamı kurulmaya çalışılmasıyla doğrudan ilintilidir.

Özel istihdam bürolarında, geçici sözleşme ile asgari ücret karşılığı işçiler çalıştırılacak;  burada çalıştırılan işçiler, isteyen işverenlere geçici olarak kiralanabilecektir. Aslında Soma Katliamı sonrasında sıkça duyduğumuz “dayıbaşılık” sisteminin bir başka versiyonu olan bu sistemde, işçinin kiralandığı işverenle hiçbir hukuki, ya da iş sözleşmesi olmayacaktır. Bunun karşılığında özel istihdam büroları işçileri kiraladıkları işverenlerden para alabilecektir. Bu bürolarda çalışan işçilerin tazminat, kıdem hakları olmayacak, hiçbir işçi sendikasına üye olamayacaktır. Grev hakkı, iş bırakma hakkı olmayacaktır.

“Rekabetçi bir işgücü piyasası” oluşturmak amacıyla kurulan bu sistemde:  İşçi komisyonculuğu yasal hale gelecek ve özel istihdam büroları işçi kiralama faaliyeti üzerinden para kazanan kurumlar haline dönüşecektir. İşsizler özel istihdam bürolarına başvuracak ve bu bürolarla iş sözleşmesi yapacaklar, böylece özel istihdam büroları ile işçi arasında işçi-işveren ilişkisi kurulacaktır. Özel istihdam büroları kendi bünyesindeki işçileri talep eden işverenlere ihtiyaç duyduğu sürelerle kiralayabilecektir.

Bu sistem ile bilinen anlamda iş ilişkisi sona ermektedir. İşçiler kiralandıkları işyerinin işçisi olmayacak, işçilerin işvereni onları kiraya veren özel istihdam bürosu olacaktır. Kiralık işçilik yoluyla iş bulma hizmeti bir kazanç konusu haline gelecek, “işçi simsarlığı” faaliyet alanı bularak yasal hale gelecektir. İşçiler özel istihdam büroları ile gerçek işveren arasında, ikisinin kâr hırsı arasına sıkışacak, emsal işçilerden daha ucuza çalıştırılmaları mümkün olacaktır.

Kiralık işçiliğin geçici olması nedeniyle, çalışılmayan süreler için işçiye ücret ödenmesi söz konusu olmayacak, işçilerin diğer sosyal hakları ise belirsiz hale gelecektir. Dahası on binlerce işçiyle sözleşme yapan özel istihdam bürolarının bu işçilerin haklarını ödemede ciddi sıkıntılar ortaya çıkacaktır.

Kiralık işçilik uygulaması, işçilerin tarihsel kazanımları olan sendika, toplu pazarlık ve grev haklarını kullanmalarını engelleyecek, çok farklı işkollarında çalıştırılacak işçilerin hangi işkoluna gireceği tartışma yaratacaktır.

Tüm işçi sendikalarının kuvvetle karşı çıktığı ve komisyon toplantısında da ifade edilen itirazlar göz önünde bulundurularak bu uygulamanın tasarıdan çıkarılması gerekmektedir.

           Sonuç

“Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Kuvvetindeki Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” yukarıda açıkladığım nedenlerle öngördüğü amaçlarla taban tabana zıt sonuçlar vermesi kaçınılmaz önlemler ileri sürdüğü için kendi kendini ortadan kaldıran bir yasadır. Ancak, Tasarının bu mantıksal çelişkisi, hükümetin topluma, aileye, kadına ve üretim ilişkilerine bakışının yansısıdır. 12 yıldır dünya kapitalizminin katarına altından zincirlerle bağlanarak,  özellikle inşaat sektörüne akıttığı kaynaklarla kenti ve kentsel rantı toplumsal-ekonomik hayatın merkezi kılan, piyasa gereklerine ibadet ölçüsünde bağlanan hükümet öte yandan kentsel hayat koşullarının kadına sunduğu gelişme olanaklarını da geleneksel değerleri ve zihniyeti erozyona uğratan bir tehdit olarak görmektedir. Başbakan’ın “Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı”nın sunuş brifinginde sözünü ettiği “Her ne surette olursa olsun, aile hayatımızın korunması, gelecek nesillerin ve temel normlarımızın, değerlerimizin ahlaki referans ölçülerimizin korunması” hedefi bu korkunun en açık ifadesidir. Ne anayasa ne herhangi bir uluslararası yasa ile hükümete tanınmış olan bu “ahlak bekçiliği” misyonu vurgusu, Tasarıyı kadınlar ve elbette bütün toplum için bir dehşet öyküsüne çevirmeye adaydır.

Tasarının,  kadınlara yönelik cinsiyet ayrımcılığı başta olmak üzere, birçok toplumsal soruna temel teşkil eden toplumsal cinsiyet eşitsizliğini gidermek yerine, bu eşitsizliği derinleştirmeye hizmet edeceği açıktır. Tasarı, Avrupa ülkelerinde uygulanan şekliyle, geleneksel cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldırmaya, hem kadın hem de erkeğin iş ve aile yaşamını uyumlu hale getirmeye, bakım yükümlülüğünü ailede kadın ve erkek, toplumda aile ve devlet arasında paylaştırmaya dönük sosyal politikalardan oldukça uzaktır. Zira bu tasarı bakım yükümlülüğünden erkeği ve devleti tümüyle muaf tutmakta ve tüm yükümlülüğü kadına yüklemektedir. Tasarı bu haliyle kadının mevcut ezilme durumunu ve emek sömürüsünü devam ettireceği gibi kadının işgücüne katılımını ve bu yönlü talebini azaltmaya, kadın işsizliğini artırmaya ve kaynakların verimsiz kullanımına neden olacaktır.

Devletin ve hükümetin baskıcı, şiddet içeren ve eşitsiz güç ilişkilerine dayalı aile yapısının korunmasını değil, ailenin demokratikleştirilmesini temel politika olarak benimsemesi gerekmektedir.  Bunun için de büyük bütçeler ayrılarak erkekler tarafından hazırlanan ve cinsiyetçi kodları güçlendirecek torba yasalara değil, bizzat kadınların görüşü alınarak, kadınlar tarafından hazırlanan somut, etkin ve sonuç alıcı politikaların uygulanması gerekmektedir.

Tasarı bu haliyle son zamanlarda Avrupa Birliği mevzuatıyla uyum gerekçesiyle komisyona taşınan bütün öteki tasarılarda olduğu gibi, uyum sağlamaya çalışır göründüğü bütün normları çelen bir sonuca ulaşmaktadır. Esasen korumayı vazife edinir göründüğü kadını toplumun en altına iten ama zincirlerinden boşanmış bir piyasanın önündeki bütün katılıkları eritmeyi hedefleyen kurgusuyla  toplumun özgürlük ve adalet yolunda ilerlemesi için yeni bir engel oluşturmaktadır.
_______________________________________

[1]    http://www.tepav.org.tr/upload/files/1384184703-1.Turkiyede_Buyume_ve_Demografi_Iktisadi_Tarih_Dogum_Yanlisi_Soyleme_Karsi.pdf

[2]    http://www.tepav.org.tr/tr/blog/s/5076/Kadin+Istihdami+ve+Annelik+Kariyeri+Tesvik+Paketi

[3]    http://www.bianet.org/bianet/toplum/162081-yeni-aile-nufus-yasasinin-amaci-dogurganligi-artirmak

[4]    http://eski.bianet.org/2006/01/23/bilgi25.htm#aile

[5]    http://eski.bianet.org/2006/01/23/bilgi25.htm#hane_halkı