Kapitalizmden kurtulmadıkça…

Kürkçü TBMM’de Ekonomi Bakanlığı bütçesini eleştirdi: “Türkiye krizle karşı karşıya kalmamak istiyorsa kalkınma yöntemini ve birikim yöntemini değiştirecektir. On yıllardır, yüzyıllardır bunun adı konmuştur, bu sosyalizmdir.” 

 

BDP GRUBU ADINA ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; Ekonomi Bakanlığının görüşüldüğü bugün bu bütçe görüşmelerinden önce, Sayın Bakanın dün, kalbinden bir sıkıntı geçirdiğini öğrendik. Keşke burada olmasaydı, dinlenmesinde fayda vardı; stres iyi gelmeyebilir. Ama biz, tekrar geçmiş olsun diyoruz.

Şimdi, tekrarlamaya gerek yok; bu, yasal açıdan yok hükmünde bir tartışma. Çünkü bu Sayıştay raporları meselesi dolayısıyla bu görüşü ifade ettik.

Bu arada, tabii, Cumhuriyet Halk Partisine de sormak istiyorum. Onlar, sadece yasal açıdan yok hükmünde değil, gayrimeşru olduğunu söylemişlerdi. Bu bütçenin hitamında ne yapacaklarını da öğrenmek bizim için önemli.

Ancak tabii, siyasal açıdan Ekonomi Bakanlığının eylemlerinin tartışılmasının bir anlamı var; çünkü bu, Türkiye’deki toplam iktisadi faaliyetin bir değerlendirmesi. Doğrusu, bakanlığın adı “Ekonomi Bakanlığı” olsa da karşımızda aslında bir uluslararası ticaret bakanlığı bütçesi var. Adına neden “Ekonomi Bakanlığı” dendiğini anlamak güç çünkü ekonomi, insanın üretici etkinliğinin yani üretim, bölüşüm, tüketim ve yeniden üretim faaliyetlerinden doğan ilişkilerin -maddi ve manevi ilişkilerin- tamamını kapsar. Oysa, biz burada genellikle dış ticarete ve dış ticaret eksenli faaliyetlere dönük bir bakanlık bütçesi görüşüyoruz.

Bununla birlikte, bu bütçe yaklaşımının sorunları var. Bunu sayın bakanın Plan ve Bütçe Komisyonundaki sunuşundan da anlıyoruz. Çünkü genel olarak dünya tablosunu, özel olarak da Türkiye tablosunu çizerken aslında dünyayı ve Türkiye’yi bekleyen büyük krizden bu sunuşta herhangi bir biçimde söz edilmediğini görüyoruz. Genel olarak Ekonomi Bakanlığı bütçesinin ya da Ekonomi Bakanlığının ekonomi yaklaşımının gerisinde Türkiye’yi dünyadaki genel iktisadi süreçten ve kapitalist dünyayı  kaplayan krizden ayırarak, kendi başına zamandan ve mekândan münezzehmişçesine, kapitalizmden münezzehmişçesine değerlendirmek var ki bu son derece yanıltıcı bir tablo karşımıza koyuyor.

Avrupa’nın en hızlı büyüyen 2’nci ekonomisi olduğumuz ifadesi bunlardan birisi. Bu iktisadi gerçekler bakımından hiçbir şey ifade etmiyor çünkü genel olarak bütün Avrupa ekonomisi, Batı Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri, hatta Çin dünyada genel olarak bir düşüş, bir aşağıya doğru gidiş trendinde iken bu aşağıya doğru gidişin neresinde olduğuna dair bir kıyaslama bize -kendi içinde kapalı bir ifade olduğu için- hiçbir şey demez ama netice olarak bir bütün hâlinde aşağıya doğru giden bir kapitalist ekonomi içerisinde olduğumuzu söylemek gerekir halka.

Her şeyden önce küresel gerçek nerede? Şurada: Amerika Birleşik Devletleri, önümüzdeki yıl -2013’te- vergilerin artırılması ve kamu harcamalarındaki kesintiler dolayısıyla bu dünyanın en büyük ekonomisi bir resesyona doğru gidiyor. Çin, sert bir düşüşe doğru gidiyor ve “yükselen pazarlar” denilen G-20 ülkelerinde de daha derine giden bir yavaşlama var. Şimdi, eğer bu gerçekse Türkiye’nin bu gidişattan uzak kalmasını düşünmek mümkün değil.

İkincisi: Türkiye’nin büyüme trendleri açısından bakarsak -geçmişteki tabloyu bir yana bırakalım- ilk dokuz ayın büyüme verilerinin gösterdiğine bakacak olursak bu dokuz ayda büyüme yüzde 2,6’da kaldı. Bütün ciddi iktisatçıların yaptıkları uyarıyı sonunda TÜİK de kabul etti ve aslında bu büyüme rakamlarının altından arındırıldığı zaman gerçekte böyle olmadığını söyledi, şunu ifade etti, “Net ihracatın yıllık büyümeye yüksek oranlı katkısında altın ihracının etkisi not edilmelidir.” dedi.

Şimdi, tabii, bu bir muamma olarak görünebilir herkese, ne oluyor yani durmaksızın altın ihraç ediyoruz dışarıya? Aslında çok basit bir şey; Türkiye Amerika Birleşik Devletleri’nin İran’a yönelik yaptırımları dolayısıyla İran’dan aldığı doğal gaz, petrol ve petrol ürünlerine ödemelerini altın cinsinden yapıyor yani-dolar ya da lira- para cinsinden değil emtia cinsinden yapıyor ve bunu da altın olarak -iki ülke- arasında belirledi. Dolayısıyla Türkiye’nin aslında İran’a ödediği, ithal ettiği malın karşılığı olan para bir ihracat kalemiymiş gibi gözüküyor, oysa bunu analiz eden bütün iktisatçılar -bu arada TÜİK de- aslında bu kalkınma rakamının, bu büyüme rakamının çok geride kaldığını gösteriyor.

Biz, Türkiye’nin, gösterildiği gibi büyümüyor olmasından elbette mutluluk duyuyor değiliz. Niye büyümek varken büyümemiş olmak bizi mutlu etsin? Bizi ilgilendiren şey… Krize karşı halkı uyarmak, krize karşı krizin en altında kalacak olan büyük yoksullar kitlesini uyarmak yerine, bir kriz olmayacakmış gibi, Türkiye 2013’ü aslında çok büyük bir badireye uğramaksızın atlatacakmış gibi sunulan bir tablonun realiteyle sınanmasıdır bizim söylediğimiz. Şimdi, bunun tabii ki yansısı kaçınılmaz olarak işsizlik rakamlarıyla kendisini gösterecek ve işsizlikle ilgili beklentilerle.

Gene Ekonomi Bakanlığının bütçesinin bize sunduğu tabloya bakacak olursak işsizliğin yüzde 8,4’le geçildiğinde ısrarlıdır ve bunun Avrupa Birliği ortalamasının üstünde, 15 Avrupa ülkesinden de yukarıda olduğu kanaatindedir. Oysa bu kıyaslama aynı cinsten bir kıyaslama değildir. Türkiye’de bugün iş gücüne katılım oranını yüzde 50 dolayındadır. Yani evlerinde oturanlar, iş aramayanlar, çalışma çağı geldiği hâlde çalışmayanlar, bütün bunlarla çalışanları oranladığınızda yüzde 50’dir. Oysa Avrupa Birliği ülkelerinde bu iş gücüne katılım yüzde 68 dolayındadır. Dolayısıyla Türkiye’de gerçek işsizlik, eğer bütün bunlardan arındırılırsa yüzde 8,4 rakamı, gerçekte yüzde 15’lere, yüzde 16’lara kadar varmaktadır.

Şimdi, bütün bunlar karşısında Ekonomi Bakanlığımız iki tane çare öneriyor bize. Bir tanesi, Ulusal İstihdam Stratejisiyle istihdamı genişletmek, bu istihdam için de yeni teşvik stratejisi ortaya koymak. Bu Ulusal İstihdam Stratejisine baktığımızda büyülü kelimeyle karşı kaşıya kalıyoruz: “Esneklik.” Esneklik dediğimiz şey aslında “işveren nasıl istiyorsa öyle” demenin kibarcasıdır. Patronlar nasıl istiyorlarsa işçileri öyle çalıştıracaklardır. Patronlar nasıl ücret ödemek istiyorlarsa öyle ödeyeceklerdir ve güvenceli çalışma, sigortalı çalışma artık Türkiye’de bir istisna hâline gelecektir. Kiralık işçilik, ödünç işçilik, geçici, özel istihdam büroları aracılığıyla çalışma, kısmi zamanlı çalışma, işin paylaşılması, aynı işçinin birden fazla taşeron firmada çalışmaya zorlanması, bunların hepsi esnekliğin içindedir.

İş güvencesinin kaldırılması yeni Ulusal İstihdam Stratejisinin en önemli hedeflerinden biridir. Burada da büyülü kelime “katılık”tır. Katılık yani işverenin basıncına direnç. Direnmeyecek, yumuşak olacak, gevşek olacak, bel verecek, ne isteniyorsa onu verecek dolayısıyla, katılıklardan arındırılacak. Çalışma saatleri erkene alınacak ancak çalışma saatlerinin erkene alınması çalışma saatlerinin azaltılmasıyla eş zamanlı gitmeyecek, o nedenle kamu sektöründe de vardiyalı çalışmaya geçilecek, kıdem tazminatı yükünden kurtulunacak. Bunu Türkiye işçi sınıfının sendikaları, cumhuriyet tarihinin emeğe yönelik en büyük saldırısı diye niteliyorlar.

Şimdi, sendikalar bunu keyfinden ya da sayın bakanı sevmediklerinden, çalışmayı sevmediklerinden değil… Birim zamanlı çalışma karşılığında kazandıkları ücret ve hakların gerçek, reel ekonomi içinde durmaksızın geriye doğru gitmesi aslında işçi sınıfının büyük bir kesiminin işsizliğe mahkûm edilmesi olarak okuyorlar.

Bu büyük eşitsizliğin ayrıca bir bölgesel yansıması var. Buna da bölgesel asgari ücret yaklaşımıyla cevap vermeye çalışıyor Ulusal İstihdam Stratejisi. Yani Türkiye’nin 6’ncı bölgesi esasen bizim “Kürdistan” dediğimiz Kürtlerin büyük yoğunlukla, çoğunlukla yaşadıkları ve yoğun olarak yaşadıkları illerde asgari ücretin Türkiye’nin batısına nazaran reel olarak daha düşük olması, patronların bu alandaki harcamalarının da devlet tarafından, kamu tarafından yani sizin, bizim vergilerimiz tarafından, karşılanması dolayısıyla, ekonomide çalışanın, gerçek vergileri ödeyenlerin üzerindeki vergi yükü artarken Kürt emekçilerin sırtındaki iş yükünün de artması sonucuna varıyor. Şimdi, kriz karşısında bulduğu çare budur.

İkincisi, tabii, teşvik sistemi. Bu teşvik sisteminin bir bölümünü demin söyledim. O teşvik sistemi esasen şuraya kadar varıyor, söyleyeyim: Sermayeden alınması gereken 18 milyar liralık vergiden vazgeçiliyor. Bu, yüzde 5’i demek bütçenin. Ayrıca işveren primindeki 5 puanlık indirim için 5,5 milyar Türk lirasından vazgeçiliyor. Kredi faiz desteği için 11 milyar ve KOBİ desteği için 2,8 milyar olmak üzere bir yüzde 5 tutarında sübvansiyon söz konusu. Vergi harcamalarıyla birlikte bu oran bütçenin yüzde 11’ine denk düşüyor. 2013 bütçesinde 116 kalem vergi harcaması tutarı 22,4 milyar olarak öngörülüyor. Bunun yaklaşık 19 milyar Türk lirası, gelir ve kurumlar vergisinden istisna ve muafiyet niteliğinde olup doğrudan sermaye geliri elde edenlere sunulan bir teşvikten başka bir şey değildir.

Demek ki, Hükûmetimizin, Ekonomi Bakanlığımızın kriz karşısında bulduğu çare sermayeyi mümkün mertebe tahkim etmek, onu krize karşı korumak ama bu korumayı işçi sınıfının, yoksulların sırtından yapmak. Eğer, bu ise Ekonomi Bakanlığının görevi, görevini layıkıyla yapıyor demektir. Ama halka verilen söz başka. Halkın refahının artırılması, işçilerin gelirlerinin ve refahlarının artırılması ve Türkiye’nin ilerleyen ekonomiler içerisinde kendine özgü bir yer tutması.

Bütün bunların hiçbirisinin gerçek olmadığını TÜİK verileri gösteriyor. Türkiye’de nüfusun yüzde 20’si gelirlerin yüzde 42’sine el koyuyor, geri kalan yüzde 60’ı nüfusun yüzde 80’i tarafından pay ediliyor. Aslında daha ince, daha hassas hesaplamalarla o yüzde 40’ın da çok büyük bir bölümüne nüfusun ilk yüzde 5’inin el koyduğunu görebiliriz.

Bu tablo, aslında, Türkiye’nin kendisine benzemediği, kendisi baş aşağı giderken Türkiye’nin  yukarı gittiğini söylediği, Batı Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri gibi gelişmiş ekonomilerdeki dağılıma, gelişmiş ekonomilerdeki yoksunluk ve yoksulluk oranlarına aşağı yukarı denk geliyor. Zaten başka türlüsü de beklenemezdi. Ancak Türkiye’deki iktisadi gelişmişlik düzeyinin zayıflığı dolayısıyla bütün bunlar daha da çarpık olarak gözümüze geliyor.

Sözümü bağlarken şunu söylemek isterim: Türkiye eğer kapitalizm içerisinde yaşayacaksa dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkelerinden daha farklı bir kader kendi geleceği için bekleyemez. Eğer başka bir kader bekliyorsa o zaman her şeyden önce, sermaye egemenliği başta olmak üzere Türkiye’deki hâkim ilişkilerin dışına çıkması, bunları dağıtması, bunlardan ayrı bir gelecek kendisine kurması beklenir. Yoksa geri kalan lafügüzaftır. Gelişmiş ekonomiler daha geride olanlara kendi suretlerini gösterirler. Türkiye, Avrupa Birliğinden daha geri bir ülke olarak Avrupa Birliğinin bugün karşı karşıya olduğu bütün sıkıntılarla gelecekte yüzleşecektir. Bununla karşı karşıya kalmamak istiyorsa kendi kalkınma yöntemini ve birikim yöntemini değiştirecektir. On yıllardır, yüzyıllardır bunun adı konmuştur, bu sosyalizmdir.

Sosyalizm kapitalizmi yenecektir. Kapitalizmden kurtulmadıkça bütün bu sıkıntılardan, krizlerden kurtuluşun bir hükmü yoktur.