Kendi yurttaşını öldürmek başarı ölçütü olabilir mi?

Kürkçü, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda İçişleri Bakanlığı’nın bütçesi üzerine yapılan görüşmelerde “İçişleri Bakanlığımızın terörle mücadelede kaydettiği mesafeyi bir tür talihsizlik olarak görmesini tavsiye ederim.” dedi. “Yurttaşını öldürmek neden ötürü başarı sayılsın, onu hapishaneye tıkmak neden ötürü başarı sayılsın? Asıl başarı, onu hiçbir zaman çatışmaya sürüklemeyecek, özgürlüğünü doya doya yaşayabileceği, dilini, kültürünü, varlık ve kimliğini eşit haklı olarak Türkiye’deki diğer yurttaşlarla birlikte paylaşabileceği bir toplumsal duruma kavuşturmak olabilirdi.” 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Başkan, Sayın Bakan, sevgili arkadaşlar; İçişleri Bakanlığı bütçesi hakkında partimizin görüşlerini ifade edeceğim.

Her şeyden önce Sayın Bakanla ayrıldığımız önemli bir nokta var, altını çizmem gerekir. Bakana göre İçişleri Bakanlığı bütçesinin arkasındaki etkinlikler, faaliyetler bir başarı öyküsü oluşturuyor ve bu başarı öyküsünü ölçmek için kullandığımız ölçütler son derece ürpertici. Öldürülen insan sayıları, tutuklanan, gözaltına alınan insan sayıları, tahrip edilen araç gereçler ve bundan etkilenen milyonlar. Şimdi bunun tabii bir yerden baktığınızda başarı sayılması mümkün ama başka bir yerden baktığınızda, bizim baktığımız yerden -ki Meclis de aslında sadece dört yıl önce Türkiye’nin yönetilmesine ve karşı karşıya bulunduğu sorunların çözülmesine bambaşka bir yerden bakıyordu- eğer bütün toplumsal olaylar, toplumsal süreçler terörle mücadele konsepti altında ele alınacak olursa o zaman ve olağanüstü hâl normal, aslında olması gereken bir hâl olarak görülürse bütün bunlar bir başarı öyküsü sayılabilir ama biz öyle düşünmüyoruz.

Her şeyden önce olağanüstü hâl rejiminin kendisi işlerin iyi gitmediğine dair bir normdur. “Olağan değil, normal koşullarda değiliz, her şey altüst oldu ve çaresine bakacağız” denilen bir rejim biçiminin içerebileceği biricik vaat “bu sayede bizim daha önceden bile sahip olmadığımız kadar çok özgürlük ve refaha yüzümüzü dönebileceğimiz” anlamına gelir. Fakat öyle görüyoruz ki biz, hem Adalet ve Kalkınma Partisinin politik hedefleri, hem Cumhurbaşkanının karşısına koyduğu hedefler, hem dillendirilmeye başlanılan projeler bağlamında aslında olağanüstü hâlin neredeyse kalıcılaşacağı bir yeni rejime doğru Türkiye’nin adım adım gitmekteyiz. Bu çerçevede baktığımızda, iyice pekişen bir başarısızlık öyküsüyle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Bunun merkezinde iki tane olgu var, Hükûmetin bu eylemleri meşrulaştırmasında: Birincisi, 15 Temmuz darbe girişimidir, ikincisi de PKK’yle Türkiye devleti arasında sürüp giden silahlı çatışmadır. Bu ikisi İçişleri Bakanlığının ve aynı zamanda Millî Savunma Bakanlığının ya da savunma ve güvenlikle ilgili bütün kurumların faaliyetlerine yön veren iki büyük kaynak olarak görülmektedir.

Ben, doğrusu, Hükûmet söyleminde olduğu gibi bu iki yapı ya da iki olgu arasında bir örtüşme, içiçelik, aynı normlarla değerlendirme kabiliyeti olduğunu, böyle değerlendirilebileceğini düşünmüyorum. Bence Meclis de düşünmüyor çünkü Meclis 2013’te bir komisyon kurdu, “Toplumsal Barış Yollarının Araştırılması ve Çözüm Sürecinin Değerlendirilmesi Komisyonu”. Bu Komisyon çok önemli bir rapor hazırladı ve bu rapor aslında 2015 başlarında Cumhurbaşkanı tarafından “Çözüm süreci diye bir şey yoktur. Kürt meselesi de kalmamıştır.” denilerek gündemden kaldırılana kadar hem Hükûmetin hem Meclisin faaliyetine yön verdi.

Bu Komisyonun yaptığı en önemli saptamalardan birisi, Türkiye’nin özellikle Kürt meselesinde karşı karşıya kaldığı konunun bir terörizm meselesi değil bir ayaklanma hadisesi olduğuydu. Eski, önceki cumhurbaşkanları da aslında karşı karşıya kalınan meselelerin böyle olduklarını söylemişlerdi. Turgut Özal olsun, Süleyman Demirel olsun, bu meseleyi bir ayaklanmalar silsilesinin sonuncu halkası olarak gördüklerini söylemişlerdi. Bu ikisi arasında bir ayrım yapmanın anlamı ve önemini bu komite, bu Komisyon şu şekilde ifade etti, dedi ki: “Terörizm başka, ayaklanma başka şeydir. Terörist, teoride hiçbir şeyi temsil etmez, dolayısıyla teröristle görüşülmez ve konuşulmaz. Onunla hiçbir şey konuşamazsınız çünkü teröristin metodu ve hedefleri kabul edilemez. Onunla oturup konuşamazsınız ne yöntemleri ne de hedefleri. Ancak ayaklanmada ise kullanılan metotlar kabul edilemez. Evet, ayaklanan taraf da terörü kullanır, gerillayı kullanır, sokağı kullanır, insanları yakar, öldürür. Bu konular üzerinde konuşulmaz ama politik talepleri konusunda oturup konuşabilirsiniz ve dünyadaki bütün örnekler ve pratikler de böyle. Yani, biz bunu kendimiz reddetsek de pratikler böyle. Yaptıkları eylemleri ve seçtikleri yöntemleri tasvip etmeyebilirsiniz, bunlar kabul edilemez ama politik talepleri konusunda oturup konuşmanız gerekir.”

Bu ilkeye dayanarak Türkiye Büyük Millet Meclisi komisyonu bir rapor hazırladı, Hükûmete böyle bir yön verdi ancak bu süreç ne yazık ki başarıyla sonuçlanmadı. Bunun içerdiği riskler de ifade ediliyordu ancak, şimdi bu süreç başarıya ulaştırılmadı diye olgu değişmedi. Olgu, aslında Türkiye Cumhuriyeti kurulmaya başlandığı günden beri Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı büyük bir toplumsal, tarihsel olgudur; bunun şiddet yöntemleriyle çözülmesi ve bastırılması kimi zaman kimi Hükûmetlere, kimi yönetimlere bir fırsat gibi gözükebilir fakat bunun sorunu derinleştirmekten başka bir işe yaramadığı görülmüştür. Ben, o nedenle, Kürtlerin Türkiye’deki eşit yurttaşlık statüsü talebinden kaynaklanan meseleler, çatışmalar ve bunların çözümüyle Fetullah Gülen Örgütü’nün Adalet ve Kalkınma Partisiyle ve onun Hükûmetiyle girmiş bulunduğu ilişkiler, siyasi ittifak ilişkileri ve bunun sonucunda ortaya çıkan düşmanlaşma ve buradan doğan çatışmanın bu meseleyle hiçbir şekilde aynı karakterde olmadığını, ikincisi için bulunduğu düşünülen yöntemlerin bile aslında bu meselenin halli bakımından yetersiz olduğu fakat birinci mesele, Kürtlerin hak talepleri ve buradan doğan problemler için herhangi bir biçimde geçerlilik kazanamayacağını söylemek isterim. Olağanüstü hâlin ilanıyla birlikte bu iki mesele giderek daha fazla iç içe sokuldu ve bu meselenin hâl yolu için Parlamentoda ve siyaset alanında söz almış, sorumluluk ve külfet yüklenmiş olan partimiz birdenbire bu terörle mücadele konseptinin hedefi hâline geldi. Olağanüstü hâl ilanından bugüne kadar, belirtmek isterim ki, milletvekillerimiz, il, ilçe eş başkanlarımız, yöneticilerimiz ve parti üyelerimizin de aralarında bulunduğu yaklaşık 4.500 kişi tutuklandı. Sadece bir yıl içerisinde partimiz mensubu 6.700 kişi gözaltına alındı, 1.842 kişi tutuklandı. 38 HDP il eş başkanı, 98 HDP ilçe eş başkanı tutuklandı. Eş genel başkanlarımızla birlikte 15 milletvekilimiz, 2 MYK üyemiz, 11 parti Meclisi üyemiz, 750’yi aşkın il ve ilçe yöneticimiz tutuklandı. Şu anda 9 milletvekilimiz tutuklu.

Şimdi, bu tutuklanmaların mesnedi sayılan belgelerin ve gerekçelerin nasıl oluşturulduğu bakımından Sayın Bakanı en yakından ilgilendirecek belgelerden birisi Bursa’da 12 Halkların Demokratik Partili ve Demokratik Bölgeler Partilinin tutuklanması için hazırlanmış bulunan fezlekenin savcı iddianamesine girdiğinde burada yer alan belgedir. Bu belgede insanların nasıl suçlanacakları şöyle tartışılıyor: “HDP’lilerin kahvaltı etkinliği için bilet sattıkları Facebook sayfalarındaki fotoları alıp terör finansmanı filan der üfleriz Gazi Abi tabiriyle” deniyor ve bunun sonucunda bu insanlar gözaltına alınıyorlar ve tutuklanıyorlar.

Şimdi, bunun bir istisna olduğunu söyleyemeyiz çünkü eş başkanlarımızın, milletvekillerimizin tutuklanma gerekçelerine baktığımızda bugün kimi terör suçlamasıyla örneğin El-Kaide ya da IŞİD terör örgütü suçlamasıyla gözaltına alınıp bırakılanların serbest bırakılma gerekçeleri ile bizim vekillerimizin tutuklanma gerekçeleri neredeyse özdeştir. Burada partimize karşı son derece açık bir biçimde -aslında politik bir meselenin bir antiterör meselesi olarak görülmeye çalışılmasıyla birlikte- ortaya çıkan anormalliğin bir sonucu vardır. Bunların kabul edilmesi mümkün değildir.

Öte yandan, olağanüstü hâl altında son derece vahim işkence ve infaz olayları, çocukların mağduru [olduğu] son derece ağır can kayıpları var. İçişleri Bakanlığına bağlı zırhlı araçlar 15 Temmuzdan bu yana 9’u çocuk 30 insanın ölümüne yol açtı. Zırhlı araçların belli bir alanda ve belli bir bölgede bu kadar çok sayıda “kaza” yapmasını sadece “kaza” terimiyle açıklayabilir miyiz? Ya da halkın, insanların “terörle mücadele” adı altında mantar toplarken yakalanıp günler süren işkencelerden sonra nihayet zor bela suçsuzluklarını ispat edebilmeleri ama edemeyenlerin bunun sonuçlarını cezaevinde ödediğini gözden kaçırabilir miyiz?

Örneğin, Diyarbakır’da “Newroz” kutlamaları sırasında bir bunalım anında aşırı hareketler yaptığı gerekçesiyle vurulan bir gencin aslında hiçbir şekilde bir tehlike arz etmediği ortada olduğu hâlde burada hiçbir güvenlik görevlisinin sorumlu tutulmaması kabul edilebilir mi?

Bu örnekleri artırabiliriz; partimize karşı, halka karşı, bütün bu sorunda şu ya da bu şekilde nesne ya da özne olan insanlara karşı -bence- bütün bunların olmasının kendisi en önemli problem değil; bunlar olabilir çünkü Türkiye’de güvenlik güçlerinin insan hakları eksenli bir eğitim ihtiyacına sahip olduğu, Türkiye’nin gerek Avrupa Konseyi gerek Avrupa Birliğiyle yaptığı bütün sözleşmelerde kabul edildi. Bu eğitimler tamamlanmamış olabilir, o yüzden bazı personel böyle davranıyor olabilir. Ancak burada tipik olan bunların hepsinin gerçekleştiği an daima mülki amirler tarafından önce inkâr edilmesi, sonra kamuoyunda sesler yükselince mazur gösterilmeye çalışılması, nihayet -katlanılmaz hâle gelince tepkiler- bazı idari önlemlere başvurulması fakat sonunda cezasızlığın baki kalmasıdır.

Ben, özellikle sizden Bakan olarak bu olaylar ortaya çıktığında, gerçekleştiğinde sizin bu terörle mücadele konseptine bakışınız ne olursa olsun, sonunda Türkiye’nin adil, demokratik, insan haklarına saygılı bir rejime geri dönüşünü temin etme iddiasını güttüğünüze göre bütün bunlarla ilgili olarak söz alıp herkesten önce bu personelle ilgili tutumu sizin takınmanızı beklerim doğrusu. Ama biz, maalesef, bunu görmedik.

Öte yandan, kimi zaman belli problemlerle yüz yüze kalındığında, savunulmaz hâle geldiğinde bunlar bu uygulamaların esasen Emniyet teşkilatı içerisinde yuvalanmış şu ya da bu FETÖ mensubunun marifeti olduğu gerekçesi de bu bakımdan çok fazla inandırıcı olmuyor.

Ben, doğrusu, bu bakımdan İçişleri Bakanımızın net bir pozisyon almasını, net bir biçimde bütün bunları yönetimden dışlamasını dilerdim. Ancak öyle görüyorum ki sadece ona kalmayan bir meseleyle yüz yüzeyiz çünkü Türkiye’nin 2004’te Avrupa Konseyinde gözlem sonrası sürece dönüş sırasında taahhüt altına aldığı yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na uyum göstermesi yönündeki taahhüdüne rağmen, yerel yönetimlerin tam bir merkezî idare kontrolü altına girdiği ve buradan çıkamayacak kadar sert bir yeni yönelişle yüz yüze olduğu ortada. İçişleri Bakanı olarak siz yerel yönetimlerden neticede sorumlusunuz ve şu anki rakamı belki duysanız böyle düşünmediniz, şaşıracaksınız fakat şu an 31 milyon 59 bin yurttaş seçtikleri belediye başkanları tarafından yönetilmiyor. Bunların arasında 71 Demokratik Bölgeler Partili belediye eş başkanının tutuklanması, 94 DBP’li belediyeye kayyum atanması, 8 belediyenin ise mülki amirliklere devredilmiş olmasının yanı sıra Ankara, İstanbul, Bursa, Düzce, Niğde ve Balıkesir illerinin belediye başkanlarının da aslında kendilerini seçenler ya da kendilerini seçenlerin seçtikleri meclisler tarafından değil doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı talimatıyla görevlerinden ayrılmak zorunda bırakıldıkları apaçık ortada. Şimdi, o zaman, bunun, bu durumun Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na uyum ile yerel yönetimlerin güçlendirilmesi tasarruflarında merkezden mali, idari, kültürel konularda özerkleşmesi vaadiyle nasıl bir ilişkisi kurulabilir?

O nedenle Sayın Bakan, şunu söylemek isterim: Kürt halkı, özellikle Kürtlerin yaşadığı il ve ilçelerdeki yaşayan halk hem kendi seçimlerinin sonuçlarını koruyamamak hem kendi alanlarında yürütülen gerek İç Güvenlik Yasası’na dayalı gerekse OHAL’e dayalı güvenlik operasyonları sırasında uğradıkları maddi kayıplar, can kayıpları, insan hakları ihlalleri bakımından ağır bir mağduriyetle karşı karşıyalar. İçişleri Bakanlığının bu mağduriyetleri gidermek bakımından bir vaadi olmadığını bu yapılan anlatımdan dinliyoruz.

O zaman soru şudur: 2013’te Türkiye Büyük Millet Meclisinin benimsediği pozisyonun hatalı olduğunu mu düşünmektedir Hükûmet ve İçişleri Bakanlığı? Bu pozisyon halkımıza, halklarımıza 2013-2015 arasında inanılmaz büyük bir öz güven, yaşama sevinci, birlikte yaşama gücü aşılamıştı. Ancak güvenliğe verilen aşırı önem, güvenlik özgürlük dengesinin güvenlik lehine bu kadar çok bükülmesi ve özgürlüğün neredeyse tamamen ihmal edilmesi işin doğrusu güvenliği de o kadar ağır bir risk boyutuna getirdi ki şu an Türkiye kendi sınırlarını duvarlarla örmek, kendi yurttaşlarına karşı olağanüstü önlemler almak ve cezaevleri inşasını başlıca inşa faaliyetleri arasına sokmak zorunda kaldı.

Ben şunu aklımızdan çıkarmayalım derim: İsterse bir ayaklanmanın tarafı olsun isterse bu ayaklanma içinde “terör faaliyeti”ne dâhil olmuş olsun, buralarda yer alan bu çatışmanın tarafı ya da muhatabı olanların hepsi Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşlarıdır tıpkı çatışmanın diğer tarafında hayatlarını kaybeden erler, korucular, güvenlik görevlileri ve subaylar gibi. O nedenle, yurttaşlarımızı bir çatışmanın şiddetinden korumak, çatışma içerisinde başarı kazanmaktan çok daha önemli olmalıdır. Ben, bu nedenle sizin şahsınızda Hükûmetin yeniden 2015’te durdurduğu anda müzakere sürecini elde ettiği sonuçla bugün elde ettiği sonuç arasındaki farkın neden ötürü olumlu sayılması gerektiğini bize anlaşılabilir gerekçelerle söylemesini istiyorum. Eğer hâlâ ısrar edilecekse “Son terörist öldürülünceye kadar.” diye o zaman Türkiye’de olan biten ile aslında bu çözüm arasında herhangi bir rabıta kuramayız çünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi komisyonunun ortaya koyduğu şey, karşı karşıya kaldığımız meselenin toplumsal, etnik, tarihsel kökleri olan bir mesele olduğudur, terörle mücadele boyutuyla çözülemeyeceğidir. Birinciyi çözmediğiniz zaman ikinciye ne kadar kaynak ayırırsanız ayırın, bu daha çok can kaybı, daha çok özgürlük terki, daha çok şiddet dili ve bunun etrafında daha yüksek bir kutuplaşma anlamına gelir.

Ben, bu sürecin öte yandan geçmişten beri tenkil, tedip, şiddet taraftarı olan politik güçlerin de uyanmasına, Hükûmet üzerinde nüfuz icra etmesine, tek dile, tek kültüre dayalı bir ulus anlayışının çoğulcu bir ulus anlayışı üzerine baskı kurmasına yol açtığını da, böylelikle Türkiye’nin kendisini özgür ve demokratik ülkeler sınıfına daha çok yaklaştıracak tedbirlerden daha çok uzaklaştıracak tedbirlere bir olağanüstü rejimin kalıcı hâle geldiği bir yeni düzene doğru doludizgin sürüklediğini görmeye çağırıyorum.

Türkiye’nin tarafı olduğu insan hakları sözleşmeleri, uluslararası sözleşmeler çerçevesinde kendisine gösterilmiş olan fotoğrafa daha alıcı gözle bakmasını tavsiye ederim. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliğinin, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliğinin, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisinin, Türkiye’nin yaşadığı sürece ve sonuçlara dair ortaya koyduğu tablo ve almak istediği tedbirleri dış düşmanın Türkiye’yi “küçültme ve karalama çabası” olarak değil, tam tersine Türkiye’nin taahhütleri bakımından olması gereken yerden ne kadar uzaklaştığına dair bir uyarı olarak görmesi gerekir. Bunları biz dile getiriyoruz ancak bunlar bizim çatışmanın öbür tarafında yer aldığımız gerekçesiyle haksız bir suçlamayla görmezden geliniyor ama bütün dünya Türkiye’yle çatışıyor olamaz.

O nedenle, ben İçişleri Bakanlığımızın terörle mücadelede kaydettiği mesafeyi bir tür talihsizlik olarak görmesini tavsiye ederim. Yurttaşını öldürmek neden ötürü başarı sayılsın, onu hapishaneye tıkmak neden ötürü başarı sayılsın? Asıl başarı, onu hiçbir zaman çatışmaya sürüklemeyecek, özgürlüğünü doya doya yaşayabileceği, dilini, kültürünü, varlık ve kimliğini eşit haklı olarak Türkiye’deki diğer yurttaşlarla birlikte paylaşabileceği bir toplumsal duruma kavuşturmak olabilirdi. İçişleri Bakanlığı böyle de bir rol oynayabilirdi ama ne yazık ki ben ikinci rolün bizi aslında birince role yaklaşmak bakımından çok daha büyük sorunlarla karşı karşıya bıraktığını düşünüyorum.