Kürkçü: 2012 Adaletsizliğin Yılıydı, 2013 de öyle olacak!

Kürkçü, TBMM’de devam eden bütçe görüşmelerinde adalet sistemini eleştirerek, Cezaevlerindeki uygulamalara dikkat çekti.

 

BARIŞ VE DEMOKRASİ PARTİSİ GRUBU ADINA ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; bu bütçe kalemlerini görüşüyoruz ancak ben 2012 yılı bütçesi Sayıştay tarafından aklanmaksızın 2013 bütçe kanunu görüşmelerine başlanmasının yok hükmünde olduğunun altını çizerek söze başlamak isterim.

 

Belki de tarihte ilk kez bütçe kanununa Anayasa Mahkemesi yolu görünmüş oluyor. Doğrusu, bu yolu benimseyecek milletvekillerine destek vermekte tereddüt etmem.

 

Kamu harcamasının hesabının verilmediği her durum başlı başına bir yolsuzluktur. Yolsuzluğun tarihi, devlet gücüyle cinayet, hırsızlık, namussuzluk, haksızlık yapmanın ve bunu saklamak için bin dereden su getirmenin tarihidir. Sizi bu tarihin dışında, zamandan ve mekândan münezzeh saymak için ne gibi bir gerekçemiz var? Yoksa siz hakikaten kendinizi Sultan Süleyman gibi Allah’ın yeryüzündeki gölgesi mi sanıyorsunuz? Unutmayın, o gölge yeryüzünden silineli, Osmanoğulları’nın istibdadı mezara gömüleli doksan yıl oldu. Onların yerini alanların altı kaval üstü şişhane modernliği, bu toprakların halklarına, Alevilere, Kürtlere, Araplara, Lazlara, Yörüklere çoğu kez Osmanlı istibdadını aratan bir mezalimi dayatmış olsa da unutmayın, ecdadınız sandığınız o hanedan, tarihin çöplüğüne gömüldü.

 

Öyle olmasa bugün hanedandan ya da ağa, bey, paşa sülalelerinin birinden gelmedikçe herhangi biriniz bakan, başbakan, belediye başkanı olmak şurada dursun, Rizeli bir kayıkçının oğlu olarak Eminönü-Karaköy arasında dolmuş motoru işletiyor ya da Gaziantepli bir kunduracının kızı olarak bir evin mutfağında erkekleri doyurmak için kan ter içinde zahmet çekiyor olurdunuz.

 

Şimdi, biz cumhuriyetin otoriter modernliğinden yaka silkerken bize “selamet kapısı” diye, o cumhuriyetin otoriter kurumlarının içerisine Türk usulü şefliği, alaturka tek adamlığı yerleştirip hiçbir yasa tarafından sınırlanmamış bir postmodern sultanlığı dayatabileceğinizi umuyorsanız yanılıyorsunuz arkadaşlar.

 

Ancak, Adalet Bakanlığı bütçesi usule uygun olarak Sayıştay tarafından denetlenmiş olsaydı da bu bizi, 2012’yi bir “adaletsizlikler yılı” olarak geçirmiş olduğumuzu, 2013’ün de böyle geçeceğini söylemekten alıkoymazdı.

 

Bakanlığın bütçesinin yüzde 55 artmış olması dolayısıyla Sayın Bakan Meclise teşekkür ediyor, komisyon toplantısında. Tabii ki ceza ve tevkifevleri bütçesine baktığımızda, bu, yüzde 55 artıştan ceza ve tevkifevleri bütçesinin mal ve hizmet alımları bütçesinin bundan, sadece yüzde 5’ten bile az bir katkı aldığını, yani aslında bu yıl da mahpusların günde 3 öğün yemek için 4 Türk lirasına talim edeceklerini görüyoruz.

 

Cezaevlerindeki yaşayan insanların asli meselelerini çözmeyen bir ceza ve tevkifevleri bütçesinin insanlık için, halk için, bu ülkede yaşayanlar için ne gibi bir önemi olabilir? Geçen yıl da bunun üzerinde durmuştuk, tekrar duruyoruz. Türkiye’de cezaevindeki insanların genel nüfusa oranı durmaksızın artıyor. 1992’de Türkiye’de cezaevi haddi yani her 100.000 kişiye düşen mahpus sayısı 54 idi, 2004’te bu 81’e çıktı, 2010’da 164’e çıktı, 2012’de 170’e çıktı yani yirmi yıl içerisinde Türkiye’de cezaevinde yatan insanların nüfusa oranı her 100.000 kişide 3 kat arttı. Yüzde 300’den fazla Türkiye’nin nüfusu artmadı ama cezaevlerinin nüfusu arttı. Bu problem bize Türkiye’de açık bir adaletsizlik rejiminin hüküm sürmekte olduğunu gösteriyor çünkü yurttaşların kanunla ihtilafı ya da kanunun yurttaşlarla ihtilafı -ki bana bu daha doğru geliyor- olmasa cezaevleri nüfusu bu kadar artmaz.

 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verilerine göre, 2011 yılı sonu itibarıyla mahkeme önüne Türkiye’den gelen dava sayısı 15.940, bunun 2.500’ü uzun tutukluluklarla ilgili. Bu sayının 2012 sonuna kadar 3.500’e varacağı hesap ediliyor. Şu an cezaevlerinde 2012 Mayıs ayı sonu itibarıyla 125.100 kişi yatıyor, cezaevlerinin kapasitesi 116.754 kişi yani 8.346 kişinin yatacak yatağı yok. Cezaevleri komisyonuyla birlikte gittiğimiz bütün cezaevlerinde bu rezaleti görüyoruz. Adalet Bakanlığı bunu gidermek için olsa gerek “yatırım” dediği şeyleri yaparak Türkiye’de daha çok cezaevi yapmaya çalıyor ama ne kadar çok cezaevi yaparsa yapsın bütün bu problemleri bu adaletsizlik hüküm sürdükçe ortadan kaldıramayacak.

 

Bu cezaevlerindeki insan sayısının artışı doğrudan doğruya adalet sisteminin işleyişiyle ilgili. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu eliyle işletilen bu adalet sistemi Türkiye’deki büyük adaletsizlik kaynağının ta en başıdır, onun pınarıdır. Her şey Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun eylemlerinden kaynaklanmaktadır. Çoğu kez Hükûmeti eleştiriyoruz yargıyı baskı altına alıyor diye ancak ben, giderek şu kanaate kapılıyorum ki, aslında Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu devlet organları içerisinde öne doğru çıkarak, temayüz ederek, geçmişte ordunun oluşturduğu vesayet mekanizmasını şimdi bir yargıçlar vesayeti olarak kurma eğilimindedir.

 

Bu yargıçlar vesayetiyle kendi çıkarları bunu gerektirdiği zaman başa çıkmak için durmaksızın kanun yapan, hangi kamu görevlilerine dokunulamayacağı hakkında yasa yapmak zorunda kalan Hükûmet, sonunda Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunu baskı altına alarak kendi görevlileri hakkında soruşturma açan savcıları görevden alma yoluna gitmek zorunda kaldı. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Türkiye’de bugün sürüp giden bütün hukuksuzlukların arkasındaki mekanizmayı çalıştırıyor.

 

KCK tutuklamaları esasen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun denetimi olsa, engellemesi olsa, kendi bünyesindeki yargıçları doğru dürüst denetlese bu hızla ilerlemeyebilirdi ama bir düşman ceza hukuku anlayışıyla yani “Sıradan yurttaşları fail kabul edersiniz ama siyasi olarak muhatabınız olan siyasi muarızlarınızı ise hürriyeti kısıtlanması gereken düşmanlar olarak kabul edersiniz.” anlayışı üzerine temellenmiş olan bu düşman ceza hukuku kavrayışı bugün Türkiye’de paralel bir ceza hukuku rejimi kurmuştur.

 

Daha Hükûmet geçtiğimiz yıl bir yasa çıkarttı, dedi ki: “Hâkimler bundan sonra verdikleri tutukluluk kararlarını ya da tutuklulukların uzatılması kararlarını gerekçelendireceklerdir.” Yok öyle görülen lüzum üzerine diye. Bunun üzerinden bir yıl geçti ama size hâlâ gözü tutuklu olan insanların tutukluluk gerekçelerinden bazı örnekler sunmak istiyorum.

 

İstanbul KCK davasında hâlen tutuklu olarak yatmakta olan bir sanık; Gülten Çatalbaş. Bu Gülten Çatalbaş

 

1 Eylül Dünya Barış Günü nedeniyle düzenlenen, tertip komitesince başvurulan İstanbul Valiliğinin de izin verdiği yasal mitingden söz ediliyor iddianamede:

 

“Bu eyleme katılan Gülten Çatalbaş ile şüphelinin eylemden hemen sonra telefon görüşmesi yaptığı, şüpheli Emine Büşra’nın yapılan yasa dışı eyleme –ki izin alınmış- ilişkin olarak sorular sorduğu, eylemin mahiyetini öğrenmeye çalıştığı, Gülten Çatalbaş’ın güvenlik güçlerinin göstericilere gazla müdahale ettiğini belirtmesi üzerine ‘Allah kahretsin ya!’ demek suretiyle tepkisini ortaya koyduğu…” Yat, cezaevinde yatıyorsun bunun için!

 

Başka? Aynı iddianameden bir başka görüşme: Cevat Akengin isimli şahıs Abdullah Geldi’yle konuşuyor telefonda:

“Merhaba kapıyı açtım.

– Yok, kapıyı açma, ben senin yerine de kendi yerime de şu anda Taksim Meydanı’nda bağırıp çağırıyorum yani ‘Yaşasın hakların kardeşliği.’, başka bir şey istemiyoruz.

Cevat: Tamam, tavanları yapıyorum, bitiriyorum, tamam mı?

Abdullah: Tamam, ben de konsolosluğun önüne gidip bitiriyorum eylemi.

– Tamam, oldu. Hadi görüşürüz.

 

Şeklinde gerçekleştiği, görüşme sırasında şüphelinin telefonunun Taksim civarındaki baz istasyonundan sinyal verdiğinin tespit edildiği, konuşmanın içeriğinden şüpheli Abdullah’ın yasa dışı eylemi yönlendirdiği…” anlaşılmakla, yat!

 

Şimdi, böyle hâkimler olmaz, böyle hâkimlik olmaz, böyle adalet olmaz. İnsanları böyle hapse atamazsınız, orada böyle tutamazsınız, yıllarca ve yıllarca tutamazsınız. 10 bin insanı soktunuz, daha da her gün sokmaya devam ediyorsunuz. Bunun sonu ne zaman gelecek? Ne zaman adalet yerini bulacak? Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu sormayacak mı bu hâkimlere: “Sen kimsin, bir yurttaşın hakkını, onun hürriyetini yok yere elinden alıyorsun? Nasıl oluyor da sen onu yatırıyorsun?” diye. Sormaz, soramaz çünkü bu Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun üyesi olan, onların atadığı, onların düzenlemesini yaptığı bütün mahkemeler aynı türden kararları verirler.

 

Bin beşyüz yıldır yerinde duran Mor Gabriel Manastırı’nın toprağının hazine toprağı olduğunu, daha hazine yokken, İslam bile yokken dünyada kurulmuş bir tapınağın arazisinin hazineye ait olduğunu iddia ederek onun elinden bunu alan bir Yargıtay Daireler Yüksek Kurulu var. Böyle adalet olur mu? Böyle bir şeyi aklınız alıyor mu sizin? Ama bu kararlar veriliyor, verilebiliyor.

 

Pınar Selek… Üç kere yerel mahkeme beraat ettiriyor, üç kere müebbete hapsetmek için karar veriyor yüksek mahkeme. Mahkeme kararında direnemiyor, rücu ediyor.

 

Gazeteci davaları… Şu an, Türkiye dünyanın bir numaralı gazeteci hapseden ülkesi. Her ne kadar Bülent Arınç dün bunları inkâr ettiyse de, Gazetecileri Koruma Komitesinin ekim raporundan sonra çıkan aralık raporu, 49 tutukluyla Türkiye’yi birinci sıraya, 45 tutukluyla İran’ı ikinci sıraya, 32 tutukluyla Çin’i üçüncü sıraya koyuyor. Aynı gerekçeler Avrupa Birliği İlerleme Raporu’nda destekleniyor. Dün, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, Türkiye’deki ifade özgürlüğü haklarıyla ilgili tespit raporunu yayınladı, burada da aynı endişeler paylaşılıyor. Şimdi, dünyanın bütün özgürlük takipçisi kurumları hata yapıyor, Hükûmetimiz hata yapmıyor mu? Dün, Bülent Arınç diyor ki bize: “Siz öyle dediklerine bakmayın, onlar terör hükümlüsü.” Gördük şimdi terör hükümlüsünün, tutuklusunun nasıl olduğunu.

 

 

Türkiye’de, Terörle Mücadele Yasası kadar istismar edilen, herhangi bir insanın anında kendisini cezaevinde bulacağı; sadece bir emir, sadece bir temenni, sadece polisin bir işaretiyle yargıçların bu kararı verebildiği bir yerde hiç kimse bize onların terör suçlusu olduğunu söyleyemez.

 

Bu yargıyla Hükûmet arasında son derece uğursuz bir ilişki vardır. Başbakan bağırır, haykırır: “Yargıya emir verdik, düzenleyecekler fezlekeyi.” diye; Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanı yorumlar:”Öyle demek istememiştir.” Ben anlıyorum, herkes anlıyor; Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanı niye anlamıyor ne dendiğini? Aslında anladığını çok iyi anlıyoruz. Fezlekeler hemen bunun arkasından çıkıyor, geliyor.

 

Şimdi, sevgili arkadaşlar, bu kadar çok adaletsizliğin olduğu bir yerde Adalet Bakanı’nın hapishaneleri kontrol altında tutabilmesi, buralarda insanca bir yaşam sağlayabilmesi imkânı yok. Bu hapishaneler bu zihniyetle yönetildikçe, bu hapishanelerde Pozantı’daki tecavüz olaylarının, Kürt çocuklarına tecavüz edilmesi olayının sanıklarının hiçbirisi mahkeme önüne çıkmadıkça bu adalete kimseyi inandıramazsınız. Roboski’deki katiller ortaya çıkmadan ama Roboski halkının çocukları, hepsi hapishaneyi boylamışken Roboski köylülerine bir gün adalet getireceğinizi anlatamazsınız. Siz İmralı Cezaevini bütün diğer cezaevlerinden ayırıp, orada her türlü hukuksuzluğu yapıp bunları kimseye göstermeyeceğinizi sanırsanız, o insana, Abdullah Öcalan’a inananlar sizin hukukunuza asla ve asla inanmazlar.

 
Türkiye’de yurttaşlarla devlet arasında bir rıza ilişkisi kurulacaksa ne yazık ki bunun için Adalet Bakanımızın çatışmacılıktan uzak üslubu bir işe yaramaz. Onun üslubu yumuşak diye ahali çektiği acıları unutacak değil. Daha dün hepsi ayağa kalkmadılar mı? Hakları için, halklarının hakları için greve gitmediler mi? Evet, bütün bu olaylarda Adalet Bakanlığının yapıcı bir tutum içerisinde olmaya çalıştığını gördük ama biz bütçeyi ve usulü, nizamı böyle mi yargılıyoruz? Biz gerçek verilere bakıyoruz. Türkiye’de halk devletle ihtilaf hâlindedir. Daha doğrusu, devlet halkıyla ihtilaf hâlindedir, her gerekçeyle halkını hapse atmaya teşne olduğunu buradan görüyoruz. Böyle bir adalet bütçesi, böyle bir adalet uygulaması, buna dayalı bir hayat Türkiye’de olamaz. Adalet mücadelesi devam ediyor, edecek, Adalet Bakanlığı bu adalet mücadelesini sınırlamaya istediği kadar çalışsın, adalet yerini bulacak.