Kürkçü: Ben “Terörist” Demiyorum!

Ertuğrul Kürkçü’nün, Uludere-Roboski Katliamı’na değindiği TBMM Genel Kurul konuşmasından bir bölümü aşağıdan okuyabilirsiniz.

Memleketin gündeminde, çok temelli bir mesele var. Memleket, esasen, Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bir iç çatışma riskinin üstesinden nasıl gelebileceği hakkında düşünmeye çalışıyor. Türkiye’de fikir yapanlar, kanaat sahipleri, halk, çatışma bölgesinde yaşayanlar, siyasi parti temsilcileri, buradaki bütün partilerin bölgedeki temsilcileri, Türkiye’nin batısında yaşayan ve bu çatışmadan dolaylı olarak etkilenen herkesin gündeminde, aslında, Türkiye’de sürüp giden ve önlenemeyen, bir rotaya sokulamayan, bir çözüme kavuşturulamayan çatışma meselesi var ama bu çatışmanın nasıl çözümleneceğine dair, biz, karşımızda, bir Hükûmet önerisi, bugüne kadar göremedik, bir bastırma faaliyeti ötesinde. Bir bastırma faaliyetinin sonuçlarının neye mal olabileceğini, çünkü sorunun, aslında bastırmayla çözülemeyecek bir sorun olduğu için, sonuçlarının neye mal olabileceğini daha çok yakında gördük. Çok yakında hepimiz gözlerimizle gördük, kulaklarımızla duyduk ki bölgede yaşayan, kaçınılmaz bir biçimde başka hiçbir çareleri olmadığı ve hayatın doğal akışı öyle olduğu için, bölünmüş yurtlarının diğer tarafında kalan akrabaları, hemşehrileri, aşiret üyeleriyle alışveriş yapmak için katırlar üzerinde yolculuk yapan insanlar isyancı sanılarak bombalandılar, öldürüldüler ve bunun yarattığı vicdan yarası bugün Türkiye’nin tamamında gündem olarak konuşuluyor. Herkes “Bu meselenin içinden nasıl çıkarız? Bu çatışma derinleşmeden, bu çatışma herkesi her yerde yarmadan, herkes komşusunun aslını faslını araştırarak onunla ilişkisini, geleceğini tayin edecek duruma düşmeden, Türkiye bir dizi iç çatışma geçirmiş komşularına benzemeden bu badireden nasıl çıkabilir?” diye düşünüyor. Fakat biz burada öncelikli mesele olarak aslında gündemin sonundaki maddeleri, asıl orada görüşülse olacağı hâlde, öne alarak bu meseleden kaçmaya çalışıyoruz. Tabii ki kaçamıyoruz, kaçamayız, hiçbirimiz karşı karşıya kaldığımız bu vahametten kaçamayız, Başbakanın yaptığı gibi hiç kaçamayız. Bu meseleyi erbabına teslim etmek, aslında gerçekleşmiş olanın ne olduğunu anlamak için Mecliste bir araştırma komisyonu kurmak, bağımsız bir araştırma kurulu görevlendirmek, bu araştırmanın sonuçlarına bağlı olarak bir yargıya varmak yerine, Hükûmet çoktan karar verdi: “Bir kasıt yok. Bir kasıt yok, bir suç da yok ama biz tazminat öderiz.” Bir kasıt olmadığını nereden biliyorsunuz, araştırdınız mı? Şimdi, mahkemeye sevk ettiğiniz dizi dizi albaylar, generaller, orgeneraller, onlar da bir kasıt olmadan bir şeyler yaptıklarını söylüyorlardı, şimdi onları suçluyorsunuz, suçlattırıyorsunuz “Kasıtları vardı, onu yapacaklardı, bunu yapacaklardı.” diye. Peki, bir yargı süreci olmadan bu kastın olup olmadığını anlayabilir miydik? Hâlâ anlayabilmiş değiliz. Belki de var, belki de yok. Peki, bu olayda olmadığını nereden biliyoruz? Nereden biliyoruz, o köylülerin kasıtlı bir biçimde ortadan kaldırılmaları için bütün birimlerin sevk ve idare edilmediğini nereden biliyoruz? O kadar bilebilecek durumdaysak niçin oluyor? O nedenle, bir kere, Hükûmetin bu meseleyi ele alması, yürütmesi, yönlendirmesi bütünüyle ve bütünüyle kendi iktidarıyla ilgilidir. Asla ve asla oradaki yurttaşların baktığı yerden hayata bakmamaktadır. “Buradan bizim Hükûmetimize bir zayiat gelir mi, gelmez mi?” 35 tane insanın hayatını kaybettiği bir yerde bir Hükûmet zayiata uğrasa ne olur, uğramasa ne olur? Kendi yurttaşlarının, kendi halkının, kendi insanlarının uğradığı felaket karşısında bu kadar kendine, bu kadar kendi emrindekilere sahip çıkmayı anlamak mümkün değil. Bunu çözmek zorundayız, bunu anlamak zorundayız.

Ve bunu anlamak için kafa yoranlar, sadece muhalefetin üyeleri, o sıralarda oturanlar değil; bu sıralarda, bu sıralarda oturanlar değil. Bugüne kadar Hükûmeti desteklemekte asla şaşmış olmayan pek çok kanaat önderinin, köşe yazarının neler yazdığını görmek için Hükûmeti bugüne kadar destekleyegelmiş özellikle gazetelerin köşe yazarlarının yazdıklarına bakınız; yeni Şafak’a bakınız, Taraf’a bakınız, Zaman’a bakınız, diğer gazetelere bakınız. Düşünen insanlar her tarafta “Bu işteki bit yeniği nedir?” diye çözmekle meşguldürler, ama Hükûmet bize parmağını uzatmakta ve “Bit yeniği yok. Problem sizsiniz, bütün bunları siz çıkardınız.” diyebilmektedir. Hakikaten içinizde buna inanan var mı? Hakikaten içinizde bizim iblis olduğumuz için bütün bunların ortaya çıkmış olduğunu düşünen var mı? Eğer varsa iblisi evvel kendisidir buna inananın. Yok, olamaz çünkü hakikat bu değil. O zaman bu hakikatten kaçmayın arkadaşlar. Gelin, bu işi çözmek için şiddetten başka bir çare bulalım, şiddetten başka bir çarenin nerede yattığına dair kafa yoranlara kulak kabartalım.

Kendi geleceğini, kendi istikbalini bir ayaklanmayı bastırma şerefinde gören zavallı güvenlik elemanlarının aklı bir hükûmetin aklı olabilir mi? Elindeki alet sadece çekiç olan, çekiçten başka hiçbir alet tanımayan gördüğü her sorunu çivi sanar ve onu çakarak çözebileceğini zanneder. Bir asker böyle düşünebilir, bir polis böyle düşünebilir, bir istihbaratçı böyle düşünebilir, peki bir politik heyet, bir hükûmet, bir Meclis böyle düşünebilir mi? Meclis böyle bakabilir mi? Buradaki üyelerin buraya gelip gelmemelerini tayin eden önlerine sandık koyduğunuz insanların davranışlarını çözebilmek bakımından, anlayabilmek bakımından onların kafasına çekiçle çivi çakma fikrini, onları bastırma, onları bastırarak yok etme fikrini, insanlara geleceklerini kurtarabilmeleri için oğulları ve kızlarını öldürmenin en iyi çare olduğunu anlatmanın yolunu arayanların aklı hükûmet aklı olabilir mi? Ne yazık ki, Başbakan ve onun yakın yardımcıları bir güvenlik kliğinin eline tutsak düşmüşlerdir. Onlarca yıl bunun karşısında söz söyleyip, bunun karşısında pozisyon almaya çalıştıktan sonra şimdi nihayet bir güvenlik kliğinin elindedirler. Onların gösterdiği yoldan ayrılamamaktadırlar. Genelkurmay Başkanını sorguya çekmek aklına gelmemektedir Başbakanın. Genelkurmay Başkanının yaptığı açıklamayı bize inandırmaya çalışmaktadır, inanmayana da hakaretin bini bir paradır. Bütün hakaretlerin hepsini iade ediyorum buradan, hepsini, hepsini, hepsini. (BDP sıralarından alkışlar) Biz hakaret edilecek hiçbir şey yapmadık, derdimizi edeplice söyledik. Yas içinde olan insanların dilini acılaştırmadan kullanmaya çalıştık, sorunu ortaya koymaya çalıştık ama karşı karşıya kaldığımız şey; ağzını açtığı zaman tuvaletten başlayan bir Başbakan suretidir. Buna layık mısınız arkadaşlar? Bu Meclis işini gördürmek için böyle bir heyet mi seçmiştir? Bu mudur Türkiye’ye layık olan? Bu mudur kendi geleceğimizi kurtaracağımız, kendi halkımıza hizmet edeceğimiz ekibin dili? Böyle mi konuşulacaktır, böyle mi dinleyecektir insanlar birbirlerini? Asıl meselemiz budur, yoksa TOKİ’nin şu yasası geçmiş, bu yasası geçmiş, nasıl olsa geçer, nasıl olsa bunlar yapılır çünkü burası zaten hükûmetten gelen kanunların onaylandığı bir yer değil mi? Ama silkinip, kendimize gelip, bu memleketin geleceği bize emanet edildi, bize bırakıldı, bunun içerisinden çıkabilmek için bir anlaşma yolu, bir çözüm yolu bulabilir miyiz diye birbirimizi dinlemenin bir çaresi yok mu? Bunun yolu açılamaz mı? Partiler bu bakımdan birbirlerini dinleyemezler mi? Hakaret mi dinlemek zorundayız sabahtan akşama kadar ölen insanların hesabını sorduğumuz için sevgili arkadaşlar? 35 insan, asla orantılı olduğu söylenemeyecek bir biçimde bırakın köylü olmasını, kaçakçı olmasını ya da olmamasını, tutalım ki isyancı, tutalım ki gerilla, tutalım ki kalaşnikoflarıyla sınırı geçiyor, bunu yapmak için, onları önlemek için…

MUHYETTİN AKSAK (Erzurum) – “Terörist” bile diyemiyorsun!

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Ben “terörist” demiyorum,  demek zorunda da değilim. Mecbur muyum sizin dilinizle konuşmaya?

MUHYETTİN AKSAK (Erzurum) – İşte, nereden emir, nereden talimat aldığın ortaya çıkıyor.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Ben senin dilini dinliyorum, sen de benim dilimi dinleyeceksin, burada herkes aynı lisanı konuşmayacak.

HASİP KAPLAN (Şırnak) – Tuvalet ağzını bırakın.

BAŞKAN – Lütfen karşılıklı konuşmayalım.

Meclise hitap edin siz de.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Herkesin aynı lisanı konuştuğu yerde demokrasiden söz edemezsin. Benim dilimi de öğreneceksin. Ben “terörist” demiyorum…

MUHYETTİN AKSAK (Erzurum) – Senin dilini ne öğreneceğim ben!

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Sen öğreneceksin. Her şeyi öğreneceksiniz, herkes herkesten öğrenecek. Öğreneceksin.

BAŞKAN – Lütfen karşılıklı konuşmayalım.

HASİP KAPLAN (Şırnak) – Sayın Başkan, müdahale etsenize.

BAŞKAN – Ediyorum iki tarafa da, siz de susun, onlar da sussun lütfen.

Sayın Kürkcü, devam edin efendim.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Bir şeyi anlamanın ilk yolu onu adlandırmaktır, nasıl adlandırırsan öyle anlarsın. “Terörist” dediğin için anlamıyorsun ne olduğunu, “isyancı” dediğin zaman ne olduğunu anlayabilirsin. (BDP sıralarından alkışlar) Türkiye’yi yönetenler, zamanında bu kadar güvenlik doktrinlerine saplanmadıkları zaman aslında bunun bir isyan olduğunu kaç kere söylediler. Ne oldu da, son beş yılda mı “terörizm” oldu bunun adı? Türkiye’de hepimizin anlayarak çözmek zorunda olduğumuz bir sosyal, iktisadi, kültürel, hatta diplomatik bir mesele var.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Kürkçü.

ERTUĞRUL KÜRKÇÜ (Devamla) – Osmanlı topraklarında yaşarken kendi ülkelerinde bir arada yaşayan insanlar bir anda dörde bölününce şimdi kaçakçı oldular öyle mi! Onlar ne kaçakçı ne isyancı.

BAŞKAN – Sayın Kürkçü, teşekkür ederim. Süreniz doldu efendim.

ERTUĞRUL KÜRKÇÜ (Devamla) – Süremin dolduğunu biliyorum.

BAŞKAN – Lütfen… Lütfen…

ERTUĞRUL KÜRKÇÜ (Devamla) – Benim süremin laf atılarak çalındığını sizin görmeniz gerekirdi Başkan.

BAŞKAN – Karşılıklı oldu o.

ERTUĞRUL KÜRKÇÜ (Devamla) – Karşılıklı! Ben onun süresini mi çaldım?

Evet, arkadaşlar, sizleri düşünmeye davet ediyorum.  (BDP sıralarından alkışlar)