Expo 2016 Antalya: “Ne Çocuk Ne Çiçek!”

Ertuğrul Kürkçü TBMM Genel Kurulunda “Expo 2016 Antalya” kanun tasarısı üzerine yaptığı konuşmada “Bir yandan HES projeleriyle birlikte endemik çeşitliliği tehdit altına alacaksınız, öte yandan Akkuyu Nükleer Santrali’yle hem denizin hem karadaki bitkilerin varlığını tehdit altına alacaksınız ama temanız çiçek olacak. Bu hem gaza hem frene aynı zamanda basmak demek” dedi.

BDP GRUBU ADINA ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; bu EXPO kanun tasarısının kendisine baktığımız zaman, büyük belirsizliklerle dolu bir heves projesi olduğunu görmek mümkün.

Her şeyden önce, bu projenin Türkiye’nin geleceği bakımından tayin edici bir rol oynayacağına dair Bakanlık görüşü olarak, Komisyon görüşü olarak buraya yansıyan çerçeveyi paylaşmadığımızı söylemek isterim. Çünkü eninde sonunda EXPO, mal ve sermaye dolaşımının hızının artırılması ve bundan en yüksek kârın sağlanması bağlamında ortaya çıkan bir sergi, uluslararası sergi çerçevesini bize sunuyor. 2016’ya kadar bununla ilgili olarak çalışılacak. 180 milyon TL ki ben ortada henüz sağlam, somut bir proje olmadığı için, uygulama sırasında bu 180 milyon liralık yatırım hacminin çok çok aşılacağını tahmin ediyorum. 2016’ya kadar bu sarf edilecek. 2016’dan sonra, bütün bu yatırımların sonucu olarak yapılmış olan fuarın, serginin belli bir süre sürdükten sonra boşalmasının ardından bütün bu altyapının, tesislerin, yapıların, yolların ne için kullanılacağını dahi bilmeden bu projeyle ilgileniyoruz, buna kaynak ayırıyoruz; bu bir hevestir o nedenle. Bu heves, aslında yaygın bir heves. Adalet ve Kalkınma Partisi Hükûmeti, küresel alanda yer tutmak gayesiyle, kaygısıyla genel olarak ihtişamlı projeler peşinde koşup Türkiye’yi bir cazibe merkezi hâline getirebileceğini ümit ediyor. Örneğin, olimpiyat oyunlarını Türkiye’ye çekmek, Karadeniz’den Marmara’ya 2’nci bir boğaz açmak, kentlerin kendilerini, bölgelerin kendilerini uluslararası piyasaya birer yatırım alanı olarak sunmak bir yol olarak görünüyor. Ancak bütün bunların, geçmişte de bugün de, yani ranta, spekülasyona, gerçek değerlerin değil spekülatif değerlerin dolaşımına ayrılmış olan kaynakların hiçbir anlamda sağlam, gerçekçi, paylaştırılabilir, sürdürülebilir bir gelişme sağlamadığı bilinen bir gerçektir. Daha önemlisi, bu projenin Türkiye’de uygulanması için adım atılırken yer seçiminin, hedeflerin, hedeflemenin neye göre yapıldığına dair kanun tasarısında herhangi bir hükme rastlamıyoruz. Elbette, toplumun bir yararı olacaksa Antalya kentinin de bu yarara ulaşma hakkı var. Ama niçin bu tasarım yapılırken başka alanlar değil de burası seçildi? Meçhuldür. Demokratik bir tartışma sonucunda gelecekteki başka projelerle ilişkilendirilerek, bugün Antalya, yarın Mersin, öbür gün Konya planlaması içerisinde gerçek bir plana dayanılarak yer seçimi yapıldığı son derece kuşkulu.

İkincisi: Bu projenin gerçekleştirilmesi için Tarım Bakanlığının tahsis ettiği araziler üzerinden Antalya kentine yapılacak olan müdahalenin kentin doğuya doğru gelişmesini zorlayacağı, bunun için de son derece verimli tarım alanlarını yani Anamur ve Manavgat doğrultusunda gelişmeye zorunlu olarak kapı açacağını… Çünkü şaka değil, 180 milyon lira yatırdığınız zaman, bunun yaratacağı fiziki, sosyal hareketliliğin kaçınılmaz olarak doğuya doğru bir cazibe alanı yaratması ve tarım alanlarının başka maksatlarla tahsis edilmesi olasılığı çok yüksektir, kaçınılmazdır hatta. O zaman, bir planlamadan yerel bazlı da yoksun olduğunu bu projenin söyleyebiliriz. Bu riskler nasıl değerlendirilmiştir? Nasıl burada diğer almaşıklar arasından, örneğin, bu alan seçilmiştir de batıya ya da kuzeye doğru bir alan tahsisi söz konusu olmamıştır, bunu bilmiyoruz.
Dahası, bu proje bir çiçek EXPO’su, hortikültürel yani insanın dolaysız temas alanında bulunan bütün tarımsal faaliyetler ki bunun teması çiçek ve çocuk. Şimdi, plansızlığın bir başka göstergesi, siz eğer Akkuyu’da bir nükleer santral planlıyorsanız, o zaman Antalya’yı bir hortikültürel alan olarak nasıl kuracaksınız? Çünkü bütün bilimsel göstergelerin gösterdiği şey Akkuya’daki nükleer santralin genel olarak Akdeniz’de, özel olarak da yakın bölgelerde hem deniz iklimselliğinde hem bitki çeşitliliğinde hem tarımsal alanların değerlendirilmesinde önemli, kritik değişikliklere yol açacağıdır. O zaman bir taraftan çiçek tarımını ve buna bağlı süreçleri teşvik ediyorsunuz, öbür taraftan, onun yanına bunları tehdit eden bir başka yatırımı dikiyorsunuz. Plan bunun neresinde?

Üçüncü nokta: Bütün yerel halk örgütleri, toplumsal örgütler bu proje gerçekleştirilirken kendilerinin ve taleplerinin projeye dâhil edilmesi konusunda son derece sınırlayıcı bir tutumla karşı karşıya kaldıklarından yakınıyorlar. Bu alanla doğrudan doğruya ilgili olan peyzaj mühendisleri, çevre mühendisleri, diğer kuruluşlar, üst kuruluş TMMOB, sürece bir şekilde temsilcilik vasıtasıyla dâhil edilmiş olmasına rağmen sürecin inşasında, kaynakların, projelerin gerçekleştirilmesinde, kentin yeniden planlanmasında görüşlerine hiçbir şekilde kıymet verilmediğinden şikâyet ediyorlar. Yerel basına bu yansıyor, yetkililerle yaptıkları konuşmalara bunu aktarıyorlar ve daha önemlisi 2016’da gerçekleşecek olan bu sergi için henüz ortada somut bir proje yok. Sadece üç buçuk yıldan söz ediyoruz. Üç buçuk yıl içerisinde neler, nasıl projelendirilecek, projeler hangi yarışma usullerine tabi olacak; ben bu kanun tasarısına baktığım zaman görüyorum ki yarışma burada kural dışıdır. Oysa bütün EXPO’ların en önemli özelliklerinden bir tanesi… Her ne kadar ben bunu bir kapitalist mal dolaşımı aleti olarak, ortamı olarak görsem de sonuç olarak bir kapitalist uygarlıkta yaşadığımıza göre bu kapitalist uygarlığın içerisinde temayüz eden kimi kalıcı sonuçlar ile sonuçlanıp sonuçlanmayacağını bilmiyoruz. Örneğin, bunların atası, evveline gidip baktığımızda, Londra’daki fuarın geriye Kristal Saray’ı bıraktığını, Paris’teki fuarın geriye Eyfel Kulesi’ni bıraktığını biliyoruz. Ama bütün bunlar çok uzun hazırlıkların sonucundaydı ve bu yapılar hâlâ asırlık yapılar olarak yaşıyor. Peki, Antalya’ya ne bırakacağız? Üç yıl içinde bu nasıl tasarlanacak? Dünya tarihi çapında hatırlanacak bir eserin bir yarışma olmadan, Türkiye’nin mimari kapasitesini topyekûn harekete geçirmeden nasıl dikileceğini, inşa edileceğini, düzenleneceğini düşünebiliyoruz? Çünkü korkarım ki Türkiye’nin her tarafında birbirine benzeyen, bir havalimanı binasından ayırt etmemiz mümkün olmayan -adalet sarayları zinciri gibi- burada da hangi plana, hangi yerel mimari özelliğe, hangi mimari mirasa atfen yapılacağı belli olmayan çeşitli binaların hızla ihale edilerek sürecin tamamlanacağını görebiliriz. Kentin planlanması, peyzajın planlanması, bunlar hangi projelere göre yapılacak bilmiyoruz. O nedenle bu tasarım, sadece aslında mega projeler peşinde koşma iddiasının bir ürünü olarak ortaya konuyor.

Şimdi, bu mega projenin gerçekleşmesi bakımından seçilen tema ise, bir trajediyi görmeden bu tema hakkında nasıl konuşacağımız konusunda derin şüpheler yaratıyor bende. “Çiçek ve Çocuk” mu temamız?
Şimdi, bu “Çiçek ve Çocuk” temalı projenin, EXPO’nun gerçekleşeceği sırada, zamanda Türkiye’de olan bitene bakalım. Cezaevlerindeki çocuk sayısı 1 Ağustos 2012 tarihi itibarıyla 2225. Çocuk gelinler… Sadece 2011 yılında 20.000 aile 16 yaşından küçük kızlarını evlendirebilmek için mahkemelerde dava açtı. Çocuk evlilikleri, çocuk yaşta evlilikler bakımından Türkiye sadece Avrupa’da Gürcistan’ın arkasında, ondan sonra Türkiye, ondan sonra Ukrayna geliyor.

Şimdi, öte yandan çocukların maruz kaldığı şiddet Akdeniz Bölgesinde tahammül edilmez düzeyde. Size haber vermek isterim, geçen gün gazetede bir haber olarak bunu okudum, hatta İçişleri Bakanlığına da bir soru önergesi vereceğim.

İçişleri Bakanlığı, Çukurova’da, Mersin ve Adana’da bir çocuklara ulaşma projesi yürütüyor. Bu projeye göre, polisler resmî kıyafetleriyle evlere gidiyorlar, potansiyel terörist olarak gördükleri çocukları ailelerinin yanında uyarıyorlar, onlara çeşitli biçimlerde, ev içlerinde hayatlarını nasıl tanzim etmeleri gerektiğine dair uyarılarda bulunuyorlar. Çocuklar her gün yaşadıkları pek çok korkuya ek olarak bu korkuyla da tanışıyorlar. Çeşitli olaylardan ötürü gözaltına alınmış çocuklarla ilgili olarak görüşmek üzere Mersin’de gittiğim terörle mücadele şubesindeki yetkiliye bunları niçin yaptıklarını sorduğumda, kanunla kendilerine verilmiş böyle bir görev olup olmadığını sorduğumda bana dediler ki: “Hayır, kanunla verilmiş böyle bir görevimiz yok ama biz inisiyatifimizi kullanıyoruz.”

Şimdi, sevgili arkadaşlar, çocuk konusunun, çocuk şiddeti ve çocuğun uğradığı şiddet meselesinin bir güvenlik yaklaşımıyla, emniyet müdürlükleri vasıtasıyla ele alındığı bir yerde çocuk temalı bir EXPO sürdürürken acaba bu çocuğu bu projenin neresine koyacaksınız? Bunlar mevcutlu olarak mı getirilecekler bu sergiye? Bu serginin mademki teması çocuk; çocuk hakları örgütleri, çocuk kuruluşları, çocuklarla yakından ilişkili, çocuk kültürüne adanmış yapılar ve kuruluşlar bu projenin neresinde?

Ve temamız “çiçek” yani ticari bir ürün olarak “çiçek”. Buraya baktığımızda da bölgenin sunabileceği endemik türler bakımından sürekli olarak onları tehdit altına alan HES projeleriyle bir yandan yarılan bir bölgede aslında bu hortikültürel projenin gerçekleştirilmesi bakımından temanın çiçek olarak seçilmiş olması da bir bakıma trajik. Buna “oksimoron” diyebiliriz yani “kuru su” gibi bir şey, birinci kelime ikinci kelimenin anlamını ortadan kaldırıyor. Bir yandan HES projeleriyle birlikte endemik çeşitliliği tehdit altına alacaksınız, öte yandan Akkuyu Nükleer Santrali’yle hem denizin hem karadaki bitkilerin varlığını tehdit altına alacaksınız ama hem de temanız çiçek olacak. Bütün bunların bir arada sürdürülmesi, hem gaza hem frene aynı zamanda basılıyor olması anlamına gelir.

Belki bu eleştirilerden hareketle, bu yönde bir yeniden tasarlama, yeniden bir bölgesel planlama ihtiyacı doğabilir. Bence Türkiye’deki temel problemlerden birisi, herhangi bir bölgesel planlama olmaksızın, herhangi bir genel planlama olmaksızın genel gidişe göre bazı kararlar verilmesi ama ondan sonra, onu çelen diğer kararların, onların yanı başına konulmasıdır ve burada da benzer bir süreci görüyoruz.

O nedenle sevgili arkadaşlar, elbette Antalya halkının daha çok imkâna kavuşmasını, Antalya toplumunun daha çok imkâna kavuşmasını isteriz ama kendimizi kandırmayalım. Bu, nihayet parası olanları ilgilendiren bir proje, tarımsal alanda üretim ve ticaret yapanları, tarımsal alanda büyük ölçekli işletmeleri işletenleri ve büyük ölçekli, uluslararası ticaret yapanları ilgilendiren bir proje. Eninde sonunda, dünya çapındaki şirketler, markalar buraya gelecekler, burada kendilerine yeni mecralar, yeni mahreçler arayacaklar, bunun ticaretini yapacaklar. Sonuçta, Antalya halkı bunu seyredecek. O zaman, buradan doğacak rantların Antalya’da yeniden paylaştırılmasına dair herhangi bir ipucu görmek isteriz. Antalya halkının yararına olacak olan yani çulsuz, üretici, o topraklarda çalışan, o çiçekleri üreten, onları kesen, istifleyen, günde on sekiz saat çalışan kadınların, çocukların bu süreçte sözlerini duymak isteriz. Bu projenin hiçbir yerinde bunu göremiyoruz.

Eğer emekçilere, eğer gerçek üreticilere geri dönmeyecekse bütün bunların sonuçları, o zaman o kadar çok gururlanmaya gerek yok. Her zaman olduğu gibi, toplumun en üst katlarında yaşayanların, küresel toplumun en üst katlarında yaşayanların hortikültür alanında faaliyet gösterenlerini ilgilendiren bir projeyi, memleketin büyüklüğünün bir göstergesi olarak, memleketin yoksul insanlarına takdim etmeye hiç gerek yok. Onlar bunun böyle olmadığını zaten anlayacaklardır.

Sevgili arkadaşlarım, eleştirilerim, grubumuz adına böyle.