Meydanlar Kazanacak, Ordular ve Diktatörler Kaybedecek!

TBMM Genel Kurulu’nda, BDP adına Lübnan tezkeresi üzerine konuşan Kürkçü “Bu barış gücüne asker göndermiyoruz, Tahrir’e selam gönderiyoruz.” dedi.

 

tahrirBDP GRUBU ADINA ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; bir tezkere için daha burada karar alacağız. Maksat Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin UNIFIL Barış Gücünde Deniz Görev Gücüne katkı yapması için Türk Silahlı Kuvvetleri birliklerinin görevlendirilmesi için Hükûmete yetki veren bir tezkereyi çıkaracak mıyız, çıkarmayacak mıyız? 2006’dan beri bu tezkereyi  7 keredir Türkiye Büyük Millet Meclisi çıkarıyor, 8’inci bir kere daha çıkarmalı mı? Biz doğrusu, bu tezkereye gerek olmadığını, silahlı kuvvetlerin yurt dışındaki görevlerde görevlendirilmesine gerek bulunmadığını, zaten Türkiye’nin bu Deniz Görev Gücüne katkısının son derece sınırlı olması dolayısıyla anlamlı bir askerî varlıktan da söz edemeyeceğimiz kanaatindeyiz.

 

Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Türkiye hükûmetlerinin genel olarak soğuk savaş sonrasında, Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra oluşan yeni dünya düzeni döneminde mümkün mertebe, kendi sınırları dışında bayrak göstermek, bölge ülkelerinde askerî varlık ve tesir icra etmek, böylece kendisine bir bölge gücü hüviyeti kazandırmak konusunda değişen bütün hükûmetler döneminde değişmemiş olan bir genel hattı var. Bu hattın kendisinin sorunlu olduğu, bunun aslında bölgesel paylaşım meselesine bir alt ortak olarak, bir tür taşeron olarak dâhil olmak arzusunu yansıttığını gözleyebiliriz. Bunların tamamı bölgesel rekabeti kızıştıran, halklar arası düşmanlıkları sona erdirmek yerine bunları çoğaltan ve halklarla, halklar arasında doğrudan ilişki yerine silahlı kuvvetler aracılığıyla halkların birinin yanında diğerinin karşısında yer almaya yol açan, barışçı olmayan, hegemonyacı, genişlemeci siyasetlerdir. Dolayısıyla, burada “barış” sözü aslında gerçekleştirilen eylemle taban tabana zıt bir karakter taşımaktadır. O nedenle, biz böyle bir rolün oynanmasına gerek bulunmadığı düşüncesindeyiz.

 

İkincisi: Lübnan’da böyle bir görev gücünün yer alması esasen İsrail’in bölgesel siyasetlerinin bir sonucuydu. İsrail’in bölgesel siyaseti esasen Lübnan’da Hizbullah’ın tasfiyesi, Hizbullah’ın askerî varlığının tasfiyesi, Hizbullah’ın Lübnan Hükûmeti üzerindeki tesirinin tasfiyesi amacını güdüyordu. Fakat, araya bir barış gücünün girmiş olması dolayısıyla -ya da başka bir nedenle değil- Lübnan halkının son derece kararlı bir direniş göstermesi, Lübnan’da konuşlanan Filistinli mültecilerin yanı sıra, hem Lübnan Hizbullahı hem Lübnan’daki bütün politik güçlerin Lübnan’ın güneyindeki İsrail saldırısına karşı biricik direnme gücü olan Hizbullah’ın yanında kararlı bir saf tutmaları ve nihayet, bölgede İsrail’in bölgesel siyasetine, dış siyasetine karşı oluşan bir genel mutabakat ile bu saldırıya son verildiğini söyleyebiliriz. O nedenle, bu barış durumunun ya da çatışmasızlık durumunun sürebilmesi, esasen oraya bir askerî kuvvet konuşlandırılması, kapasitesi ve yeteneği sınırlı bir askerî gücün orada yer almasından çok bir siyasi denge meselesidir. Siyaset dengesi Hizbullah’ın, Lübnan’daki savunmacı güçlerin, İsrail’in dış politikasına karşı koyan bölge güçlerinin ortaklığı ekseninde geliştiği takdirde Lübnan da güvenlik altında olacaktır, başka ülkeler de güvenlik altında olacaktır. Ancak burada temel soru şudur: Bir yandan Lübnan’ın güvenliğinden söz etmek, bir yandan Lübnan’daki askerî varlığın Lübnan’ın güvenliği için, güney Lübnan’daki İsrail saldırılarının sona erdirilmesi için gerekli olduğundan söz etmek ama öte yandan da bu ittifakın en önemli bileşenleri olan bölge hükûmetleriyle sürekli olarak çatışan bir pozisyonda durmanın açıklanması gerçekliklerle örtüşmüyor. Daha net olarak söylemek gerekirse şudur: Türkiye, hem bir yandan İran’la çatışma içerisinde olacak, karşı karşıya duracak hem Suriye ile karşı karşıya duracak, hem bölgedeki Şii güçlerle karşı karşıya duracak hem de öte yandan Lübnan’ın güvenliği için bir katkıda bulunuyor olacak. Bu ikisi kuru sudan söz etmek kadar oksimoron, birinci terimin ikinci terimi yadsıdığı bir tamlamadan ibaret. O nedenle Türkiye, esasen kendi dış siyasetini, bölge siyasetini gözden geçirmedikçe Lübnan’ın güvenliğine de herhangi bir etkide bulunmuş, Lübnan’a bir katkıda bulunmuş sayamaz kendisini.

 

Türkiye’yi yöneten Hükûmetin dış siyaseti, genel olarak eski Osmanlı hinterlandında Türk nüfuzunu yeniden canlandırmakla ilgilidir. O nedenle bölgede, Balkanlarda, Kafkaslarda, Orta Doğu’da bayrak gösterme arzusu bununla ilgilidir. Bu, sadece Türkiye’yi bugün yöneten Hükûmette değil, aynı zamanda silahlı kuvvetlerin muhafazakar unsurlarında Türkiye’deki Türk-İslam sentezine bağlı düşünce odaklarında, düşünce kulüplerinde de var olan, bütün partilerde az çok kendisini bir fraksiyon olarak belli eden bir eğilimle ilgilidir. Bölgesel güç olmak, Osmanlı hinterlandına geri dönmek ve böylelikle Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine çıkartmak.

 

Şimdi, tabii, bu da başka bir oksimoron. Nasıl Osmanlı hinterlandına dönerek muasır olacaksınız ve nasıl aslında bütün tarihleri, ulusal kimlikleri Osmanlı işgaline, Osmanlı egemenliğine karşı mücadele içerisinde şekillenmiş olan ülkeleri kendi nüfuzunuza razı edeceksiniz? Yani bütün modern tarihleri, Türkiye’nin evvelinde, Türkiye Cumhuriyeti öncesindeki Osmanlının istilacı, yayılmacı siyasetine karşı Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Irak’ta, Kuzey Afrika’da başkaldırmak olan halklara siz yeniden kendinizi silahlı kuvvetleriniz aracılığıyla bir üstün güç olarak, bir nüfuz gücü olarak ortaya koyacaksınız. Buna karşı bütün Arap ülkelerinin ortak bir itiraza sahip olduğu açıkça ortadadır. O nedenle, Türkiye kendisini Amerika Birleşik Devletleri’nin ekseninde bugün mahkûm etmiş olduğu Şii eksenine karşı Sünni ekseni üzerinde konumlandıran dış siyasetiyle önce hesaplaşmak zorundadır. Bakın, Mısır’da ordunun baskısıyla iktidardan alınan, yerine henüz etkin bir siyasi temsilcinin de geçmediği Mısır’daki durumu dikkatle gözden geçirdiğimizde Türkiye Hükûmeti son derece ilginç bir pozisyon sergiliyor, bir yandan diyor ki: “Burada darbe olmuştur, buna karşıyız, bunu kınamayanları kınıyoruz.” Öte yandan, darbeyi en yakın, doğrudan, birinci gün destekleyen Suudi Arabistan’a hiçbir sesi çıkmaz, Katar’a hiçbir sesi çıkmaz, Amerika Birleşik Devletleri’ni eleştirmez. Peki, o zaman bu çelişkinin izahı nerededir? Tabii ki bu çelişkinin izahı gene Türkiye’nin Suriye meselesinde kendisini karşı karşıya koyduğu Şii eksenine karşı Sünni ekseni çizgisiyle ilgilidir. O nedenle, Başbakan sabahtan akşama kadar herkese samimiyetten söz ederken, şeddeli bir biçimde, burada herhangi bir samimiyet göstergesi bulunduğunu söylemek son derece güçtür.

 

Bugün, Mısır’da ortaya çıkan Darbenin ve Mursi Hükûmetine karşı büyük başkaldırının en önemli nedenlerinden birisi de Mursi Hükûmetinin geçtiğimiz aylar içerisinde Suriye’deki Özgür Suriye Ordusuna destek vermek üzere bu eksene katılma ısrarının kitleler nezdinde karşılık bulmayışıdır. O nedenle, kendi temellerini, kendi meşruiyet zeminlerini kendi kendine çürüten, eriten bir iktidarı ve onun başını bugün sırf biçimsel hukuk ilkeleri adına savunmak doğru bir siyasetin bölgede izlendiğine bizi ikna etmez. Öte yandan, bugün Mısır’da Mursi Hükûmetinin devrilmesinin gerisinde yatan büyük halk isyanını, büyük itirazı, Temerrüt Hareketi’nin Mursi’nin cumhurbaşkanı seçilmek için aldığı 13 milyon oyun 9 milyon fazlasını toplayarak oluşturduğu 22 milyon imzalı hareketin varlığını, gücünü, etkisini, bunun Mısır’da yarattığı büyük nüfuzu görmezden gelip bu büyük kitleleri “darbeci” diye suçlamak da olabilecek en kötü dış politika analizidir. Mısır halkı bir kere daha Mübarek’i deviren büyük devrim dalgasının ikinci hamlesini gerçekleştirmek üzere ayağa kalkmıştır, kendisi Mübarekleşen Mursi rejimine karşı Mısır’ın yoksulları, emekçileri, kadınları, gençleri ayağa kalkmışlardır ve Mursi Hükûmetinin orduyla iş birliği hâlinde oluşturmuş olduğu yeni rejimi, orduya büyük imtiyazlar tanıyan rejimi tanımadıklarını ilan etmişlerdir ancak silahlı kuvvetler, Temerrüt Hareketi’nin bütün taleplerini benimsediğini söyleyerek bu büyük halk ayaklanmasının yönünü şimdi merkeze doğru, iktidarın merkezine doğru saptırmıştır. O nedenle, Mısır’daki milyonlarca halkı, Tahrir’in özgürlükçü insanlarını buradan maroken koltuklara kurulup “Darbeciler havai fişekler atıyorlar.” diye alaya alamazsınız. Nasıl biz Mursi’nin etrafında toplanan İhvan Hareketi’nin gerisindeki yoksulları, Adeviye Meydanı’nda toplanan on binlerce, yüz binlerce, milyonlarca insanı Mısır’ın dışında sayamazsak Tahrir’de toplananları da kimse dışında sayamaz.

 

Esas mesele şudur: Mısır kendi gerçekliğini, kendi halk özgürlüğünü, halkın kendi gerçek iktidarını kurabilmek için iki büyük geleneksel gücün bukağısı altındadır. Bir yanda geleneksel İslami burjuvazinin siyasi hakimiyeti, öbür tarafta silahlı kuvvetlerin ordu burjuvazisinin hakimiyeti. Bu bir dil sürçmesi değil, Mısır’daki en büyük kapitalist aslında ordunun kendisidir. Bu bakımdan, Mısır’da özgürlüğü için mücadele eden halkaları, halk kesimlerini karşı karşıya getiren bugünkü yarılmaya karşı Tahrir yeniden bu özgürlüğün imkânı olarak doğmaktadır. Dolayısıyla, bütün mesele, burada halkın yanında olup olmamakla ilgilidir. Sandığın yanında durmak, nihayet, eninde sonunda bir biçim meselesidir. “Sandık siyasetin namusudur.” demek kolaydır. Halkın yanında durmak, halkın namusunun yanında durmak en önemli meseledir.

 

YILMAZ TUNÇ (Bartın) – Sandık, “halk” demek zaten.

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Burada milyonlarca insanın iradesi var, milyonlarca insanın isyanı var, milyonlarca insanın itirazı var. Siz bu itirazları, Türkiye’de olduğu gibi, hemen öyle “çapulcu” deyip bir kenara itemezsiniz.

 

YILMAZ TUNÇ (Bartın) – Halkın iradesi sandıkta belirlenir.

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Orada çapulcu yok, orada milyonlarca halk var, emekçi var, yoksul var, alın teriyle çalışan insanlar var. Onların haklarını nasıl gözeteceğinize dair bir siyasetten söz etmek zorundasınız.

 

YILMAZ TUNÇ (Bartın) – Halkın iradesi sandıkta belirlenir.

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Bu siyaseti ortaya koyamadığınız zaman, olsa olsa –sonuçta- Amerika Birleşik Devletleri’nin bölge siyasetinin gölgesinde yürürsünüz. O yüzden Amerika Birleşik Devletleri’ne bir laf edemezsiniz, Avrupa’ya dersiniz “Mütereddit kaldı.” Amerika ne yaptı? Amerika bugün devrimin ordu tarafından çalınmasının en büyük uluslararası düzenleyicisidir, ona sesiniz çıkmaz. Suudi Arabistan o gün darbeyi tanıdığını söyler, Suudi Arabistan’a sesiniz çıkmaz, konuya Fransız -uzaktan- bakan Avrupa Birliğine de diliniz uzanır.

 

YILMAZ TUNÇ (Bartın) – Hepsine sesleniyoruz, hepsine.

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Hakikatler ortada, hiç boşuna oradan laf atmayın. Laf atarak siyaset yapamazsınız. Gelip burada anlatın. Mursi rejimini, halkın onayını kaybetmiş, halk tarafından istenmeyen bu rejimi ne için desteklediğinizi bize söylersiniz.

 

Burada siyasetin genel ilkesi değildir savunulan. Yok eğer öyle idiyse Mübarek’in devrilmesine de itiraz etmeliydiniz. Ordu devirmedi mi Mübarek’i? Önemli olan, halk hareketinin gücü ve genliğidir, bütün Mısır’ı kuşatmıştır. Mısır’ın ilerlemeden yana, demokrasiden yana, özgürlükten yana bütün güçleri şimdi Tahrir’dedirler. O nedenle, Adeviye Meydanı’nda toplananlarla Tahrir’de toplananların birbirlerine bakması son derece doğaldır, normaldir ancak orduyla Mursi arasında halkı bölen şimdiki merkezî Mısır siyasetinin karşısında durmak da en az bunun kadar önemlidir.

 

O nedenle, biz dün Meclis İnsan Hakları Komisyonu tarafından yayınlanan bildirinin altına imza attık. Herhangi bir “ama”, “fakat” demeden, iktidarın barışçı olmayan yollardan, siyaset tarafından tanımlanmayan yollardan el değiştirmesine rıza göstermediğimizi söyledik. Ama bu iktidarın değişmesi için sokaklarda günlerce, gecelerce iki yıldır mücadele veren halkın emeklerinin kaybolmasına, onların aslında sadece halkın yüzde 20’sinin desteğiyle elde edilmiş bir Anayasa’ya boyun eğerek kendi ihtiyaçlarından, kendi taleplerinden, kendi özgürlük arzularından vazgeçmelerini beklemek ve onlara buradan, kendi rahat koltuklarımızdan küfretmek, onları çapulcu, darbeci ilan etmek de kimsenin haddi değildir.

 

Tahrir’le beraberiz, Tahrir’deyiz, Tahrir Gezi’dedir, Gezi Tahrir’dedir. Tahrir Mısır’daki biricik özgürlük dinamiğidir, bu özgürlük dinamiğiyle beraber olmaya devam edeceğiz. Silahlı kuvvetlerin iktidarı gaspı başka bir şey, ayağa kalkan -milyonlarca- Tahrir’de sesini çıkartan kitleler başka bir şeydir. Bu ayrımı yapamayan, siyaseti okuyamayan Orta Doğu siyasetinde de anlamlı bir çizgi, anlamlı bir yol çizemez.

 

Açıkça buradan altını çizmek zorundayız: Türkiye bölgede Amerika Birleşik Devletleri’nin gölgesinde, bir Sünni ekseninde, mezhepçi bir dış siyasetle Orta Doğu’da hiçbir nüfuz icra edemez. Orta Doğu halkları tıpkı Türkiye gibi çoğulcudur, çok kimliklidir. Her ülke, Şii, Sünni, Hristiyan, Yahudi, pek çok mezhepten ve dinden, insandan oluşmaktadır; pek çok dil konuşulmaktadır, pek çok milliyet buralarda mevcuttur. Bunların hepsine bakan, hepsine seslenen, hepsiyle örtüşen özgürlükçü, antiemperyalist, demokratik, hegemonyaya karşı, insan haklarından, kadın haklarından, emeğin haklarından yana bir uluslararası siyaset kurmak herhangi bir barış gücüne asker göndermekten bin defa daha evladır, bin defa daha iyidir. Bunu yapmak son derece basit ve kolaydır ama bu, güç ister, irade ister, temel insan haklarına saygı ister, özgürlükçülüğe bağlılık ister, sandıktan başka da demokrasi araçları olduğunu, bu, her gün halkın oyunu, her gün yeniden vermekte olduğunu görmek ister. Bir sandıktan öbür sandığa gidene kadar geçecek dört ya da beş yıl içerisinde halk kararını değiştirmişse bunu ölçecek bir mekanizmanız da yoksa “sandık sandık” diye boşuna konuşmuş olursunuz. Önemli olan halkın iradesiyse halk bu iradesini meydanlarda ortaya koyar. Bugüne kadar meydanı olmayan bir demokrasi görülmemiştir. Meydansız demokrasi olmaz. Meydanlar konuştuğu zaman buna kulak kabartmak iktidarların görevidir. Meydanda ayaklarıyla oy kullanır, sandıkta eliyle oy kullanır halklar.

 

YILMAZ TUNÇ  (Bartın) – Ya, ne saçmalıyorsun be!

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Ayakla kullanılan oyları da saymak mecburiyetindesiniz ve her yerde insanlar isyanlarını, Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya hâkimiyetine karşı, onun gölgesindeki hükûmetlere karşı, onunla iş birliği yapanlara karşı kullanıyorlar. Brezilya’da da, Mısır’da da, Türkiye’de de, İtalya’da da, Portekiz’de de, her yerde, her yerde, her yerde meydanlar kazanacak, diktatörler kaybedecek, ordular kaybedecek.

 

RECEP ÖZEL (Isparta) – Sandığı kaldıralım mı diyorsun?

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Sandığı kaldırma, sandığı getir koy ama sandığı belki de erken koymak zorunda olabilirsin.

 

RECEP ÖZEL (Isparta) – Olabilir.

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) –  Bunu hiç düşünemiyor musun? Hiç bu aklına gelmiyor mu?

 

RECEP ÖZEL (Isparta) – Sandık daha önemli değil mi?

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Hadi, gelin bakalım gidelim sandığa! Hadi, yarın gidiyor musun? Var mı, görelim sandığı yarın!

 

RECEP ÖZEL (Isparta) – Sandık mı daha önemli, meydan mı?

 

BAŞKAN –  Sayın milletvekilleri, lütfen…

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Hadi gidiyoruz, yarın yapalım seçim. Ya…

 

RECEP ÖZEL (Isparta) – Sandık mı önemli, meydan mı?

 

BAŞKAN –  Sayın hatibe müdahil olmayalım lütfen.

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Bu akşam yapalım, hadi  bakalım, hadi, hadi görelim! Ya… Hani, o kadar seviyordun sandığı?

 

OYA ERONAT (Diyarbakır) – Hadi, görelim bakalım.

 

RECEP ÖZEL (Isparta) – Sandık mı, meydan mı onu söyle?

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Meydan ve sandık.

 

RECEP ÖZEL (Isparta) –  Sandık mı meydan mı?

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Sadece sandıkla olmaz, sadece meydanla da olmaz. Halk, görüşlerini her gün her yerde belli edecek, açıkça konuşacak.

 

MUHYETTİN AKSAK (Erzurum) – Meydanda da varız, sandıkta da!

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Sandığıyla konuşacak, meydanıyla konuşacak, ayaklarıyla yürüyecek, elleriyle oy kullanacak. Siz de onları saymak mecburiyetindesiniz.

 

YILMAZ TUNÇ  (Bartın) – Eskinin hızlı solcusu darbeci oldu.

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Saymazsanız saydırırlar, sayarsınız önünde sonunda. Tarih, kendisinden vazgeçilmez sanılan, muktedir sanılan hükûmetlerin, diktatörlüklerin cesetleriyle dolu. Bütün mezarlar, kendilerinden vazgeçilmez sanılan diktatörlerin cenazeleriyle dolu; o nedenle, kimse vazgeçilmez değil, kimse halktan büyük değil, kimse çalışanlardan, emekçilerden büyük değil.

 

RECEP ÖZEL (Isparta) –  Doğru söylüyorsun, mezarlıklar vazgeçilmez insanlarla dolu.

 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) –  Evet, tıpkı sizin de gideceğiniz gibi. O nedenle bu dünyada yaşarken, bu dünyada halkın mutluluğu için, refahı için, onların ayaklarıyla kullandıkları oyları da saymayı öğreniniz.

 

Bu barış gücüne asker göndermiyoruz, Tahrir’e selam gönderiyoruz. (CHP ve BDP sıralarından alkışlar)