OHAL’e son vermedikçe diktatörlük olarak anılmaktan kurtulamayacaksınız.

Kürkçü, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Başbakanlık ve bağlı kuruluşların bütçelerinin görüşülmesinde söz aldı: “Darbe tehdidi ezildikten sonra, yapmamız gereken OHAL’i sürdürmek ya da güçlendirmek değil, İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumunu daha da özerkleştirmek, ombudsmanlık kurumunu çekinmeden bütün konulara müdahil olabilecek hâle getirmek ve nihayet, Diyanet İşleri Başkanlığını bir yönetim aracı değil, bir hizmet aracı olarak donatmak ve diğer inançlar için de yeni özgürlük ve eşitlik alanları yaratmak olmalı.”

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar, Sayın Bakanlar, ben Başbakanlık merkezi bütçesi ve Diyanet İşleri Başkanlığı ve İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu hakkında -üç parça- konuşmak istiyorum.

Birincisi, bu Başbakanlık bütçesinde beni şahsen en çok ilgilendiren konu, Başbakanlık bütçesinin geçtiğimiz dönem de muhtemelen bu dönem de bütçede kendine ayrılan payın muhtemelen 2 katına yakın bir miktarı kullanacak olması. O açıdan neredeyse yüzde 100’e varan artışların aslında doğru bir hesaplama ve doğru bir denetim imkânı sunmadığını söylemek isterim. Birincisi bu. O nedenle zaten trendler belli olduğuna göre öngörülebilecek büyüklüklerin de aslında önceden ortaya konması gerekir. İkinci mesele, örtülü ödenek meselesi. Örtülü ödeneği Başbakanlık Cumhurbaşkanlığıyla birlikte kullanıyor. Ne kadarı Cumhurbaşkanlığının ne kadarı Başbakanlığın kontrolündedir bunu çok iyi göremiyoruz, fakat örtülü ödenek harcamaları da hem çok büyük artışlar gösteriyor hem de neredeyse Başbakanlığın talep ettiği bütçeden daha fazla bir örtülü ödenek var. Bu ne demek? Bu, ister Cumhurbaşkanlığı ister Başbakanlık tarafından kullanılsın yürütmenin denetlenemeyen masraflarının ve harcamalarının denetlenebilir olandan çok daha yüksek olması demek. Bu, bence Meclisin denetim görevi bakımından çok büyük bir engel. Ancak bütün bu parayla ne yapılıyor? 2016’nın 15 Temmuzundan beri ya da olağanüstü hâl ilan edildiği 20 Temmuzdan bu yana aslında Başbakanlık Türkiye’yi yönetiyor ve bunu Meclisi baypas ederek yapıyor çünkü olağanüstü hâl kararnamelerinden çok azı Meclise getirildi kanunlaştırılmak üzere. O nedenle Başbakanlık şu an Meclisi ikame etmiş durumda ve tabii ki Avrupa Konseyine ve Birleşmiş Milletlere de bildirdiği gibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Birleşmiş Milletler Haklar ve Özgürlükler Bildirgesi’nde ifade edilen hakları deroge etmiş durumda. Bunun manası, aslında bu sözleşmelerle de birkaç maddesi dışında kendisini bağlı saymıyor. Bütün bu nedenlerle, şu an, evet, Cumhurbaşkanının tekrar AKP Genel Başkanlığını ele alması dolayısıyla bir bakıma hükûmet işlerinde bir numaralı rol Cumhurbaşkanı tarafından oynanıyor ama nihayet davulu da Başbakanlık taşıyor ve biz bu yüzden faturayı Başbakanlığa çıkartıyoruz yani Türkiye’yi Başbakanlık yönetiyor aslında ve hemen hemen hiçbir engele takılmadan ve olağanüstü hâli de bu açıdan olağan bir yönetim metodu hâline getirmiş durumda. Ben bu olağanüstü hâl meselesine bir an önce son vermediğimiz takdirde, verilmediği takdirde Türkiye’nin demokratik ülkeler, geçici olarak hakları askıya almış olsa da demokratik ülkeler arasında sayılmayabileceği bir kategorizasyona doğru hızla gittiğimizi görüyorum çünkü hem iş adamları hem sendikacılar Hükûmeti boşuna uyarmıyorlar çünkü uluslararası  alanda sadece devletten devlete ilişkiler değil, yurttaşlardan yurttaşlara, kurumlardan kurumlara ilişkiler var ve hem sendikaların hem işveren kuruluşlarının önüne olağanüstü hâl çok esaslı bir insan hakları ihlali mekanizması olarak çıkıyor. Çünkü her ne kadar bir karınca ezmez hassasiyetiyle olağanüstü hâl yürüttüğünü Hükûmet söylese bile, sonuçta kendisini İnsan Hakları Evrensel Sözleşmesi’yle bağlı saymadığı her noktada her türlü şüpheye açık ve aslında bunu sayıları 100 binlere varan ihraçlar, 10 binleri aşan tutukluluklar, hapisteki gazeteciler, hapisteki insan hakları savunucuları dolayısıyla görüyoruz. O nedenle bu olağanüstü hâlin bir an önce kaldırılmaması Türkiye’nin bir diktatörlük olarak adlandırılması konusunda kimsenin önünde herhangi bir mazeret de bırakmayacak. Ben bu açıdan uyarmak isterim. Bu çerçevede, Adalet Bakanlığının bir uygulamasını da sizinle paylaşmak istiyorum. Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü, şu an hapiste olan Genel Başkanımızla ilgili olarak bir “gizli” yazılı, ibareli bir genelge yollamış ve Sayın Demirtaş için “Silahlı terör örgütüne üye olma suçundan militan konumunda tutuklu” diye tanımlayarak SEGBİS dışındaki herhangi bir araçla yargılanmaya tabi tutulamayacağına dair bir kayıt getirmiş. Ben, özellikle eski Adalet Bakanımız olduğu için Sayın Bekir Bozdağ’ın bunun aslında olmaması gerektiğini bize söylemesini istiyorum çünkü hakikaten böyle bir tanımlama olamaz çünkü hâlen yargılanmakta olan ve hakkındaki iddiaların gerçek olup olmadığı hiç değilse şeklen bile ortaya çıkmamış olan Genel Başkanımız hakkında adil yargılama hükümlerini bu şekilde ihlal eden ve kendisini bu şekilde damgalayan bir ibarenin, Adalet Bakanlığının elinden çıkmamış olması gerekirdi. Ben bir şey daha söyleyeyim. Şu saat itibarıyla, yarım saattir, Türkiye’nin sık sık olağanüstü hâli mazur göstermek için başvurduğu bir gerekçenin elden çıktığını söylemekten bahtiyarım. Fransa’da olağanüstü hâl bu saat itibarıyla kaldırılmış durumda. Yani şu an Türkiye, Avrupa’da olağanüstü hâl uygulayan tek Avrupa Konseyi ülkesi hâlindedir. Bu hâlden çıkmak için bunun bir teşvik olmasını ümit ediyorum.

İkinci konu, Diyanet İşleri bütçesiyle ilgili olan husustur. Benim sizin sunumunuzla Diyanet İşleri Başkanlığı Yasası arasında bir fark gördüğümü söylemek isterim. Diyanet İşleri Yasası 1’inci maddesinde görev tanımı yaparken şöyle diyor: “İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.” Sizin sunuşunuzun 16’ncı sayfasıysa şunu diyor: “Diyanet İşleri Başkanlığı, İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak esasları hakkında halkı doğru dinî bilgiyle aydınlatmak, Kur’an ve sünnete dayalı dinî rehberlik ve destek hizmeti sunmak, İslam’ın kuşatıcı ve rahmet dolu mesajını etkin bir şekilde yaymak ekseninde çalışmalar yürütmektedir.” Şimdi, bunu niçin önemsiyorum? Şunun için önemsiyorum: Birincisi, Diyanet İşleri Başkanlığına, evet, böyle bir -birinci cümlede- İslam’ın inanç, ibadet ve ahlak esasları hakkında doğru dinî bilgi vermek görevi verilmiş ama “İslam’ı yaymak” konusunda verilmemiş. Çünkü aslında makul bir biçimde düşünecek olursak, çok çeşitli dinlerden ve inançlardan oluşan ve çok çeşitli kökenlerden oluşan bir toplumda yaşadığımız için -işte Türkiye’de kendisini Sünni İslam’a bağlı kabul edenlerin oranı yüzde 65, Şii İslam’a bağlı sayanlar yüzde 4, Aleviler yüzde 20, bir mezhebe ait olmadığını söyleyen Müslümanlar yüzde 14 ve devam ediyor… Hıristiyanlar ve ibadet etmeyenler – şimdi, dolayısıyla burada Diyanet İşleri Başkanlığı bir kamu kurumu olarak bunlardan birisini eksen alarak işlem yapmaya başladığında ve diğerleri aleyhine, onların yararlandığı böyle kurumlar olmadan, kamu kaynağı onlara gitmeden, sadece bir tek eksenli bir çalışma yaptığında, ötekilerin aleyhine ya da onların meşruiyetini gölgeleyecek sonuçlar doğabilir. Bir başka görev olarak da Diyanet İşleri Başkanlığının işleri çerçevesinde, “yurt içi ve yurt dışındaki vatandaş ve soydaşlarımıza, dindaşlarımıza irşat ve eğitim hizmetleri sadece dinî açıdan değil millî, tarihî, soysal ve kültürel değerlerin muhafaza edilip gelecek nesillere aktarılması” açısından da önemli bulunuyor. Şimdi, “millî, tarihî, kültürel değerler” aslında Türkiye’deki çeşitli yurttaş topluluklarına göre değişen şeyler. Türkçe konuşanlar, ana dili Türkçe olanlar ve olmayanlar için bu tanım farklı, kültürel aidiyetler, kentliler ya da kırda yaşayanlar için farklı, Rumeli göçmenleri ya da Toros Yörükleri veya Hemşin Lazları için bunların hepsi birbirinden farklı. Bunları tek bir renge, tek bir dokuya büründürüp, üstelik İslam’ın zarfı içerisinde sunmaya kalktığımız zaman iyi-kötü, doğru-yanlış, sevilen-sevilmeyen, güzel olan-olmayan tanımlarının hepsi de kendisine dinî bağlamlar bulacağı için, din burada birleştirici mi olur, yoksa bir gerilim kaynağı mı olur böyle kullanıldığında? Ben bunun esaslı bir problem olduğunu düşünüyorum. Nihayet son bir nokta, bu kadar çok vazife, dinin ve Diyanet kurumunun üzerine yüklendiğinde çeşitli devlet görevleri de, örneğin hutbeler vasıtasıyla çeşitli güvenlik mesajları vermek veya yurt dışındaki örgütlerde çeşitli istihbarat işleri yapmak görevini doğrudan doğruya Diyanet imamlarına vermese bile bunların sorun olduğunu Almanya’daki DİTİB tartışmasından, siz çok iyi biliyorsunuz ve bu konuda çok sert mesajlar vermenize rağmen, DİTİB Genel Sekreteri, bu konuların yanlış anlaşıldığını, “evet, böyle şeylerin de olduğunu” kabul edip geri çekildi. O nedenle, ben, bu kadar çok işin bir tek bağlama, bir tek değere yüklenmesinin son derece ağır bir mesele olduğunu ve bunun, Türkiye’de geleneksel, klasik, laik-dindar şeklinde kutuplaştırılan tartışmaların çok ötesinde inancın kendi içinde ve diğer inançlarla ilişkisinde de yepyeni sorunlara yol açabileceğini düşünüyorum. O yüzden, birlik sağlamak adına dine bu kadar çok yük yüklemenin ben aslında onun tabiatına da aykırı olduğunu düşünüyorum doğrusu.

Nihayet, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu bağlamında da söylemek istediğim şey şudur, demin diğer arkadaşlarımız da söyledi: Hakikaten bu, 2016’da yeniden düzenlendi ama bu konuyu biz geçen dönemde yani 24’üncü Dönemde Mecliste tartıştık ve o zaman İnsan Hakları Kurumu olarak kurulmuş olan kurumun kurulmasının üzerinden yaklaşık üç sene geçmiş olmasına rağmen elde elle tutulur hiçbir şey yok. Bu arada, Türkiye en ağır insan hakları ihlallerine yol açan çatışmaların içerisinden geçti, binlerce insan, on binlerce insan evlerinden göçmek zorunda kaldılar. Güvenlik operasyonları dolayısıyla, hayatlarını kaybetti insanlar, Bedia [Özgökçe] arkadaşımızın anlattığı gibi cenazeleri ortalarda kaldı insanların ve ben bakıyorum, bu kurumun resen bu konularda söylediği hiçbir şey olmamış olması[na], aslında devlet ile toplum arasında toplumun yanını tutsun diye devletin kasten para harcamış olduğu bir kurum, toplumun yanını tutan hiçbir duruş ortaya koymadı. E, bu kadar kaynak ayırmaya ne gerek var? Devlete bu kadar çok kıymet atfedilen [bir] yerde, aslında “devlet” dediğimiz şeyin, esasen toplumun kendi kendini yönetmesi için ona hizmet eden bir kurum olduğunu akıldan çıkartırsak bütün bu işler anlaşılmaz olur. Ama mademki biz, bütün yeni kuşak hakları Türkiye’ye içerme bağlamında bu kurumu kurduk. O zaman, devletin kendi kendini eleştirecek bir mekanizmayı beslemek üzere buraya kaynak aktardığını kabul edip onu teşvik etmemiz lazım. Ama kurum öyle bir bağlanmış durumda ki -demin şaka yollu söylediniz ama, evet, sonuç olarak, Cumhurbaşkanı ve Başbakan tarafından üyeleri seçilen bir kurumun onun karşısında özerk olması ihtimali oldukça düşük. Ben[ce], bu açıdan, İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumunun mutlaka yeni bir aktivizmle doldurulması konusunda Meclisin inisiyatif alması ve belki de yasada yapılacak kimi değişikliklerle tüm bu hak ihlalleriyle başa çıkabilmek açısından sığınabileceğimiz bir merci olarak bir Türkiye içi mekanizmayı mutlaka kuvvetlendirmemiz gerek. Çünkü uluslararası alana da taşınamıyor bütün bu hak ihlalleri, deniyor ki: İç mekanizmaları tüketin. İç mekanizmalar ise haklar askıya alınmış olduğu için tüketilemiyor, böyle bir fasit daire içinde dönüyoruz. Artık bu işten çıkmamız lazım ya da bunun “meşru” gerekçesinin zamanı doldu. Ben, doğrusu, darbe tehdidi ezildikten sonra, artık olağanüstü hâle bizim ihtiyacımız olmadığını, geri kalanın rutin mekanizmalar içerisinde gerçekleştirebileceğini düşündüğüm için şimdi yapmamız gereken OHAL’i sürdürmek ya da güçlendirmek değil, İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumunu daha da özerkleştirmek, ombudsmanlık kurumunu çekinmeden bütün konulara müdahil olabilecek hâle getirmek ve nihayet, Diyanet İşleri Başkanlığını bir yönetim aracı değil, bir hizmet aracı olarak donatmak ve diğer inançlar için de yeni özgürlük ve eşitlik alanları yaratmak gerektiğini düşünüyorum. Bu çerçevede, yeniden bütün bunları düşünebileceğimiz bir tartışmayı Genel Kurul ve burası için ümit ediyorum. Sabrınız için de teşekkür ederim.

SORULAR: Birincisi Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumuna. Gözaltı merkezlerinde ve cezaevlerinde hak ihlallerinin arttığı, çıplak arama ve işkence iddialarının çoğaldığı bir dönemde kurumunuz bu merkezlerde inceleme yapmış mıdır? Tespit ettiğiniz hak ihlalleri var mıdır?

İkinci sorum AFAD üzerine. Bakan mı artık, AFAD yöneticileri mi yanıtlar… Diyarbakır’da Şengal’den gelenlerin kaldığı kampın boşaltılmasının ardından Mardin Midyat’taki AFAD kampına yerleştirilen yaklaşık 200 Ezidi’nin kampı terk etmelerinin istendiği doğru mudur?

Üçüncüsü Diyanet İşleri Başkanlığından sorumlu Başbakan Yardımcımıza. Devletin uygun görmediği insanların cenaze tekfin ve defin işlemlerinin cami görevlilerince yapılmaması ve engellenmesi yönünde bir talimatınız var mı? Böyle bir talimatınız yoksa neden bu durumlarla karşılaşıyoruz? Varsa bunun bir gerekçesi var mı?