Sınır Ötesinde Hala Türkiye Toprağı Varsa Rojava Sayesindedir

Uluslararası hukuk bakımından bunun nasıl düşünüleceği, mütalaa edileceği apayrı bir meseledir amma velakin, şimdi, eğer o sandukayı alıp Türkiye’ye kaçırmak zorunda kalmamışsa Türkiye’yi yönetenler, bu utançla malul olmaktan son anda kurtulabilmişlerse    -orada kendilerinden “terörist” diye bahsedilen- Rojava yönetimi, yani onun yönetici organları Rojava kantonları idaresi ve yönetici partisi PYD sayesindedir.

Türkiye’nin tankları YPG mevzilerinden geçerek Süleyman Şah Türbesine gidiyor

HDP GRUBU ADINA ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; biz öneriyi destekleyeceğiz elbette çünkü Hükûmetin bir hesaba çekilmesi gerekli. Ancak her yiğidin bir başka yoğurt yiyişi var. Biz başka bir yerden Hükûmetin bu süreçte hesaba çekilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ortadaki önergenin bir bölümüne katılabiliriz ama katılmadığımız ve asıl vurgusu orada olmasına rağmen bunu esasa ilişkin bir mesele olarak görmediğimiz yönler var. O yüzden hem öneriyi gensoru itibarıyla destekliyoruz ama hem de içeriğini de ister istemez tartışmamız gerekiyor.

Karşı karşıya kaldığımız olayın uluslararası hukuk bakımından yeri ve konumu hakkında iki çift lafa ihtiyaç var. Birincisi: Bu Süleyman Şah Türbesi, uluslararası hukukta Türkiye’yle bağı bir “exclave” olarak belirtilen, yani siyasi varlığı coğrafi varlığından tamamen kopuk, arasında bir fiziki ilişki olmayan egemenlik alanı ya da toprak parçası demek. Ancak bu “exclave” öyle Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi bildiğine göre kendi toprağı değil; bu, Suriye Hükûmetiyle ve uluslararası anlaşmalara bağlı olarak belirlenmiş alan veya alanlar. Çünkü hepimiz biliyoruz, 1227’de inşa edildiği ya da defnedildiği yerde değil idi bu sanduka, taşınırken. 1973’te taşındığı yerdeydi. Dolayısıyla bu eksklav, Suriye toprağı içinde gezindi. Şimdi, üçüncü bir yere geldi fakat uluslararası hukuk bakımından bu yer hâlâ Suriye toprağı mıdır ya da Suriye toprağı içinde özel hukukla belirlenmiş bir yer midir, burası da tartışmalı. O nedenle, burada, sanki Türkiye’nin egemenlik alanı, sınırları ihlal edilmiş gibi bir tartışma yapmamız o kadar gerçekçi bir tartışma olmayabilir. Fakat, asıl tartışılması gereken sonunda varılan yer değil, asıl tartışılması gereken şey başladığı yer. Sebep hakkında konuşmamız gerekir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bu süreçte sıkıntı verici hatta belki de onu yöneten Hükûmet bakımından utandırıcı bir duruma düştüğü aşikârdır ama kendi ayağına ateş eden bir Hükûmetin bundan şikâyete de çok fazla hakkı yoktur. Çünkü Türkiye’nin başına gelenlerin hepsi Suriye dış siyaseti dolayısıyla gelmiştir ve gelmeye de devam edecektir. Amerika Birleşik Devletleri’nin yol göstericiliğine inanıp ona ayak uydurup Suriye’de bir rejim değişikliği için, rejim ihracı için kolları sıvadığınız zaman, aslında oradaki toprağınızın da rejim tehdid altına girdiğinde, tehdit altına girmiş olacağını düşünmeliydiniz. Bu, kumar değil; zarınız düşeş geldi veya gelmedi meselesi değil. Siz ancak Suriye Hükûmetinin, Suriye yasalarının sınırları içerisinde bir Türkiye toprağına orada sahipsiniz. Suriye’nin egemenliğini sarstığınız zaman kendi toprağınızın da o rejime karşı ayaklanmış olanların insafına kalmış olacağını bilecektiniz. “Özgür Suriye Ordusu” dediğiniz çapulcu sürülerini sözüm ona Şam rejiminden daha yüksek bir demokrasi inşası, daha yüksek bir insanlık inşası gerekçesiyle desteklediniz, şimdi, onların yurttaşlarınıza, yurttaşlarımıza, dostlarımıza, akrabalarımıza, sizin gibi düşünenlere, düşünmeyenlere neler yaptığını görüyorsunuz. Kendi elinizle bir canavar yarattınız. Kendi elinizle kurduğunuz Özgür Suriye Ordusu dibi delik bir kova gibi boşaldı ve içinden bir El Nusra, El Kaide bir de kendisine “Irak Şam İslam Devleti” adını veren  iki isyancı [örgütün] ve bu dünyada bir cennet kurmanın mümkün olmadığı fikriyle hareket ederek herkesi ve kendilerini öbür dünyaya yollamak ve bu dünyayı kavurma fikriyle dolmuş aslında insanlık bakımından hiçbir olumlu bir şey ifade etmeyen ama büyük devletlerin Suriye rejimine karşı belki de bir zaman işlerine yarayacaklarını düşündükleri için destekledikleri bu çetelerin insafına kaldınız. Bunu baştan düşünecektiniz.

Şimdi, dolayısıyla mesele Türkiye Cumhuriyetinin oradaki toprağını ne yaptığı değil, oradaki toprağının başına gelenleri bizzat kendi akılsızca, dar görüşlü, herhangi bir tarih, coğrafya bilgisine dayanmayan, uluslararası siyaset bilgisine dayanmayan, uluslararası güç dengesini okumaktan âciz bir okumayla, “eski Osmanlı hinterlandına yayılacağım, her tarafta benim inancıma sahip olanların halifesi olacağım”  rüyasıyla sonunda başınıza açtığınız belanın sonuçlarıyla karşı karşısınız. Asıl yargılanması, asıl kınanması gereken şey budur ve ne yazık ki Parlamentomuzdaki bütün politik partiler sözüm ona “güvenlik” gerekçesiyle istenen bu tezkerelere de bir şekilde destek oldular hiç değilse en başından.

Şimdi, o nedenle ben, eğri oturup doğru konuşacaksak, asıl meselenin IŞİD’in tehdidi altına girmiş olan bu mekânın son anda başka bir yere taşınmasından ziyade, bizzat kendisini böyle bir haydut çetesinin hedefine sokacak kadar basiretsiz bir dış siyaseti nereden akıl ettiğini, bunu nasıl icra ettiğini Hükûmete sormamız gerektiğini düşünüyorum.

Hatırlayacaksınız bir delice plandan söz ediliyordu 2014 yerel seçimleri öncesinde. Bu felaketin yaklaşmakta olduğunu gören Türkiye’nin güvenlik ve savunma birimlerinin temsilcilerinin bir konuşmasının bant kaydı düştü sosyal medyaya ve yaygın medyaya. Bu bant kaydının içeriğinin otantik olduğunu Hükûmet inkâr etmedi. “Bu casusluk. Nasıl bizi dinlersiniz, nasıl konuşmamızı yayınlarsınız?” dediler. Yani konuşmuşlar, bunu kabul ettiler. Tıpkı yolsuzluk operasyonlarında olduğu gibi hiçbir zaman “Bu kayıtların içeriği yalandır.” demediler, “Bizi dinlemişler.” diye şikâyet ettiler. Aslında burada bir itiraf vardı. Neydi bu itiraf? İtiraf şuydu: “Bunların elinden burayı kurtarmak için savaş çıkaralım, gidelim oradan bomba attıralım Türkiye’ye, orduyla girelim. Tankları sokarsak uluslararası açıdan suç olur mu, olmaz mı?” Bunun beyin fırtınasını yapmak zorunda kalmış olmanın kendisini tartışmadı Hükûmet, “Nasıl ben bu duruma düştüm diye.” Bu belanın içerisinde debelendikçe debelendi. Sonunda her şey olacağına vardı. Bu dış siyaset artık bütün her tarafıyla beraber çöktü gitti.

Fakat bu dış siyaset çökerken Suriye toprağı üzerinde başka bir şey de oldu. Hem Şam rejiminin baskılarından hem de bu çetelerin baskılarından özgürleşmek için canını dişine takan insanlar orada bir öz yönetim oluşturma sürecine girdiler. Bunu hepimiz, bizler çok önceden biliyorduk ama dünya ve Türkiye, bunu ancak Kobani direnişi sırasında gördü. İnsanlık adına insanlığı Kobani’de savunanlar, orada her şeye rağmen bir yeni hayat oluşturdular; anayasalarını herhangi bir dine, etnisiteye, milliyete, inanca göre kurmadılar, insan olmaya göre kurdular. O bölgenin, o toprağın insanı olmaya dayalı bir yurttaşlık hukukunu orada yokluk içinde, yoksunluk içinde ama en yüksek medeniyet ilkelerine dayanarak inşa ettiler. Adım adım, bizim “Rojava kantonları” dediğimiz yeni düzen, Suriye toprağı üzerinde kurulmaya başlandı. Yani Suriye’nin sadece Kürtleri değil, Kürtlerin yoğun ve çok olarak yaşadıkları bölgelerdeki bütün halklar, Ermeniler, Araplar, Ezidiler, Süryaniler, her kim var ise o topraklarda ortak yönetimlerini kurdular ve böylelikle, aslında, Suriye’de insanlık toprağın dibine gömülürken insanlık [Rojava’da] yeniden hayat buldu, medeniyet yeniden hayat buldu bunca yoksulluk ve bunca yoksunluk içerisinde.

Bu yüzdendir dünyanın yüzünü Kobani’ye dönmesi. Orada kendilerini bu IŞİD çetelerine karşı, Türkiye’nin de beslediği bu akıl almaz, insafsız, zalimane dış siyasetin sonuçlarına karşı [savunan] Kürt kadınlarının dünyanın göz bebeği hâline gelmesinin sebebi budur.

Burada, Suriye’de medeniyetin getirdiği her şey çökerken Kürtlerin elinde ve o bölgelerin halklarının elinde medeniyet yeniden doğdu ve bir ulus devlet olarak değil, bir çoğulcu, özgürlükçü, çok uluslu, çok kimlikli, yurttaş yönetimi olarak doğdu.

Şimdi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün iş birliği yapmakla suçlandığı rejim budur. Bence, Türkiye Hükûmeti yapabileceği tek akıllıca şeyi yapmıştır. İki nedenle tek akıllıca şey: Bunca yenilgiden, bunca felaketten sonra onurlu bir duruş yeri seçebilmek için Kürtlerin, -Türkiye’de her gün kendilerine zulmedilen, Suriye’de terörist ilan edilen Kürtlerin- yaşadığı bölgelerde kendi tarihsel miraslarına bir konacak yer bulmuşlardır. Türkiye toprağı şimdi Rojava toprağının içinde açılan yerdir. Uluslararası hukuk bakımından bunun nasıl düşünüleceği, mütalaa edileceği apayrı bir meseledir amma velakin, şimdi, eğer o sandukayı alıp Türkiye’ye kaçırmak zorunda kalmamışsa Türkiye’yi yönetenler, bu utançla malul olmaktan son anda kurtulabilmişlerse, orada kendilerinden “terörist” diye -bence hiç de yeri olmaksızın- bahsedilen Rojava yönetimi yani onun yönetici organları Rojava kantonları idaresi ve yönetici partisi PYD sayesindedir.

Genelkurmay bugün kalkmış avaz avaz bağırıyor: “Biz onlarla bir şey yapmadık, ‘Eşme ruhu’ diye bir şey yoktur ve bölücübaşıyla konuşmadık.” Bütün herkesle konuştunuz. Öcalan’la konuştunuz, Karayılan’la konuştunuz, herkesle konuştunuz. İyi ki de konuştunuz; bir melanetten, bir rezaletten, bir utançtan kendinizi kurtarabileceğiniz bir yol açtınız.

O nedenle, Türkiye Cumhuriyeti şimdi bu mesele üzerinde iki kere düşünmelidir ve bu Hükûmeti eleştirenler bütün bu bakımlardan haklıdırlar. Böyle tutarsız bir dış siyasetin, böyle tutarsız bir savunma siyasetinin sonunda varılacak yer burasıdır. Ama bunun aşılacağı yer yeni bir ortaklık dünyasıdır, düşüncesidir; hem Türkiye’de hem Suriye’de hem Irak’ta hem İran’da.

Herkes şunu görmelidir: Karşı karşıya olduğunuz mesele sevgili milletvekilleri, bir terörizm meselesi değildir, karşı karşıya olduğumuz mesele bir halk isyanı meselesidir. Halk isyanıyla görüşüleceği Türkiye Cumhuriyeti’nin kabul ettiği bir devlet pratiğidir. 1993’ten beri Türkiye isyancılarla görüşmektedir. Halka onların terörist olduğunu söylemektedir ama genel siyaset ve savunma politikaları açısından bu halk isyanının talepleriyle müzakere edileceğini kabul etmeyen bir tek devlet adamı, politikacı Türkiye’de yoktur. Halka söylediğiniz retoriği şimdi burada “siyasi argüman” diye bize anlatmayın.

O yüzden, bu halk isyanıyla nasıl barışacağınız konusu bütün sorunların çözüleceği yerdir. O yüzden, Genelkurmay hâlâ otuz yıldır savaştığı gücün ne olduğu hakkında hiçbir fikri yokmuş gibi konuşuyor, inanılır gibi değil. Otuz yıldır diz çöktüremediğiniz, bileğini bükemediğiniz insanların sahici bir sebebe dayanmak dışında bir gerçeklikleri olamayacağını hâlâ görmemişseniz, hâlâ “Biz bu teröristlerle görüşmeyiz, bakışmayız.” diyorsanız siz bir kere hem yersiz bir biçimde siyasete müdahale ediyorsunuz hem de yirmi yıl öncenin diliyle, artık arkada bıraktığımız dille bize akıl öğretmeye çalışıyorsunuz.

Ben askerlere dönerek söylüyorum: Savaş, size bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Savaş, sadece milletin temsilcileri tarafından ele alınacak bir meseledir.

MİLLÎ SAVUNMA BAKANI İSMET YILMAZ (Sivas) – Askere söylenilmez, siyasetçiye söylenilir, siyasetçiye.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Siz asker değilsiniz, ne oradan bana cevap veriyorsunuz?

MİLLÎ SAVUNMA BAKANI İSMET YILMAZ (Sivas) – Ama siyasetçiye söylersin, onların söz hakkı yok ama.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Olabilir, söz hakkı olmayanlar konuşuyor.

BAŞKAN – Sayın Kürkcü, lütfen Sayın Bakanı muhatap alır mısınız. Lütfen, Sayın Kürkcü…

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Genel Kurulun bir parçasılar, oradalar, herkese konuşuruz.

OKTAY VURAL (İzmir) – Burada muhatabımız siyasi iktidardır.

BAŞKAN – Evet, “Sayın Bakanı muhatap alın.” diyorum ben de.

OKTAY VURAL (İzmir) – Dolayısıyla, bunu vesile görüp şerefli Türk ordusuna böyle bir müdahale hadleri değil. Nedir yani?

İDRİS BALUKEN (Bingöl) – Müdahale diye bir şey yok canım.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Genelkurmay Başkanına saydırdınız, problem olmadı; biz saydırınca mı problem? Herkesi…

OKTAY VURAL (İzmir) – Siyasi iktidara eleştirinizi yapıyorsanız yapın!

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Eleştirilemeyecek hiçbir güç yoktur bu dünyada.

OKTAY VURAL (İzmir) – Ortaklık kuruyorsunuz, görüşüyorsunuz, her şeyi yapıyorsunuz siz!

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Herkes eleştiriyi hak eder, herkes eleştiriden yararlanır; istifade ediniz. Sizin hoşunuza gitmeyen, sizin bilmediğiniz şeyler söylendiğinde bağırmayın; bir düşünün “Acaba niye söylüyorlar?” diye. Vatanseverlik sadece sizin tekelinizde değil, vatanseverlik sadece askerlerin de tekelinde değil. Burada yaşayan, Türkiye’de yaşayan herkes vatan hakkında, gelecek hakkında, siyaset hakkında, bu ülkenin nasıl savunulacağı ya da savunulmayacağı hakkında konuşma hakkına sahip. Sizin siyasetleriniz yıllarca denendi.

ERKAN AKÇAY (Manisa) – Hiç denenmedi, hiç.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) – Türkiye iki kere iç savaşın eşiğinden döndü ve “Bu siyasetlerden herhangi bir yarar sağlanmadığına göre bir başka siyaset mümkün mü?” diye tartışmanın yeri burası yapılabilir ama bundan on yıl öncenin, yirmi yıl öncenin huyları yeniden hortlarsa; Genelkurmay Başkanlığı siyasetçilere ayar vermeye, oradan buradan talimat yağdırmaya başlarsa olmaz. Silahlı Kuvvetler Meclisin direktifi altında çalışır, başka türlü çalışmaz, Meclise akıl öğretmez, öğretemez, öyle bir ilişki kurulmayacak. O nedenle, iki yanlıştan bir doğru çıkmaz. Hükûmetin dış siyasetinin yanlışlığının karşısında böyle bir müdahalenin doğruluğunu savunarak bu işin içerisinden çıkamayız.

Benim ve bizim size söylemek istediğimiz şey şudur sevgili arkadaşlar: Bu halk isyanının çaresi, isyanın sebepleriyle tartışmak ve çözmektir. Fakat Türkiye Cumhuriyeti sınırlarıyla sınırladığınız bütün bu tartışmanın ötesinde kalanlara herhangi bir uluslararası güç, herhangi bir uluslararası kurum, herhangi bir uluslararası değer açısından “terörist” ifadesi kullanılmadığı hâlde, Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulunun kararında Demokratik Birlik Partisinin -PYD’nin- terörist olduğuna dair hiçbir hüküm olmadığı hâlde, hiçbir zaman bu insanlar insanlık suçu işlemekle dünyada hiçbir kurum tarafından suçlanmadıkları hâlde “Bunlar teröristtir, dolayısıyla bunlarla görüşülemez, bunlarla görüşmek suçtur.” dememelisiniz. Tam tersine, onlarla görüşerek yeni bir geleceği kurmamızın mümkün olduğuna dair bu kadar çok işaret varken, bu işaretler Fransa’dan, Almanya’dan, Amerika’dan, Yunanistan’dan, Rusya’dan, İran’dan, Irak’tan alınıyorken bu işaretlerin Türkiye’den alınamıyor olmasına sadece şaşmak gerekir. Bu kadar kendi içine kapanık, bu kadar kendiyle övünmeye meraklı bir yönetim ve muhalefet anlayışı içerisinde bu meseleyi çözmenin ne kadar güç olduğunu görebilirsiniz.

Ama bütün rolleri de biz üstlenmeye hazırız. Tartışmanın öbür tarafındaki muhataplarımızla… Yani, biraz önce bana oradan seslenen milliyetçi vekillerimizin de ayakkabılarına girerek kendimize ve hayata bakmaya çalışıyoruz, “Nedir mesele?” diye anlamaya çalışıyoruz.

O nedenle, diskurlarla, retorikle çözülemeyecek kadar ciddi bir meseleyle karşı karşıyayız. Adalet ve Kalkınma Partisinin yapabileceği sonuncu şeyi yapmış olması değil, baştan beri kurduğu hatalı dış politikanın bugün karşı karşıya kaldığımız sonuçları dolayısıyla eleştirilmesi yerli yerindedir, haktır. Başka bir ülkeye rejim ihraç edemezsiniz, başka bir ülkenin insanlarına siz iyilik yapmaya siyaseten çalışamazsınız, kendi ülkenizin işlerini çözmekle yükümlüsünüz ve onları çözebildiğiniz takdirde öbür taraflarda her zaman iyi karşılanacağınızı bilmeniz lazım. Ne oldu? On iki yılın sonunda dostsuz, müttefiksiz, “değerli bir yalnızlık” içerisinde olmanın bir dış politika doktrini olması mümkün mü? O nedenle, evet bu genel görüşmeyi, bu gensoruyu kabul edelim, bunu tartışalım ama şunu da bilelim ki tartışmanın her yerinde mutabık olmayabiliriz.

Hepsinden önemlisi, Türkiye’nin aslında çözmek zorunda olduğu sorunlar için bir çözüm imkânı oluşturmuş olan Rojava yönetimini, onun değerli yöneticilerini ve IŞİD zulmüne karşı başkaldıran savaşçı kadınlarını selamlamaktan başka bir şey yapamayız. Onların karşısında sevgi ve saygıyla eğiliyoruz.

(MHP Grubunun Bakanlar Kurulu Hakkında verdiği gensoru üzerine TBMM Genel Kurulu’nda yapılan konuşmanın tutanağı)