Torba Yasa İşçinin Güvenliğini Değil Sermayenin Karlılığını Esas Alıyor

Bugün geldiğimiz noktada işçi sağlığı ve güvenliği hizmetleri piyasaya açıldıkça, eğitimler ve hizmetler kurulan ticari şirketlere kazanç olarak döndükçe iş kazaları ve can kayıplarının azalmadığı aksine ne yazık ki artarak devam ettiği görülmektedir. 

490-254Ertuğrul Kürkçü’nün TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu’ndan çıkan 1/1006 esas sayılı “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”na muhalefet şerhi (karşı oy yazısı):

1/1006 esas sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’nda alt komisyon görüşmeleri sonrasında yapılan değişikliklere karşın tasarının esasına ilişkin itirazlarımıza karşılık verilmemiş bu gerekçeyle alt-komisyondan çıktığı haliyle Tasarıya karşı oy kullanmıştık. Ne var ki, Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu’ndaki görüşmeler sırasında da bakanlığın tutumunda esasa ilişkin bir değişiklik gerçekleşmemiş, Komisyon’un AKP’ye mensup çoğunluk vekillerinin onayıyla esasa ilişkin bütün kusur ve zaaflar Tasarının her maddesine sirayet etmiştir. Bu haliyle yasalaşması durumunda yasa öngörülen amacıyla tam bir çelişmeye düşecektir. Dolayısıyla esastan ve her bir maddesi itibariyle karşıyım. Muhalefet gerekçe ve nedenlerim aşağıdadır.

Giriş

Yasa tasarısı adından başlayarak – İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu- çalışma sürecinin başlıca öznesi olan işçinin karşısına işin ve iş sahibinin çıkarını koymaktadır. “İş sağlığı ve güvenliği” kavramıyla önceliğin işçilerin iş kazaları ve meslek hastalıklarından korunmasına değil, işin yürütülmesine verildiğini görebiliriz, tasarı sahiplerine göre işin sağlıklı ve güvenli yürütülmesi esastır. Bu konuda yapılan tüm düzenlemelerde görüldüğü gibi yasaya sermayenin bakış açısı egemendir ve bu bakış açısından iş sağlığı ve güvenliğinin ekonomi-politiği, rekabet ve birikime engel olmamasından geçmektedir.

İşçi sağlığı ve çalışma güvenliği esasen ülke genelinde uygulanan ve hükümetçe özendirilen ekonomik politikalarla doğrudan ilgilidir. Türkiye’yi sarsan ve hükümetin bir yasa değişikliğine gitmesini zorunlu kılan Soma, Ermenek madenleri ve Torunlar inşaat şantiyesinde gerçekleşen büyük işçi katliamlarının temelinde hükümetin neo-liberal sermaye birikim rejimine bağlı olarak tercih ettiği ekonomik politikalara bağlı işyeri uygulamaları vardır. Çünkü bu tercih, yıllardır sermayenin ihtiyaçlarına cevap verecek yönde, bütün sektörlerde ve her bir işyerinde özelleştirme, sendikasızlaştırma, kayıt dışı çalıştırma, taşeronlaştırma dayatmanın başlıca saikidir. Aynı rejim, çalışanların sağlığını ve güvenliğini tehdit eden güvencesiz çalışma biçimlerinin yayılmasını, kadın ve çocuk emeği sömürüsünü,  kayıt dışı istihdamın artmasını,  alana ilişkin gerekli yatırımların ve yasalarda belirtilen denetimlerin yeterince yapılmamasını da beraberinde getirmektedir.

Hükümetin ve özellikle Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın, işçi sağlığı ve çalışma güvenliği alanında araştırma yaptırmaktan, üretim süreçleri konusunda tarafları bilgilendirmeye, ulusal mevzuatı günün gereksinimlerini karşılayacak bir biçimde güncellemekten, insan sağlığını her şeyin üstünde tutarak işyerlerini etkili bir biçimde denetlemesine kadar pek çok sorumluluğu olmasına rağmen bu sorumluluklardan pek azını hayata geçirdiği söylenebilir.

Büyüme ve küresel piyasalarla rekabet edebilme adına uygulanan üretim zorlaması, uzun çalışma saatleri, işçi maliyetlerinden ve buna bağlı olarak işçi sağlığı ve çalışma güvenliği maliyetleri kaleminden sağlanan “tasarruf” daha kötü çalışma koşullarına zemin hazırlamakta, kazaları da beraberinde getirmektedir.

İşçilik maliyeti kategorisi içindeki ücret, kıdem tazminatı, sosyal haklar, iş güvencesi, işçi sağlığı ve çalışma güvenliği tedbirlerini “büyüme ve istikrarı tehdit eden unsurlar” olarak görme alışkanlığı hem Ulusal İstihdam Stratejisi belgesine de Ulusal Sanayi Stratejisi’nde hâkim olmuştur. Emekçilerin aleyhine olan bu temel yaklaşım iş cinayetlerinin artmasındaki temel politika belirleyeni olmaya devam etmektedir.

Hizmet sunumunu ve eğitim aşamasını piyasaya devreden, işyeri ortak sağlık birimlerini tasfiye ederek işçi sağlığı ve çalışma güvenliği hizmetlerinin özel sektör eliyle yürütülmesini hedefleyen, idari yargı kararlarını görmezden gelen bir anlayışla oluşturulan mevzuatın, işçi sağlığı ve güvenliği alanında süregelen krizi derinleştireceği görmezden gelinmiştir.

Bugün geldiğimiz noktada ne yazık ki işçi sağlığı ve güvenliği hizmetleri piyasaya açıldıkça, eğitimler ve hizmetler kurulan ticari şirketlere kazanç olarak döndükçe iş kazaları ve can kayıplarının azalmadığı aksine artarak devam ettiği görülmektedir.

Esasa Dair Genel Muhalefet Gerekçelerimiz:

6331 sayılı “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu”, 155 ve 161 sayılı ILO sözleşmeleri ile “89/391EEC” sayılı AB çerçeve direktifine uyum sağlayarak, tüm çalışanları kapsamına alma iddiasını taşımaktaydı. Ayrıca, bu amacın yanı sıra, önleyici bir yaklaşımı esas alarak, işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanının da katkısıyla, yapılacak olan risk değerlendirmeleri çerçevesinde iş kazaları ve meslek hastalıklarını azaltmayı hedeflemekteydi. Belirtilmiş olan hususların gerçekleştirilmesi amacıyla da, hem çalışanların katılımını ve hem de etkin bir idari yapılanmayı esas almıştı.

Oysa, 6331 sayılı yasanın yukarıda dile getirilen hedefleriyle eldeki tasarı arasında tam bir karşıtlık vardır:

  • Tüm çalışanları kapsama iddiasındaki Yasa’da, daha başlangıçta, ev hizmetleri başta olmak üzere, anılan uluslararası düzenlemelerle de çelişecek şekilde, makul gerekçeler olmaksızın kimi işler ve faaliyetler, kapsama alınmamıştır. Süreç içinde bununla da yetinilmemiş; uluslararası çalışan denizyolu taşımacılığı da kapsam dışına çıkarılmıştır.
  • Çalışanların yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı, dayanağını insan hakları evrensel bildirgesinden almakta olup; bu hakkın varlık bulabilmesi için de, devletin bireye karşı yükümlülükleri söz konusu olmaktadır. 6331 sayılı Yasa da, esas olarak, değinilmiş olan Anayasal ilkenin vücut bulabilmesi amacına hizmet etmeyi önüne görev koymuştur. Oysa, uygulamaya baktığımızda, kamusal nitelikli pek çok yükümlülüğün veya bu yükümlülüklerin denetiminin, doğrudan piyasaya terk edildiği görülmektedir. Özellikle, 6331 sayılı Yasanın uygulaması açısından yaşamsal öneme sahip olan işyeri hekimliği ile iş güvenliği uzmanlığının sadece faaliyetleri değil, yetiştirilme süreçleri de meslek örgütleri dışlanarak, piyasanın insafına bırakılmıştır.
  • İşyeri hekimliği ve iş güvenliği uzmanlığı kurumları, ortak sağlık ve güvenlik birimleri üzerinden piyasaya açılınca; artık, önleyici olan değil, ucuz olan yaklaşım tercih edilir olmuştur. Risk değerlendirmeleri ise kopyala yapıştır yöntemlerle ve çoğu zaman da doğruluğu dahi araştırılmaksızın internetten indirilir hale gelmiştir.
  • Çalışanların katılımı konusu işsizliğin, güvencesizliğin ve kayıt dışılığın bu denli yaygın olduğu bir coğrafyada, toplu iş sözleşmesi düzeninin bulunduğu sınırlı sayıda işyeri dışında, kâğıt üzerinde kalmıştır.
  • İş kazaları ve meslek hastalıkları da böylesi bir süreçte, bırakın azalmayı; artış eğilimiyle süregelmektedir.

Tasarı 6331 sayılı yasanın açıklarını kapatamayan bir yamadan ibarettir

6331 sayılı Yasa tüm çalışanları kapsamına almalıdır. Aynı zamanda, bu alanın, piyasaya değil, doğrudan işyerine özgülenmesi ve sürece yönelik kamusal denetimin güçlendirilmesi zorunludur. İşyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanlarına iş güvencesi getirilmesinin ve aynı zamanda da yetiştirilme ve atanma süreçlerine meslek odalarının da dahil olmasının sağlanması gerekmektedir. Çalışanların katılımının temini açısından ise sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kalkması gerekmektedir. Denetimden beklenenlerin gerçekleşebilmesi açısından; denetim örgütünün 81 sayılı ILO sözleşmesinin gereği olarak, bağımsız bir kurul olarak örgütlenmesi ve bu kurulun yönetiminin emek ağırlıklı olacak şekilde sosyal taraflara bırakılması gerekmektedir.

Mevcut Torba Yasa Tasarısı’na baktığımızda, değinilmiş olan sorunların çözümüne yönelik herhangi bir düzenleme yer almadığı gibi; piyasalaşmanın daha da geliştirildiği bir sürecin hedeflendiği görülmektedir. Sadece bununla da yetinilmeyerek, üzerinde bulunan yükümlülükler dağıtılarak, işverenlere adeta cezasızlık imkânı getirilmektedir. Tasarının bu haliyle yasalaşması durumunda, işyerlerindeki yükümlülüklerini piyasa şartlarında temin ettiği muhtelif firmalara devretmiş olan işverenler açısından, adeta cezasızlık imkanı getirilmiş olacaktır. Böylesi bir süreçte de, iş kazalarının artış eğiliminin gelişerek devam edeceği, kolaylıkla söylenebilecektir.

Tasarının 6331 sayılı yasanın uygulamada yaşanan eksiklilerini tamamlamak için hazırlandığı iddia edilse de; işveren otoritesini sınırlandıracak güvenceli bir çalışma yaşamının var edilmesinden ısrarla kaçınmaya devam edildiği açık bir şekilde görülmektedir. Bu nedenle tasarıda iş cinayetlerine davetiye çıkaran taşeron istihdamın ortadan kaldırılmasına, rödovans sisteminden vazgeçilmesine ilişkin bir düzenlemeye yine yer verilmemiştir.  Yine iş güvenliğini denetleyecek en etkili yollardan birinin çalışanın kendi çalışma koşullarını sendikası aracılığıyla denetleme hakkı olduğu bilinmesine rağmen tasarıda özgür sendikacılık doğrultusunda hiçbir adım da görülmemektedir.

İşçi sağlığı ve güvenliğinin gerçek anlamda sağlanabilmesi için özgür ve demokratik bir sendikal örgütlenmenin önünü açmaktan uzak 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu yeniden düzenlenmeli, özgürlükçü ve katılımcı bir demokratik düzenleme gerçekleştirilmelidir. İşçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinin uygulamada denetlenebilmesi sendikalar eliyle “işçi denetimi” yoluyla doğrudan demokratik denetim sistemlerinin geliştirilmesinden geçmektedir. Bu işçi sağlığı ve güvenliğinin işletme düzeyinde etkin olmasının koşullarından en önemlisidir.

Taşeron ve güvencesiz üretim sisteminin tartışmasız olarak ve kamu/özel ayrımı gözetmeksizin yasaklanması yasa koyucular açısından hedeflenmesi gereken önemli bir alandır.

Yasa Yapım Sürecinde Toplumsal Taraflar, Özellikle Emek Tarafı, İhmal Edilmiştir

Bu yasa tasarısının oluşturulmasında toplumsal tarafların katılımı eksik kalmıştır. Yasa tasarısının görüşülmesi sırasında her ne kadar alt komisyon toplantılarına çeşitli sendika ve sivil toplum örgütleri katılsa da yasa tasarısı komisyona gelmeden önce bu kesimlerle tartışılmamış, ihtiyaçların ve gerekliliklerin tespiti konusunda bu kesimlere başvurulmamıştır. Sağlık, güvenlik ve çevreyle ilgili özerk-demokratik bir kurumsal yapının sendikalar, meslek oda ve birlikleri ve üniversiteler ile oluşturulması, bunun TBMM’de politikasının yaratılması gerekmektedir.

Tasarı hazırlanırken, emek ve meslek örgütlerinin görüşleri alınmadığı gibi, tasarı, bir işçi sağlığı ve güvenliği paketi olmaktan çıkmış, “işverenlere af, işçilere esneklik” paketine dönüşmüştür. Tasarıda işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili kısmi ve yetersiz birkaç iyileştirmeye yer verilirken, işverenlere çok sayıda af ve erteleme getiren, işçileri ise esnek koşullarda çalışmaya iten düzenlemeler öngörülmüştür. Çalışma yaşamında köklü sonuçlara yol açacak ve toplumu çok yönlü etkileyecek bu düzenlemelerin kamuoyu ile görüşülmeden, herhangi bir ön tartışma ve bilgilendirme yapılmaksızın TBMM’ye getirilmesi hükümetin her zamanki yasa yapma tekniklerinden biridir.

Ayrıca buna “torba yasa” tekniğini de eklememiz gerekir. Bir yanda ülkede çok yakıcı bir sorun olan işçi sağlığı ve güvenliği, diğer yanda yurtdışında öğrenim gören öğrencilerle ilgili düzenlemeler, bir başka tarafta ise Urfa Ceylanpınar’daki arazilerin dağıtılması. Bu meselelerin aynı yasa tasarısı içerisinde görüşülmesi olanaksızdır. Ancak iktidar olduğu günden beri AKP hükümeti bu “torba” tekniği ile yasama sürecini şekilsizleştirmektedir.

Tasarı İşçi Cinayetlerini Önlemekte Yetersizdir

Türkiye,  çalışma yaşamı koşulları açısından hem hükümetin hem de kamuoyunun olağanüstü hassasiyetle üzerine eğilmesi gereken son derece olumsuz bir tablo ile karşı karşıyadır. İş cinayetlerinde, işçi ölümlerinde dünyada en üst sıralarındadır. Özellikle AKP’nin iktidara gelmesiyle artan iş kazaları açısından bakacak olursak; 2003 yılında günde ortalama 3 işçi yaşamını yitirmekte iken, bugün bu sayı 5-7 işçiye kadar çıkmıştır.

55 ve 161 sayılı ILO sözleşmelerinin 2004 yılında kabulünden, 2012 yılında 6331 sayılı İSG yasasının kabul edilmesine kadar geçen sürede iş kazası sayısı her yıl ortalama 75.000 civarındadır.

Hükümetin 12 yıllık iktidarı döneminde en az 14.668 işçi yaşamını yitirmiştir.2014 yılı içerisinde iş kazalarından hayatını kaybeden işçilerin sayısı en az1886 kişidir. İş cinayetleri inşaat, maden, tarım ve taşımacılık işkollarında; mevsimlik çalışmanın, sendikasız, örgütsüz ve güvencesiz çalışma koşullarının hakim olduğu işkollarında yoğunlaşmıştır.  Meslek hastalıkları ise çağın gizlenen salgınıdır. Bu öyle bir salgındır ki her yıl tüm dünyada 2 milyondan fazla, her gün 5500, hatta her dakika 4 kişinin ölümüne neden olan bir salgındır. Bir yandan “meslek hastalıkları yüzde 100 önlenebilir” denilip, diğer taraftan da çalışma koşullarına bağlı olarak ‘meslek hastalıkları çalışanların yüzde 0,4-1,2’sinde görülür’ gerçeğinin/çelişkisinin göz ardı ettirildiği bir salgındır. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) bu hesapla yaptığı tahminini bu yıl daha da vurucu bir söylemle ifade etmektedir. Buna göre demektedir ki ‘dünyada yılda 160 milyon meslek hastalığı-işle ilgili hastalık tahmin edilmektedir’. Türkiye gibi kayıtlı 30 milyon aktif çalışanı olan bir ülkede ise ILO’nun tahminlerine göre beklenen meslek hastalığı sayısı yılda 120 bin ile 360 bin arasındadır.  Oysa hepimizin yıllardır bildiği ‘meslek hastalığı olmayan ancak meslek hastalıkları olarak ifade edilen sayı’ 500 (beş yüz adet) civarındadır.

Türkiye’de en çok iş cinayeti büyük madenci katliamının yaşandığı Manisa’da meydana gelmiştir. Yine sanayinin merkezi olan İstanbul’da ve hemen her sektörde yoğun iş cinayeti yaşanmıştır… Zonguldak, Karaman, Isparta, Elazığ ve Şırnak’ta maden; Antalya’da konaklama ve organize sanayi; Adana, Düzce, Isparta, Muğla, Aydın, Şanlıurfa ve Mersin’de tarım; Ankara, Gaziantep, Tekirdağ, Samsun, Malatya, Kayseri, Malatya’da organize sanayi; Bursa ve Mersin’de metal; Kocaeli’nde kimya; Konya’da gıda ve İzmir’de tersane kazaları öne çıkmaktadır. Tarım, inşaat, enerji, taşımacılık, belediye, ticaret ve eğitim işkollarındaki cinayetler ise ülkenin her şehrinde yaşanmaktadır.

Görüşülmekte olan mevcut yasa tasarısı ile Soma, Torunlar ve Ermenek facialarının yaşanmasından sonra hükümetin kendi sorumluluklarını ve üzerinde yükseldiği birikim rejiminin ya da kalkınma modelinin işçi sağlığı ve iş güvenliği uygulamalarını reddeden karakterine dokunmadan teknik bir takım önlemlerin alınmasına dönük olarak hazırlandığını görmek mümkündür.

Tasarıyla Kamusal Görevler Piyasaya Terkedilmiştir

Bu yasa tasarsıyla Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın üzerine düşen ana sorumlulukların büyük bölümünden kaçmakta olduğunu, denetimin özelleştirilmesi yoluyla ve işyeri hekimleri, iş güvenliği uzmanlarını temel sorumlu haline getirerek yaşanması  olası facialarda sorumluluğu işveren ve İSG uzmanlarına bıraktığını görebiliriz. İSG hizmetleri, piyasaya, sorumluluk iş güvencesi işverenin iki dudağı arasında olan İş Güvenliği Uzmanı ve işçiye yıkılmıştır. Tasarıda cezalara ilişkin düzenlemelerle büyük ölçüde mevzuatta yer verilen düzenlemelerin bir kısmı revize edilmektedir. Ancak cezalar denetimlerin yetersiz olduğu ortamdan yararlanan işverenler için caydırıcı olmaktan hala uzaktır. Uygulamada, özellikle taşeron firmaların, İSG için gerekli önlemlerin alınmasından daha düşük maliyeti olan cezaları kabul edilebilir bir risk olarak değerlendirdiği görülmektedir. Bakanlık kendisini yalnızca, parasal cezalarda devreye girebileceği zayıf kamusal görevlerden sorumlu tutmaktadır.

Tasarı ile getirilen düzenlemelerin, işyeri hekimleri ile iş güvenliği uzmanlarının ‘bağımsız görev yapabilmelerine ilişkin güvencelerini’ artırmayı ve ‘etki altında kalmadan görevlerini yerine getirmelerini’ sağlamak amacını taşıdığı belirtilmektedir. İlgili değişikliklerin hiçbiri Genel Gerekçe’de yer verilen hedeflere ulaşılmasını sağlayabilecek kapsamda değildir. Söz konusu hedeflere ulaşılabilmesi için işçi sağlığı ve iş güvenliği hizmetlerinin finansmanı, örgütlenmesi, sunumu ve emek-gücünün istihdamı alanlarında köklü değişikliklere gidilmesi gerekir. İşçi sağlığı ve iş güvenliği hizmetleri bütünüyle kamusal bir hizmet olarak kabul edilmeli ve sunumu da kamusal olarak yürütülmelidir. Kendi adına çalışanların az sayıda işçi ile birlikte üretim yaptıkları alanlar için(KOBİ vb.) ortak sağlık güvenlik birimleri benzer yaklaşımla kamusal perspektifle organize edilmeli ve hizmet sunumu gerçekleştirilmelidir.

Denetim Mekanizmaları Yetersizdir

Bunların yanı sıra, ÇSGB iş müfettişleri tarafından yapılması gereken işyeri denetimlerini ilgili sendikalar ve kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütleri(TMMOB, TTB vb.) de bağımsız olarak yapabilmelidir. Söz konusu kurumlar iş kazaları sonrası ilgili Bakanlık  tarafından gerçekleştirilen incelemelere ek olarak bağımsız incelemeler yapabilmeli, hukuksal süreçlerde geçerli raporlar hazırlamayla yetkilendirilmelidir. Yasanın uygulanmasında en önemli sorunlardan biri iş müfettişlerinin güvencesidir. İş müfettişlerinin gerek kendi istekleri dışında görevinden ve gerekse de bir soruşturmaya konu olmadıkça yaptıkları teftişlerden alınamayacağı yönünde bir düzenlemeye ihtiyaç bulunmaktadır. Bu sayede, iş müfettişinin siyasi baskı altında kalmaksızın görevini yapabilmesi de güvence altına alınmış olacaktır.

Çalışma yaşamının denetiminden sorumlu olan “İş Teftiş Kurulu Başkanlığı”nın, emek ağırlıklı olmak üzere, sosyal tarafların yönetiminde bulunduğu özerk bir üst kuruluş haline getirilmesi mutlaka düzenlenmesi gereken bir madde olmasına rağmen tasarıda bu konuyla ilgili bir düzenleme yapılmamıştır.

Tasarıda, işyeri hekimleri ile iş güvenliği uzmanlarının durumu değerlendirilmesine rağmen, Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri (OSGB) üzerinde durulmamıştır. OSGB asıl olarak yetki ve vize işlemleri sürecinde denetlenmekte; bunun dışındaki denetlemeler ise faaliyetlerinden daha çok evrak ve şekli unsurlar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Öyle ki, konuyla ilgili OSGB denetlemelerinin, “İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürlüğü” açısından görev ihmali anlamına gelecek şekilde, iş mevzuatı konusunda bir yeterliliği bulunmayan “Sosyal Güvenlik Kurumu” denetmenleri tarafından yapıldığı da bilinmektedir. Oysa matbu olarak hazırlanmış bir kısım dokümanları gelişi güzel olarak işyerlerine dağıtan ve piyasada çantacı/paket programcı vb. adlar ile anılan OSGB faaliyetlerinin de bütünüyle denetlenmesine ve bu yönde ciddi düzenlemelerin yapılmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Tasarıda bu yönde bir düzenlemeye yer verilmemiş; adeta, bu alandaki başıbozukluğun devamına imkân tanınmıştır. Konu kapsamında, yetki ve vize işlemleri dışında, OSGB faaliyetlerini de içerecek mahiyette genel denetimlerin iş sağlığı ve güvenliği yönünden teftiş yapmaya yetkili iş müfettişlerince yapılmasına ihtiyaç bulunmaktadır.

Tasarının genel gerekçesinde, iş sağlığı ve güvenliği kurallarının uygulanmasında karşılaşılan bazı problemlerin yasal düzenleme ile çözülmesi ve diğer kanunlarda yer alan bazı hükümlerin 6331 sayılı “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” ile uyumlaştırılması ihtiyacı vurgulanmıştır.

Konuyla ilgili olarak kimi yasal düzenlemelerde boşluk olduğu konusunda bir şüphe bulunmamaktadır. Ancak, genel olarak tercih edilen sosyo-ekonomik model ve buna bağlı esnekleştirme ve güvencesizleştirme ve özellikle de taşeronlaştırma uygulamaları ile özel olarak da işçi sağlığı ve güvenliği alanının adeta sınırsızca piyasa açılması yaklaşımı üzerinde durulmaksızın; sadece yasal düzenlemelere vurgu yapılması ve karşılaşılan her yeni sorunda da yapılacak yeni yasal düzenlemelerin çözüm olarak sunulması uygulamasından vazgeçilmelidir.

 

Maddeler İtibariyle Muhalefet Gerekçelerimiz

MADDE-1

  • Değişiklik ile alınması gereken tedbirlerin yanı sıra işçi sağlığı ve güvenliği ile ilgili eksiklik ve aksaklıklar ile tavsiyelerin de yazılı olarak kayda geçmesi ve işverene bildirilecek olması önemlidir. Bu durum işçi sağlığı ve iş güvenliği sürecinin takibi bakımından önemli olup yazılı bildirim, sorumluluk tespiti bağlamında ispat bakımından kolaylık sağlayacak işveren caydırıcı bir etkide bulunabilecektir. Ancak işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanlarının çalışma süreleri ve özlük haklarını düzenlemediği için eksiktir. Ayrıca yazılı bildirim kolaylaştırılmalı, işverenle eş zamanlı olarak sendika işyeri temsilcisi veya çalışan temsilcisine de iletilmelidir. İşçilerin kolayca ulaşabileceği şekilde duyurulmalıdır.
  • İşyeri hekimi veya iş güvenliği uzmanınca tespit edilen tüm eksiklik ve aksaklıklar ile hayati nitelik şart aranmaksızın gereken tüm önlemler, işyerinde ilan edilmeli, işçi sendikasına ve ayrıca çalışan temsilcileri ile tüm işçilere derhal bildirilmeli ve ilan edilmelidir. Bu bildirim işverene ve işçilere eşzamanlı yapılmalıdır. Bildirim ve ilan, işverenin onayına bırakılmadan işyeri hekimi veya iş güvenliği uzmanı ile doğrudan sendika/çalışan temsilcisi/işçiler arasında kurulacak bir iletişim süreci ile gerçekleştirilmelidir.
  • Söz konusu maddede bildirimin yapılmadığının kimin tarafından tespit edileceğinin (işveren, Bakanlık, mahkeme) açıkça belirtilmemesi uygulamada zorluklara yol açabilecektir. Belgenin askıya alınması ile birlikte işyeri hekimi veya iş güvenliği uzmanı öngörülen sürelerde çalışamayacağı için iş akdinin askıya alınması durumu ortaya çıkacak; uygulamada iş sözleşmesinin işverence sona erdirilmesi riski doğabilecektir.
  • Tasarı’da geçen “Bildirim yapmadığı tespit edilen” ifadesi muğlaktır; öngörülen bildirimin yapılmadığının kimin tarafından tespit edileceğinin (işveren, Bakanlık, mahkeme) açıkça belirtilmemesi uygulamada belirsizliklere ve farklılıklara yol açacaktır. Belgenin askıya alınması ile birlikte işyeri hekimi veya iş güvenliği uzmanı öngörülen sürelerde çalışamayacağı için iş akdinin askıya alınması durumu ortaya çıkacak, uygulamada iş sözleşmesinin işverence sona erdirilmesi riski doğabilecektir.
  • Öngörülen güvence yetersizdir zira yalnızca işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanını bildirimde bulunması nedeniyle iş akdinin feshi ya da hak kaybına karşı kısmen korumaktadır. Ayrıca söz konusu düzenleme doğrudan işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı istihdam eden işverenlere yönelik olup Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri’nde çalışan işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanlarını kapsamamaktadır.
  • Sendikaya üye olduğu için işçilerini işten çıkaran ve yüklü miktarlarda (12 aylık ücret tutarındaki) sendikal tazminat ödemeyi göze alan işverenlerin azımsanamayacak sayıda olduğu bir ülkede, tazminat odaklı bir güvence sisteminin yeterli olacağını düşünmek olanaklı değildir. Tam da bu noktada benimsenmesi gereken model, 17.01.2002’de Fransa parlamentosunda kabul edilen Sosyal Modernleşme Yasası’nın öngördüğü modeldir. Bu modele göre, işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanının iş sözleşmesinin feshedilmesi, iş müfettişinin izni ile mümkündür. Konu öncelikle işçilerin de temsil edildiği işletme kurulunda görüşülmekte, işletme kurulu iş akdi feshi yönünde karar verse dahi, bu görüş bilgilendirme işlevi görmektedir. Bu modelde iş müfettişi, işten çıkarılma nedeninin işyeri hekimi veya iş güvenliği uzmanının mesleki faaliyeti ile ilgili olup olmadığını araştırmakta, eğer böyle bir bağlantı varsa işten çıkarılma talebi reddedilmekte, böylece iş sözleşmesi kesintisiz devam etmektedir. Sonuç olarak, bu modeldeki mutlak iş güvencesi benimsenmediği sürece, Türkiye’de işçi sağlığı ve iş güvenliği örgütlenmesinin en temel saç ayaklarından biri eksik kalmış olacaktır.

MADDE-2

  • En ağır iş akdi fesih biçimi İş Yasası’nın 25’nci maddesinin ikinci fıkrası uyarınca akdin işveren tarafından haklı nedenle derhal fesih yoluyla feshedilmesidir. İşçilerin iş sağlığı ve güvenliği konusunda yükümlülüklerini yerine getirmemesi İş Yasası’nda düzenlenmiş durumdadır.

Ancak bu madde ile işverenin haklı nedenle fesih hakkı genişletilmiş, işverenin işçiyi işten çıkarması kolaylaştırılmıştır. Madde işyerinde iş güvenliğinin tesisini sağlamak amacıyla konmuş gibi gözükse de uygulamada işçi sağlığı ve güvenliğinden çok işin yürütülmesinde işverenin elini güçlendirip, işçiyi işten atmanın sürekli bir tehdit olarak kullanılmasını sağlayacaktır.

  • Özellikle uyarılara ilişkin bir zaman ölçütü getirilmemiş olmaması nedeniyle, bir işçi işyerindeki tüm çalışma süreci boyunca yazılı uyarıyı gerektiren üçüncü hatası ya da kusurunda haklı fesih yoluyla işten çıkarılabilecektir. Örneğin, işçi sağlığı ve iş güvenliği kurallarına uyan, kişisel koruyucu ekipmanlarını düzenli biçimde kullanan bir işçi, çalışma yaşamının olağan akışı içinde bir kastı olmaksızın yıllar içinde üç kez kişisel koruyucu ekipman kullanmayı unutur ya da işçi sağlığı ve iş güvenliği kurallarına uymazsa, tazminatsız işten çıkarılabilecektir.

MADDE-3

  • Söz konusu düzenlemenin “çok tehlikeli sınıfta yer alan ve kamudan ihale ile alınan işler” ile sınırlanması kaldırılmalı, düzenleme kamu ya da özel, az, orta ya da çok, tüm işleri kapsamalıdır.

MADDE-4

  • Madenlerde Yaşanan İş Cinayetlerinin Başlıca Sebepleri arasında:

-Taşeronlaştırma: İşçilere dönük sendikal hak ihlalleri, ekonomik ve sosyal hak kayıpları yanında işçi ölümlerine de neden olmaktadır. Özellikle madencilik sektöründe çok ilkel bir şekilde hayata geçirilen taşeronlaştırma sonucu ortaya çıkan aşırı hırs ve denetimsizlik maden kazalarına davetiye çıkarmaktadır.

-Üretim zorlaması: Maden işçileri tarafından “hadi hadi” düzeni olarak tercüme edilen “üretim zorlaması” rödovans modeliyle hayata geçirilmiştir. Modelin temeli, devletin kendi mülkiyetindeki madeni kiraya vermesi ve madende ne üretilirse onu satın alması şeklinde yürümektedir. Maden şirketi en az maliyetle ne kadar çok kömür çıkarırsa o kadar çok kazanıyor. Böylece, işçilerin beş dakika soluklandıklarında bile “hadi hadi” diye işe koşuldukları bir emek cehennemi yaratılmaktadır.

-Rödovans: Kamuya ait olan madenler rödövans yöntemiyle dolaylı olarak özelleştirilmiş, kamunun taşeronu haline getirilen bu özel teşebbüslere büyük kamu imkânları sunulmuştur.

Bu imkanlar;

  1. a) Maden işletmeciliği yüksek sermaye yatırımı gerektirdiği için kamunun tüm teşvik politikaları bu alanda oldukça yüksek düzeyde uygulamaya konulmuştur.
  2. b) Hazır madenlerde bulunan kamuya ait tüm kurulu maddi sistemler sermaye tahsis edilmiştir.
  3. c) Üretilen kömürün kamu tarafından alınma garantisi getirilmiştir
  4. d) Yapılan yasal düzenlemelerle madenlerin denetlenmesi ve iş sağlığı ve işçi güvenliği konuları işveren inisiyatifine bırakılmış, İşletmeci, taşeronluk sisteminin kendisine sağladığı tüm olanakları sonuna kadar kullanmıştır.

 -Denetim Zaafiyeti: Türkiye’de uygulanan küresel politikaların son aşaması “denetimsizleştirme” olup bunun en önemli icraatlarını AKP iktidarı gerçekleştirmiştir. AKP iktidarı döneminde Yüksek Denetleme Kurulu, Maliye Teftiş Kurulu, Hesap Uzmanları Kurulu, ÇSGB Bakanlık Teftiş Kurulu; İş-Kur Teftiş Kurulu kapatılarak başka kurullara aktarılmış veya yapıları değiştirilmiştir. Ayrıca son 12 yılda pek çok teftiş kurulu kapatılmış ya da mevzuat ve ekonomik yönden işlevsizleştirilmişlerdir. Mevcut denetim sistematiği içerisinde; teknik nezaretçi ve iş güvenliği uzmanlarının denetim elemanı olarak tanımlanmalarına karşın ücretlerini denetledikleri işverenden almaları söz konusu personelin denetim yetkilerini hakkıyla kullanabilmelerini güçleştirmektedir.

 

  • Tasarıda öngörülen değişiklik ile, madenlerde ihale/rödovans yönteminin sürdürülmesi planlanmaktadır. “2 yıllık ihale yasağı”nın kusurla orantılı olarak ve ancak mahkeme kararı ile kusurun tespitinin ardından uygulanacak olması, bu düzenlemenin caydırıcılığını ve etkinliğini ortadan kaldırmaktadır. Soma ya da Ermenek’teki işçilerin yaşamını yitirmesine yol açan işverenler, kusurlarının mahkeme kararı ile tespit edildiği tarihe kadar (bu davalar temyiz aşaması ile birlikte 1-5 ila 3 yıl arasında sürebilmektedir) mevcut ihale uyarınca iş cinayetini işledikleri madeni işletmeye devam edebilecek, yeni ihale alarak başka madenleri de işletebilecek, yeni iş cinayetleri işleyebilecektir. İşverenin, üst sınırdan, yani 2 yıl üzerinden bir ceza aldığını varsayarsak mevcut ihaleler üzerinden, ihale süresi sonuna kadar maden işletmeye devam edebilecektir. Kusurun oranına göre de işverenin cezası düşebilmektedir. Ceza Yargılamasında, 765 sayılı Yasa döneminde olduğu gibi, ilgililerin kusur oranları saptanmamaktadır. Bunun yerine, kusurlu olup olmadıkları değerlendirilmektedir. Ayrıca, kusur oranının tespit edilmediği gerçeğinden hareketle, muhakkak ki cezanın alt sınırının tespiti gerekecektir. Aksi durumda, uygulamada duraksamalara neden olunacağı gibi, farklı mahkemelerce farklı uygulamalar gündeme gelecek ve böylesi bir durum da hukuk güvenirliği açısından kabul edilebilir olmayacaktır.

MADDE-5

  • İdari para cezalarındaki artış mevcut işçi sağlığı ve güvenliği istatistikleri göz önünde bulundurularak daha yüksek seviyelere çıkarılmalıdır. Ayrıca ceza ile tedbiri birbirine karıştırma, hatalı bir yaklaşımdır. Suç işlemiş ve aynı zamanda da tedbiren bıçağına el konulmuş olan kişiye, tedbir uygulandı diye ayrıca ceza verilmemesi gibi bir duruma neden olunmaktadır. Yine, söz konusu düzenleme şekliyle, bir kısım idari para cezalarında yer alan “aylık olarak uygulama” yaklaşımıyla da uyumsuz ve aynı zamanda da belirsizliklere neden olacak bir duruma yol açılacaktır.

MADDE-7

  • İş güvenliği uzmanlığı sisteminin derecelendirilerek tehlike sınıfları ile eşleştirildiği bir sistemin 4 yıl süre ile ertelenmesi başlı başına bir sorun olarak görülmektedir. Düzenleme ile getirilen tehlikeli sınıfta yer alan işyerleri için 6, çok tehlikeli sınıfta yer alan işyerleri için 1,5 yıllık bir ek erteleme işçi sağlığı ve iş güvenliği bakımından çok ciddi sakıncaları olmakla birlikte, sistemin süre bakımından ötelenmesi işçi sağlığı ve güvenliğine bütüncül bir yaklaşımın eksikliğini göstermektedir. Mühendis, mimar ve şehir plancılarında işsizlik ve alan dışı çalışma oranı giderek yükselirken, yeterli sayıda ve sınıfta iş güvenliği uzmanının olmadığı gibi bir gerekçenin öne sürülebilmesinin maddi zemini de bulunmamaktadır.

MADDE-8

  • Tasarının bu maddesi ile iş kazaları ve meslek hastalıklarına sebep olan işverenlere geçmişe dönük çok geniş kapsamlı bir af getirilmektedir. İşyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanları, işçi sağlığı ve iş güvenliği sisteminin en önemli unsurlarıdır. Türkiye’de her gün en az 5 işçinin iş cinayetlerinde yaşamını yitirdiği göz önünde bulundurulduğunda böyle bir düzenleme ancak işverenlere ödül olarak görülebilir. Bakanlık, bu düzenleme ile daha önceden kendi oluşturduğu görüş ile uygulatmadığı ve bu nedenle de sorumluluk aldığı bir durumdan kendisini kurtarmak istemektedir. Adeta, Yasaya uyanları cezalandıran bir düzenlemedir.

MADDE-9

  • Madenlerde iş kazası halinde, işçilerin bulundukları yeri ve giriş çıkışlarının tespit edilememesi, işçilerin tahliye edilmesini çok güç hale getirmekte ve iş kazasının daha ağır kayıplara yol açmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla bu kadar hayati bir sistemin kurulmasına ilişkin yaptırımın aciliyeti karşısında yasa tasarısının bunu yaklaşık 11 ay ertelenmesi sorunu ötelemekte, “geç gelen adalet, adalet değildir” genel ilkesi ile çelişmektedir.

MADDE-10

  • İşçiler lehine bir gelişme olarak asgari geçim indirimi tutarının artırılması önemlidir. Ancak tasarının bu maddede, çalışanların haklarını geliştirmekten çok, AKP hükümetinin “üç çocuk” siyasetine başka bir zemin sunduğunu söyleyebiliriz.
  • “Kişiler kendi özel tercihlerini ve (veya) kimliklerini daha doğal bir şekilde yaşayabilmek için uğraş verebilirler. Bu bağlamda özelin kamuya taşınması kamuyu zenginleştirir. Ama aksi bir durum, yani kamunun çeşitli nedenlere dayanarak -üç çocuk, sigara yasağı, içki yasağı- doğru davranış tarzını özele dayatması totalitarizmden başka bir şey değildir. Dinsel tercihler ve cinsel yönelimler başta olmak üzere hayatın belli bazı yönleri kalıcı bir şekilde kamusal müdahalenin dışında kalmalı ve sadece bize ait olmalıdır. Bu bağlamda rahatlıkla diyebiliriz ki kamu adına yetkilendirilmiş kişilerin telkinler ya da talimatlar yoluyla özeli düzenlemeye kalkması en asgari ölçütlerde bile özgürlüğü ortadan kaldırır. Tabii üç çocuk politikasındaki sorun politik liderliğinin doğru yaşam tarzına yönelik sınır tanımaz ihtirası karşısında özel alanın özerkliğini kaybetmesi meselesinden ibaret değil. Ayrıca kadının toplumsal konumu ve nüfus-emek ilişkisi üzerine de birtakım hatırlatmalarda bulunmak gerekir. Her şeyden önce Erdoğan’ın üç çocuk lehine açıklamaları her birlikteliğin evlilikle, her evliliğin ise çocukla sona ermesi gerektiği yönündeki muhafazakar toplumsal tahayyülü yeniden üreten bir niteliğe sahiptir.Bahsi geçen bu anlayış aynı zamanda kadının erkek karşısındaki ekonomik ve cinsel bağımsızlığını aile ve çocuk adına feda eden ataerkil kültürü güçlendirir.Böylesi bir söylem kadını iş hayatından tümüyle koparır. Üç çocuk bir hedefse, bu tür bir hedefin bizi götüreceği yer erkeğin karısı, çocukların anası olmaktan ibaret nesneleşmiş bir kadın imgesidir. Yine bu bağlamda bir diğer mesele çocuğun ya da çokça çocuk yapmanın toplumsal işlevinde somut bir içeriğe bürünür. Çocuk evliliği aileye dönüştürür. …Ayrıca nüfusun yaşlanmasını önlemek adına meşrulaştırılan üç çocuk siyaseti aslında ucuz emeğe dayalı sömürü düzenini garanti altına almaktan başka bir anlama gelmiyor. Güvencesiz ve örgütsüz bir şekilde çalışan on milyonlarca emekçinin içinde bulunduğu durumu değiştirmesi önündeki en büyük engel kendileriyle aynı kaderi paylaşan diğer emekçilerdir. Erdoğan’ın üç çocuk gibi bir nüfus politiğe ihtiyacı var. Çünkü ancak bu sayede yedek işsizlerle bugünkü ağırlığını koruyabilir. Ücretlerin yükselmemesi için işi daha düşük bir ücretle yapacak başka kişilere ihtiyaç var. İşte üç çocuk sermaye lehine fazlasıyla bozulmuş ekonomik ilişkilerin bugünkü sorunlu haliyle kendini yedeklemesini sağlayacaktır.[1]

 MADDE-12

  • Yasa tasarısı bu maddede mezunları iş güvenliği uzmanı olabilen fakültelerde “iş sağlığı ve güvenliği” dersleri zorunlu ders haline getirilmeyi amaçlamaktadır. Bu düzenleme yetersizdir. Gerek genel anlamda gerek çalışma yaşamı bakımından sağlık ve güvenlik bilinç ve kültürünü geliştirmek amacıyla, okul öncesi öğretimden üniversiteye kadar her aşamada ve alanda benzer ders ve eğitsel çalışmaların verilmesi sağlanmalıdır.

MADDE -18

  • ÇSGB bünyesindeki Enstitü, yönetimine işçi sendikaları ve kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütlerinin temsilcilerinin de katılacağı biçimde, finansmanı genel bütçeden karşılanacak ve idari olarak özerk olacak bir yapıya kavuşturulmalıdır.

 MADDE-27

  • Sınavlardan kaynaklı doğacak belge masrafı ve sınav ücretlerinin karşılanması sadece sınavlarda başarılı olacak kişilerle sınırlı olması ve İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanması yerine en azından bir sınav için sınavda başarı olamayan adayların da sınav ücreti ve masraflarının karşılanması sağlanmalı ve karşılama İşsizlik Sigortası Fonu’ndan değil genel bütçeden yapılmalıdır.

MADDE-28

  • Söz konusu ceza ve teşvik sisteminin İşsizlik Sigortası üzerinden yapılması doğru değildir. Alt Komisyonda verilen önerge ile cezalar tümüyle kaldırılmıştır, yüzde 1 teşvik-yüzde 3 ceza şeklindeki dengelemeden vazgeçilmiştir. Düzenlemenin mevcut haliyle, 10’dan çok işçi çalıştıran çok tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde ölümlü ya da sürekli iş göremezlikle sonuçlanan iş kazaları 3 yıl süre ile olmadığı takdirde, İşsizlik Sigortası Fonu’nun gelirleri azalacaktır. İşçiler ve işsizlerin “kara gün dostu” olan İşsizlik Sigortası Fonu’nun aktüeryal dengesinin hem de işçilerin yaşamı ve sağlığı üzerinden bir kurgu ile bozulması yanlıştır. Bu madde ile kaza geçiren işçiler sakat kalma halleri ile işsizlik fonundaki gelirlerin azalması yoluyla birkaç kez haksızlığa uğratılmaktadır. Bu durum genel bütçe ile düzenlenmelidir.
  • Mevcut düzenleme bu teşvikten yararlanan ya da yararlanmayı amaçlayan işverenleri, iş kazalarını bildirmemeye de teşvik edecektir; zira maddenin ilk halinde öngörülen “10 katı tutarında idari para cezası” yaptırımının olmadığı koşullarda, işverenlerin en azından iş kazalarını bildirmemeleri durumu şaşırtıcı olmayacaktır.

MADDE-29

  • Ermenek civarında faaliyeti durdurulan madenlerde çalışan işçilere 6331 Sayılı Kanunun 25. maddesinin 6’ncı fıkrası uyarınca, işverenleri ücretlerin ödemek ya da ücretlerinde düşme olmamak üzere başka bir iş vermekle yükümlüdür ve işverenin bu yükümlülüğü faaliyetin (işin) durdurulması ile birlikte başlamaktadır. Ancak bu maddeye göre Fon’dan yapılacak ödeme, maddenin yayımını takip eden aybaşından başlayacak, işin durdurulması ile bu tarihe kadar geçen süre bakımından işçilere bir ödeme yapılmayacaktır. Yapılması planlanan ödeme, işin durdurulması tarihinden itibaren başlamalı, yapılacak tüm ödemeler, işverenlerden yasal faiziyle tahsil edilmelidir.
  • Bu maddede öngörülen ödemeler İşsizlik Sigortası Fonu’ndan değil Hazine’den yapılmalıdır.

MADDE-30

Hukuk devleti ve hukukun temel prensiplerine aykırı olarak düzenlenen bu maddede  yasaya aykırı bir yararlanmanın yasa değişikliği ile usulüne uygun yararlanma sayılarak uygun hale getirilmesi söz konusudur. “Ortalama sigortalı sayısının yanlış hesaplanması” tespiti olanaklı olmayan, bir gerekçedir. İşverenlere yönelik “af” niteliğinde olan bu madde İşsizlik Sigortası Fonu’nu açıkça zarara uğratmaktadır.

MADDE-37

  • Bu maddede düzenlenen ev eksenli çalışma Borçlar Kanunu’nu ile şekillendirilmiştir. İş yasasında yapılacak düzenlemede bu çalışma şekli kayıt altına alınmaya çalışılıyor ancak çalışmanın sınırlandırılması, bu tarz çalışanların sosyal haklarının güvence altına alınması, işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından tedbirler, yaptırımlar öngörmesi gerekirdi. Türkiye’de sayısı 200 binden fazla ve yüzde 90’ı kadın ev eksenli çalışan olduğu düşünülürse, evden çalışma, a-tipik ve esnek bir çalışma biçimi olup, prensip olarak reddedilmelidir. Hangi işlerin işyeri dışında (evde ya da ev haricinde) yürütülebileceğine ilişkin bir sınırlama getirmeyen düzenlemelerde bakış açısı bunları sadece kayıt altına almak değil aynı zamanda işçi sınıfının ortak kazanımlardan faydalanabilecekleri bir düzenleme esas alınmalı, konu sendikalar, kadın örgütleri, meslek örgütleri ve akademisyenlerin katkı ve önerilerine açık hale getirilmelidir.

MADDE-38 ve 40

  • Bu maddelerde alandaki sendikaların önerileri doğrultusunda işçilere 2 gün hafta tatili hakkı tanıyarak, haftalık çalışma süresinin 35, günlük çalışma süresinin ise 7 saat ile sınırlandırılması düzenlenmelidir.

MADDE-41

  • Bu öneri ile işçilerin gece çalışma süresi 11 saate kadar çıkabilmektedir. Üst sınır sanayiden sayılmayan tüm işlerde kaldırıldığı için uygulamada bu mümkün olacaktır. Son derece ihlal edilmeye açık hale getirilen gece çalışma saatleri işçi sağlını tehdit eden yeni bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Hizmetler ve tarım sektöründe işçiler geceleri 11 saate kadar çalıştırılabilecek ve haftalık 45 saat geçilmediği sürece de işçilere fazla mesai ödenmeyecektir.
  • Söz konusu düzenlemenin AB direktifleri ile uyumlu olduğu öne sürülse de, bu düzenleme 2003/88 Sayılı Avrupa Parlamentosu ve Konseyi Direktifi ile uyumlu değildir. Direktifin 8’inci maddesine göre gece işçileri için normal çalışma saatlerinin herhangi bir 24 saatlik süre içinde ortalama 8 saati geçmemesi gerekirken, işleri ağır fiziksel ve zihinsel baskı veya özel tehlike içeren gece işçilerinin gece çalışmasını icra etmeleri esnasındaki herhangi bir 24 saatlik sürede 8 saatten fazla çalışmaması gerekmektedir. Oysa tasarının bu maddesi ile sanayiden sayılmayan işlerde çalışan tüm işçiler için gece çalışma süresini 11 saate kadar artırabilen bir düzenlemeye gidilmekte; gece ve gündüz çalışmaları arasında hiçbir fark kalmamaktadır.

 MADDE-42

  • 14 yaşını doldurmamış tüm çocukların “sanat, kültür ve reklam faaliyetlerinde” günde 5 haftada 30 saate kadar çalıştırılabilmelerine olanak tanıyan bu madde yoğun çocuk emeği sömürüsüne kapı aralamaktadır, bu konudaki uluslararası direktif ve sözleşmelere uygun değildir.
  • İş Yasası’nın 71’inci maddesi ve ilgili yönetmeliğe göre “14 yaşını bitirmiş ve ilköğretimini tamamlamış” (ve 15 yaşını doldurmamış) şeklindeki çocuk işçi tanımı, “14 yaşını bitirmiş ve zorunlu ilköğretim çağını tamamlamış” (ve 15 yaşını doldurmamış) şeklinde değiştirilmektedir. 4+4+4 sistemi ile zorunlu ilköğretim çağının üst sınırı 14 yaşının bitirilmesinden 13 yaşının bitirilmesine çekildiği için, tasarının 42’nci maddesindeki “zorunlu ilköğretim çağını tamamlamış” ifadesi, zaten ilk koşul “14 yaşını bitirmiş” şeklinde olduğu için sonuç doğurmayan bir hükme dönüşmüştür. Mevcut düzenlemede “ilköğretimi tamamlamış” koşulu olduğu için çocuk (işçi) 14 yaşını bitirmiş ancak ilköğretimini tamamlamış ise 15 yaşını bitirene kadar çalıştırılamazken, tasarı ile 14 yaşını bitirmiş ancak henüz ilköğretimini tamamlamamış çocukların çalıştırılabilmesi olanaklı hale getirilmektedir.

MADDE-53

  • Maddede tarif edilen düzenlemeler yalnız Soma ve Ermenek faciaları arasındaki tüm yer altı maden işlerinde meydana gelen iş kazalarında yaşamını yitiren işçilerin Soma ailelerine değil, geriye de yürümek üzere iş kazası ya da meslek hastalıklarında yaşamını yitiren tüm işçilerin hak sahiplerini de kapsayacak biçimde değiştirilmelidir.

MADDE-58

  • Trafik kazasına uğrayan kişinin sağlık giderleri SGK tarafından hiçbir kısıtlama olmaksızın karşılanmakta iken getirilen yeni düzenleme ile Genel Sağlık Sigortası sahipleri için belirlenen usul ve esaslara göre yapılması düzenlenmektedir. Bu yüzden protez ihtiyaçları veya ilaç talepleri konusunda yurttaşın hakları kısıtlanacaktır. Bu durum genel Sağlık hakkına dair bir kısıtlamadır.

MADDE-78

  • Bu maddede kamuda sürekli işçi kadrosunda görev yapan ve en az yüzde 40 oranında engelli olan işçiler ile ağır engelli eşi veya birinci derecede kan hısımları olan işçiler, kurum içinde yer değiştirme talebinde bulunabilecektir. Söz konusu düzenleme, özel sektörde çalışan işçileri de kapsayacak biçimde genişletilmelidir.

MADDE-80

  • Sendikal hakları ağır bir biçimde sınırlayan işkolu barajı şartı, İLO’nun 87 ve 98 Sayılı Sözleşmeleri başta olmak üzere uluslararası sözleşmelere aykırıdır ve tümüyle kaldırılmalıdır.

 MADDE-81

  • Bu maddede İşçilerin günlük ve haftalık çalışma sürelerindeki sınır kaldırılmakta, işverenin emrinde bekledikleri süreler çalışma süresi olmaktan çıkarılmaktadır. Haftalık 45 saat çalışma üst sınırı ve günlük 11 saat üst sınırı kaldırılmaktadır.

GEÇİCİ MADDE-1

  • Söz konusu maddenin yürürlüğe girmesi ile birlikte, özellikle muvazaalı alt işveren ilişkilerinin devam ettiği, işçilerin ihale konusu dışındaki işlerde çalıştırıldığı kamu kurumlarında, yöneticiler, bu yaptırımlardan kaçmak için, işçileri mevcut işlerinden alıp, ihale konusu işlere sevk etmeye başlamıştır. Özellikle temizlik ihalesi kapsamında çalıştırılıp, fiilen büro işi yaptırılan işçilerin zorla temizlikte görevlendirilmesi söz konusu olmuştur. Bu durum çok sayıda kamu kurum ve kuruluşunda kaosa ve taşeron işçilerin mağdur olmasına yol açmıştır.
  • Bu maddenin yürürlüğünün ertelenmesi, sorunu çözmeyecek sadece öteleyecektir. Sorunun kaynağına inilmeden sorunun çözülmesi olanaklı değildir. Sorunun çözümü için en azından muvazaa kararları uygulanmalı, ihale konusu dışındaki asıl işlerde çalıştırılan işçiler kamu işçisi olarak istihdam edilmelidir. Sorunun nihai çözümü ise taşeronlaştırmaya son verilmesi ve tüm taşeron işçilerin kamu işçisi olarak istihdam edilmesi ile mümkündür. Bu maddede İşçilerin günlük ve haftalık çalışma sürelerindeki sınır kaldırılmakta, işverenin emrinde bekledikleri süreler çalışma süresi olmaktan çıkarılmaktadır. Haftalık 45 saat çalışma üst sınırı ve günlük 11 saat üst sınırı kaldırılmaktadır.

[1] Armağan Öztürk/İstanbul – BİA Haber Merkezi/16 Aralık 2011