Türkiye, işçiler için büyük bir mezarlık, iktidar ve servet sahipleri için büyük bir sofra

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Bütçesi üzerine TBMM Genel Kurulu’nda HDP adına söz alan Ertuğrul Kürkçü: Bu bütçenin ortaya koyduğu adaletsizlik sadece bizim burada konuştuğumuz kelimelerden ibaret değil, milyonlarca ve milyonlarca insanın güvencesiz çalıştığı, yani insandan sayılmadığı, patronların kulu muamelesi gördüğü bir ülkede insanların sabrının sonsuza kadar süreceğini düşünmeniz kadar büyük bir hayal olamaz.
_________________________________________________________________________________________

4850HDP GRUBU ADINA ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) – Herkese merhaba.Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar;

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bütçesinin aslında adının üzerinde taşıdığı fiille çok az ilişkisi olduğunu size göstermek istiyorum. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının çalışmayla ilgili olarak ayırdığı bütçenin, bütçe kalemleri içerisinde bir tasnifini yaptığımız zaman, 2015 bütçe ödeneklerinde 30 milyar 678 milyon 105 bin liralık bütçenin yüzde 99’unun cari transferlere ayrılmış olduğunu göreceğiz. Bunun da tamamına yakını sosyal güvenlik ve sosyal yardım hizmetleriyle ilgili olduğuna göre, çalışmayla ilgili olan bölümü sadece yüzde 1.

Şimdi bir bakanlık düşünelim, elindeki bütçenin sadece yüzde 1’ini çalışma yaşamının düzenlenmesi, buradaki hak ve ihtiyaçlarla ilgili olarak kullanıyor. Geri kalanının tamamı kendi tanım alanının anlamı dışında. Ve bu yüzde 1’lik pay içerisinde de en büyük bölümü personel giderleri oluşturuyor. Mal ve hizmet alım giderleri 35 milyon, sermaye gideri 20 milyon, sermaye transferi 97 milyon. Ve Çalışma Bakanlığı bütçesinin de geçen yıllar içerisinde durmaksızın azaldığını görüyoruz.

Şimdi, Adalet ve Kalkınma Partisi yönetiminde yaşadığımız on iki yıl ve son dört beş yıla dikkatle baktığımız zaman, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının asıl yapması gereken iş cinayetlerinin önlenmesi konusunda herhangi bir elle tutulur sonuç alamadığını görebiliriz. 2002’den bu yana baktığımızda, her yıl artan oranda, 2013 yılında 1.235, 2014 yılının ilk on ayında ise 1.600 işçinin ölümlü iş kazalarında hayatlarını kaybettiğini göreceğiz.

Dolayısıyla, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, gerçekten bugün Türkiye’de nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi çoğunluğunun, emekçi çoğunluğunun uygun, elverişli koşullarda, ILO normlarına göre belirlenmiş, düzenlenmiş koşullarda çalışmaları bakımından hiçbir elle tutulur başarı elde edememiştir.

Ben Çalışma Bakanımıza sormak istiyorum: Bütün bakanlıklar bütçe için, bütçedeki payları için besbelli kendi aralarında bir mücadele ve rekabet de ederler. İster istemez her bakan, her bakanlık işini daha iyi yapmak ister.

cropBen, Çalışma Bakanımızın, bu kadar milyon emekçinin, bu kadar milyon emeklinin, bu kadar milyon sosyal sigorta kapsamında yardım ve destek bekleyen insanın bakanı olarak niçin Bakanlığının bütçesinin düşmesine itiraz etmediğini, niçin kaynakların neredeyse yüzde 99’unun çalışma hayatı dışında harcanmasına rıza gösterdiğini anlamakta güçlük çekiyorum. Kendi başarısızlığını bu bütçeyle garanti eden bir bakandan söz ediyorum. Bu bütçeyle hiçbir Çalışma Bakanı başarılı olamaz, hiçbir Çalışma Bakanının başarısından söz edilemez ama öyle anlıyorum ki ben, Hükûmetin genel politikası kaynaklarının tamamının sermayeye ayrılmasına endekslenmiş olduğu için, kaynakların tamamının sermayenin yeniden üretimine endekslenmiş olduğu için, emeğin yeniden üretimi, emekçinin yaşam koşullarının ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi meselesi aslında sermayenin kaynağından bir payın koparılması anlamına geliyor ve ne yazık ki Çalışma Bakanı da işçilerin uysalca kendisi gibi bu sürece rıza göstermelerinden başka bir anlam taşımıyor.

Apaçık baktığımız zaman bütçeye, göreceğimiz bir başka gerçek şudur: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığımız, sosyal güvenlik sisteminde açığın olmamasıyla övünüyor. Türkiye’de millî gelirin yüzde 1’inden azı bir sosyal güvenlik açığı olarak gözüküyor. Ancak, sosyal hakların göreli olarak artmış olduğu ve sosyal hakların genel olarak iyi olduğu ülkelerde ise sosyal güvenlik açığı daima fazladır ve hükûmetler, bu sosyal güvenlik açığını aslında kendi emek yanlısı tutumlarının bir göstergesi sayarlar. Nitekim İsveç, Norveç, Finlandiya gibi ülkelerde ulusal gelirlerinin yüzde 19’una denk gelen bir sosyal güvenlik açığı vardır, Avrupa Birliği ülkeleri ortalamasında da ulusal gelirlerinin yüzde 16’sı kadardır. Türkiye gibi sosyal güvenlikle boğuşan bir ülkede sosyal güvenlik açığının millî gelirin yüzde 1’i kadar olmasının aslında sosyal güvenlik yaşantımızın nasıl bir doğrultuda ilerlediği bakımından çok açık bir gösterge sayılması gerekir. Yani, Türkiye’de Çalışma Bakanlığımız, sosyal güvenliğin sağlanması için ne Hükûmet üzerinde bir basınç yaratmaktadır ne kendisi bu payın artması için uğraşmaktadır ne de eldeki kaynakları bu sosyal güvenlik alanının genişlemesi için kullanmaktadır. O nedenle bu bütçenin işçiler açısından, emekçiler açısından açıklanabilir hiçbir tarafı yok.

Biraz önce -biraz da geç kaldığımı hepiniz biliyorsunuz, çok teşekkür ederim bunu da idare ettiğiniz için- işçilerin Ankara’da yaptıkları büyük mitingdeydik, diğer vekillerimiz de varlardı ve orada işçileri dinlediğimiz zaman aslında hepsinin en temel iki meseleyi, Çalışma Bakanlığının başarı göstergesi olacak iki temel meseleyi iki büyük sorun olarak ortaya koyduklarını görüyoruz. Birincisi, düşük ücretler; ikincisi, işsizlik. Buna bir başka kategori olarak da çalışma koşullarının ağırlığını ekleyebiliriz. Sendikaların on iki yıl boyunca Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığıyla sürdükleri diyalog, işçi hareketinin büyük mücadeleleri, hiçbir şey Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının üzerine düşen işleri yapmasını sağlayamadı. O nedenle belki de Bakanımız şöyle de düşünecektir önümüzdeki yıllarda: Aslında bu kadar bütçe fazla. Nitekim genel trend, bütçenin daima düşmesi yönünde olduğuna göre, işçilerin kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi yönündeki bir eğilimin de artmakta olduğunu söyleyebiliriz çünkü giderek artan ölçüde hem iş yaşantısında güvenceli çalışmanın giderek istisna hâline geldiği, taşeron elinde çalışmanın kural hâline geldiğini görüyoruz hem de öte yandan, bu istihdam koşullarının giderek gerilediğini görüyoruz.

Bugün Çalışma Bakanlığının düzenlemesi ya da ortaya daha olumlu sonuçlarla gelmesi beklenen konu işsizlik konusu. Çalışabilir nüfusumuzun yüzde 10’u işsiz, tarım dışı işsizlik oranı yüzde 14, gençlerde bu işsizlik oranı yüzde 25, çalışabilir nüfusun iş gücüne katılma oranı yüzde 48,2. Yani, çalışabilir durumda olan her 2 kişiden 1’i çalışmıyor, çalışamıyor ya da iş aramaktan vazgeçmiş durumdadır.

İstihdama baktığımız zaman da en yüksek istihdamın hizmetlerde olduğunu, esasen katma değer üreten sektörlerde yani sanayide ise ancak yüzde 20 olduğunu görüyoruz. Ancak en az bunun kadar, yüzde 40 dolayında bir kayıt dışı istihdamla çalışıldığını söyleyebiliriz. Yani, bugün Türkiye’de sosyal sigorta kapsamında görünen işçilerin yüzde 40’ı kadarı sosyal sigorta dışında çalışmaktadır. Bu, Türkiye’deki emek gücünün ne kadar geniş bir alana yayıldığını ama buna karşılık da bu geniş alanda ne kadar geniş bir güvencesizlik ortamı oluştuğunun bir göstergesi olarak düşünülmelidir.

Çalışma süreleri de aynı zamanda son derece büyük bir mesele olarak karşımızda duruyor. İşçilerde haftalık yasal çalışma süresi 45 saat, memurlarda, kamu personelinde 40 saat olmasına rağmen özel iş yerlerinde fiilî çalışma süreleri haftada 55 ila 59 saat arasındadır. İstihdamın yaklaşık yüzde 25’i 60 saatin üzerinde çalışıyor, TÜİK verilerine göre 1 milyon 225 bin işçi haftada 72 saatten fazla çalışıyor.

“Vahşi kapitalizm” dendiği zaman bunun kapitalizme, sadece kapitalist patronlara ait bir nitelik olduğu düşünülebilir ama kamu iş yerlerinde de, devlette de çalışanlar için durum hiç de daha parlak değildir. O nedenle, Çalışma Bakanlığımızın işçilerin çalışma süreleri, sosyal güvenlikleri, iş cinayetlerinden korunmaları bakımından elle tutulur herhangi bir şey ortaya koymadığını görebiliriz.

Peki, işçilere kendi göbeklerini kendileri kesmesi dayatılıyor ama kendi göbeğini kesmek isteyen işçinin elinde ne imkân var? Sendikaların işçilerin en önemli mücadele örgütleri olduğu düşünülürse, sermayenin sınırsız örgütlenme ve sınırsız hak sahibi olduğu bir ülkede sendikaların durumunun, sendikalaşma oranlarının durmaksızın geriye doğru gittiğini görebiliriz. Türkiye’de 1950’de yüzde 5 olan sendikalaşma oranı 2012’de yüzde 4,5’tur. Çalışan sayısı sendikalılaşabilecek çalışan sayısının, nüfusun neredeyse 3 kat arttığı bir yerde sendikalaşma oranının 1950’lerdeki neredeyse sıfır sendikalı günlere yaklaşmış olduğunu görmek, ilerleme bakımından, Türkiye’nin ileriye taşınması bakımından övünen bir hükûmet için ne manaya geldiğini ben hepinize sormak isterim.

Sendikal güvencesizlik diğer bir meseledir. Sendikalı oldukları için iş yerlerinden çıkartılan işçileri, hak talebiyle, yasal hakları olan grev mücadelesine taşımak için hareket eden işçi önderlerinin hepsinin hem işten çıkartıldıkları hem de bir kara listeyle yeni bir işe girme olanaklarının sınırsızca kısıtlandığını hatırlatmak isterim. Bütün bunlar güvencesiz çalışmanın yaygınlaştırılması, taşeron çalışma için çalışma alanının bir bütün olarak hazırlanması bakımından esasen Hükûmet eliyle yürüyen işlemlerdir. Çalışma Bakanlığımızın burada emekçiler için, çalışanlar için yaratmış olduğu hiçbir yeni sonuç yoktur.

Taşeronlaşmayla ilgili, Adil Zozani arkadaşımız konuştu ama ben devam edeyim. 2002 yılında 387 bindi taşeron yani alt işverene verilmiş işleri yapanlar. Devlet hizmetinin alt işverenlere yada büyük şirketlerin işlerinin alt işverenlere verilerek yaptırıldığı işlerin sayısı 387 bin iş veya işçiydi; 2015 yılında bu 2 milyonu aşmış durumda.

Şimdi, burada, çalışma hayatının en katlanılamaz sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Çünkü taşeron işçilerin güvenceli çalışmadan yoksun olmaları bir kesin güvence gibidir sermaye sahipleri için. Dilendiği zaman işten çıkartılabilirler, istenildiği kadar az ücret verilebilirler, istenildiği kadar çok çalıştırılabilirler. İşin acı yanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi de dâhil, bu işler böyle yürümektedir. Şu an Mecliste bize hizmet eden personelin önemli bir bölümünü, yani odalarınızı temizleyenleri, odalarınızdaki tuvaletleri temizleyenleri, yerleri paspaslayanları, bunların hepsini aslında bu Hükûmet ve bu Meclis paspaslamaktadır. Bu işçilerin herhangi birisi çalışma güvencesine sahip değildir. Bu işçiler sendikalaşmış değillerdir, sendikalaşmaların önündeki engelleri aşabilmiş değillerdir. Meclis kendi işçisini güvenceli kılamadığı, Çalışma Bakanlığı kendi personelini güvenceli kılamadığı bir yerde öteki işçiler için, kamu alanı dışında çalışan işçiler için nasıl bir güvence yaratabilecektir, bunu herkesin kendisine sorması lazım.

Bugün, mitingde insanlar bütçenin ne kadar adaletsizce dağıtıldığı konusunda haykırıyorlardı. Bunda haksız olduklarını hangimiz söyleyebiliriz? İsrafın, hem haksız kazanca yol açacak, haksız kazancı besleyecek şekilde lüks, ihtişam ve debdebe için müteahhitlere aktarılan büyük kaynaklarla yaratılan israfın hem de bu israf sonucunda diğer sektörlere, özellikle emekçilere, emekçi ücretlerine ayrılacak kaynakların nasıl heba edildiğine dair son derece ağır eleştiriler dinledik. Bu eleştirilerin hak edilmediğini kim söyleyebilir? Türkiye’nin herhangi bir ihtiyacı, kendini yönetmek, kendi siyasi hayatını, kamu hayatını, toplumsal hayatını idame ettirmek bakımından hiçbir ihtiyacı olmayan saraylara milyarlar yatırılırken Çalışma Bakanlığının bütçesinden bunların esirgendiğini kim inkâr edebilir?

Çalışma Bakanlığı bütçesinin yapısını konuştuk. Sonuçta, 37,7 milyarlık bütçenin sadece yüzde 1’inin çalışma alanına aktarıldığı ve bunun da sadece 159 milyon olduğunu gördüğümüze göre, o zaman düşünelim 1,2 milyardan 5 milyara kadar kendisine fiyat biçilen bir “ak saray”ın bu bütçe karşısında nereye oturacağını, emekçilerin gözünde bu debdebenin, bu ihtişamın, bu kibrin nasıl savunulabileceğini Çalışma Bakanlığımız bize anlatsın. Ben, burada, bütün o alanda biriken işçiler adına kendisine soruyorum: Bu kaynaklar, kamu kaynakları bu şekilde sizin Bakanlığınızdan alınıp -aslında nasıl aktarıldığı, Cumhurbaşkanlığı bütçesinden mi, Başbakanlık bütçesinden mi harcandığı bile belli olmayacak bir şekilde- bir “gecekondu saray”ın yapılmasına aktarılırken siz nasıl oldu da sessiz kalabildiniz? Nasıl oldu da, aslında, Bakanlığınızın çalışma koşullarını teftiş etmek için ayırması gereken kaynakların bu şekilde heder edilmesine nasıl sessiz kaldınız ve nasıl işinizi yaptığınızı düşünebildiniz? Nasıl her 100 bin işçi başına iş yerinde ölüm miktarı bakımından Avrupa 1’incisi, dünya 3’üncüsü olunurken Bakanlığınızın başarılarından söz edebildiniz? Nasıl oldu da, büyük ülkeden söz edebildiniz? Evet, Türkiye işçiler için büyük bir mezarlıktır. İktidar ve servet sahipleri için ise büyük bir sofradır, o sofradan dilendiği gibi yenilebileceğine ve bu kaynakların dilendiği gibi tüketileceğine dair bir efsane son on iki yıldır Türkiye’nin başında sallanmaktadır. Ama emin olun, bu bütçenin ortaya koyduğu adaletsizlik sadece bizim burada konuştuğumuz kelimelerden ibaret değil, milyonlarca ve milyonlarca insanın güvencesiz çalıştığı, yani insandan sayılmadığı, patronların kulu muamelesi gördüğü bir ülkede insanların sabrının sonsuza kadar süreceğini düşünmeniz kadar büyük bir hayal olamaz.

O nedenle, ben, Çalışma Bakanlığımıza buradan tavsiye ediyorum: Eğer yarından tezi yok bu kaynakların işçilerin yaşam ve çalışma koşulları için değerlendirilmesi konusunda bir gayret göstermezlerse, kendilerinin esasen vahşi kapitalizm eleştirilerinin tamamen işçileri avutmak için kullanılmış bir söylenceden ibaret olduğunu hep birlikte göreceğiz. Eskiden vahşi kapitalizmin hakikaten en vahşi çağlarında işçileri yöneten ikigüç olduğu söylenirdi: Biri cellat, biri papaz -Avrupa’da- cellat rolünü zor güçlerinin oynadığı belliydi. Türkiye’de bir kurumsal din yok ama Çalışma Bakanlığımız pekâlâ işçi cenazelerini kaldırırken bu rolü oynuyor. Ama cellat ve papaz arasında kalmaya asla işçiler razı olmayacaklar, alanlardan bunu haykırdılar. Umarım bu ses Meclise kadar ulaşır.