Türkiye sözcüğün en yalın anlamında sermaye diktatörlüğü altındadır.

Kürkçü, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı üzerine yapılan görüşmelerde: “Bu bütçeden işçilere hayır geleceğini düşünmüyorum ancak şunu söyleyebilirim: Eğer siz gerçek üreticilerin sesini dinleme kanallarını açmazsanız onların önünde sonunda haklarını elde etmek için tarih boyunca yaptıkları her şeyi Türkiye’nin gelecek kısa tarihi içinde yapacağına tanık olacaksınızdır. “dedi.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Siz salona girdiğinizde herkesle el sıkışırken benimle bir buçuk kere sıkıştınız, o yüzden son yarımı gören basın mensupları “Aranızda bir sorun mu var?” dedi. Bence aramızda hiçbir kişisel sorun yok fakat aramızda bir sınıf sorunu var, onu konuşacağız.

Bu sorun, esasen sizin deruhte etmekle, çekip çevirmekle yükümlü olduğunuz alan, Türkiye’de gerçek zenginlik olarak ne varsa hepsini üreten insanların, bu zenginlikten neredeyse hiçbir şey elde etmemeleriyle ilgili. Siz bu işi katlanılabilir hâle getirmekle görevlisiniz, siyasetiniz de bunu gerektiriyor.

O yüzden, ister istemez çalışanlar, emekçiler, bu ülkede içtiğimiz sudan yediğimiz yiyeceğe kadar, üzerimize giydiğimiz her şey, bizi taşıyan araçlar, bizi biz yapan her şeyi var eden insanların bu ülkenin en altında yaşamaya mahkûm bırakılmasına hiçbir çare bulamamış ve kurulduğu günden beri hep böyle olagelmiş bir bakanlıkla karşı karşıyayız. O yüzden, ister istemez bunun toplamı size rücu edecek, bunu şahsi bir mesele olarak almayın ama neresinden bakarsak bakalım bize sunduğunuz tablo, her şeyden önce siyasi bir tablo, hakiki bir tablo değil.

Örneğin Türkiye’nin büyük bir hızla büyüdüğü ve bundan da emekçilerin payına çok yüksek bir oran düştüğüne dair bütün veriler doğruluktan uzak. Evet, Türkiye’de bir büyüme oluyor. Nasıl büyüme olmasın? Durduğu yerde bile her şey ister istemez büyüyecek, kendi ritmi içerisinde. Ancak eğer biz mevsim etkisinden ve takvim etkisinden arındırılmış büyüme rakamlarına bakarsak, bunların, TÜİK verilerine göre, sizin takdim ettiğiniz gibi yüzde 5’ten fazla değil, yüzde 2,1 civarında olduğunu görürüz. Fakat bu yüzde 2,1’lik büyümenin de en önemli bölümleri, aslında, herhangi bir biçimde yatırımla ilişkilendirilmeyen sektörlerde gerçekleşiyor. Yani inşaat yüzde 6,8; sanayi yüzde 6,3; ticaret ve hizmet yüzde 5,7; tarım yüzde 4,7; finans yüzde 9,4; bilgi ve iletişim yüzde 10,1. Tabii ki bu büyüme kârlılık olarak bir büyüme biçiminde, zenginlik olarak bir büyüme biçiminde, mülk sahibi sınıfların elinde gerçekleşiyor ama işçiler için hakikat ve hayat böyle değil.

Türkiye’de çalışanların sayısı bakımından da, siz kayıt içinde olanları veri alarak konuşuyorsunuz ama Türkiye’deki toplam istihdamın yüzde 33,47’si; ücretli, yevmiyeli veya maaşlı çalışanların yüzde 18,33’ü kayıt dışı çalışıyorlar. 17 milyon 827 bin çalışanın -2015 TÜİK verilerine göre- 3 milyon 269 bini kayıt dışı çalışıyor. Bunlar tabii ki sizin verilerinizde gözükmüyor. Öyle olunca hem sendikalaşma oranları hem sigorta kapsamındaki çalışanlar aslında gerçekte olduklarından çok daha düşük gözüküyorlar.

Fakat daha önemlisi, bu büyümenin neden ötürü çalışanlar, emekçiler için bir büyüme olmadığına dair çok daha net göstergeler size sunabilirim. 2017’nin ilk dokuz ayında bankaların net kârı yüzde 28. Banka dışı şirketlerin, BIST’e, Borsa İstanbul’a kayıtlı banka dışı şirketlerin net kârlılıkları yüzde 93. Ortalama ücret artışı özel sektörde yüzde 9,6; kamuda ortalama iki yıl için yüzde 9; TÜFE’yse yüzde 11,9. Bütün bu şartlar altında kimin bu büyümeden aslan payını aldığını kiminse bunca çalışmasına, bunca zahmetine, bunca emeğine rağmen herhangi bir biçimde bu büyümeden nasiplenemediğini bize gösterir.

Öte yandan, bu büyümeyle… -Elbette enflasyon oranında kamuda gerçekleştirilen bir destek var. Özel sektör bu bakımından herhangi bir yükümlülükle karşı karşıya değil, her bir şirketin kendi keyfine kalmış bir mesele bu- ancak madem ki refahta nispi bir artış oluyor bu refah artışının çalışanlar bakımından, çalışanlara intikali bakımından hiçbir kamusal siyasetin olmaması da son derece ağır bir başka mesele.

O nedenle, diyebiliriz ki aslında büyüme, gelir eşitsizliğini ortadan kaldırmak şöyle dursun gelir eşitsizliğini de derinleştiriyor. Çünkü eğer OECD rakamlarına bakacak olursak göreceğimiz tablo şudur: OECD ortalamasında çalışma süreleri ortalama 36,7 saattir haftada; Türkiye’de resmî çalışma saati ortalama 45 saattir ama gerçekleşen 49 saat ve üzeridir. Dolayısıyla işçiler ne kadar çok çalışılırlarsa o kadar az kazandıkları bir durumla yüz yüzeler.

Daha önemlisi, düzenli çalışmanın ve sigortalı çalışmanın bir ilke olmaktan çıkmış, güvencesiz çalışmanın bir ilke hâline gelmiş olması. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Neoliberal iktisadi politikaların sonucu olarak güvencesiz çalışma, sendikasızlaşma bir genel çalışma dinamiği gibi gözüküyor. Ancak bunları kattığımız zaman yani taşeron çalışanları bütün çalışanların içerisine kattığımız zaman sendikalaşma oranı da çok büyük çapta düşüyor. Çünkü taşeron çalışanlar kamuda ve özel sektörde 1,4 milyon civarındalar. Bunların 750 bin kadarı kamuda, belediyelerde, hastanelerde, neredeyse tüm temizlik ve güvenlik işlerinde çalışıyorlar ve bunların 200 bini de asıl işlerde çalışıyor yasa bunu yasaklamasına rağmen. Onları, sendikalaşma değerlendirmelerine kattığımız zaman, o zaman sizin rakamlarınıza göre yüzde 11,5 olan sendikalaşma esasen, fiilen yüzde 9,7. Bunların arasında toplu iş sözleşmesi yapabilenler yüzde 7. Özel sektörde bu oran yüzde 4,6’ya düşüyor ve erkekler arasında sendikalaşma oranı yüzde 13’ken kadınlar arasında da ortalamanın da altında yüzde 7 civarında. Gayrisafi yurt içi hasılanın yüzde 30’undan fazlasını üreten İstanbul’da da sendikalaşma oranı çok düşük. Yani 1970’in büyük 15-16 Haziran işçi hareketinin merkezi olan İstanbul bugün işçi sendikasızlaşmasının, amorflaşmanın ve güvencesizleşmenin merkezi hâline gelmiş durumda. Özal’ın 28 Ocak kararlarıyla birlikte son otuz yılda önümüzde açılan tablo, işçi sınıfının esaret koşullarında yaşıyor olması ve köle ücretleriyle çalışıyor olması ve ancak günübirlik, boğaz tokluğuna çalışıyor olması. Üstelik işsizleri de işçi sınıfının içerisine kattığımızda nüfusun çok büyük bir bölümü bu durumda.

Doğrusunu isterseniz, neoliberal iktisat koşullarında aslında mülk sahibi olmayan, büyük sermaye sahibi olmayan, patron olmayan herkes hemen hemen işçi durumundadır. Çünkü sonuç olarak küçük işletmelerde de işçilerinden çok daha büyük yaşam düzeyi, yaşam standardı farkı olmaksızın çalışanları da, onların gelir ve yaşam seviyelerini de görecek olursak Türkiye’deki makasın ne kadar büyük ölçüde açıldığını görebiliriz. Sizin sunduğunuz büyüme rakamlarının yanı sıra Gini katsayısı açısından da meseleye baksanız son yılda Gini katsayısı yüksek gelir grupları lehine değişti. O açıdan da yoksullaşma ve refah kaybı sizin sunduğunuz tabloya rağmen ortadan kalkmadığı gibi derinleşti.

Bunun için kamuda iki tane güvence olabilirdi. Bunlardan birisi, işçilerin grev ve toplu sözleşme hakları; ikincisi de, işsizlik sigortası. Ne yazık ki kârlar ve fiyatlar doludizgin yükselirken ücretlerdeki nispi gerileme, esasen, işçilerin ücretleri için pazarlık yapabilecekleri biricik imkân olan toplu sözleşme ve grev haklarının özellikle 2016’dan beri 15 Temmuz darbe girişimi gerekçe gösterilerek yasaklanmış olmasındandır. Hiçbir sektörde greve izin verilmemiştir ve işçilerin ücret kayıpları yokuş aşağıya giderken, işveren kârları, patron kârları, büyük sermaye kârları yukarı doğru giderken devlet hem işçilerin grev hakkını önleyerek hem de patronları grevleri önlemek için zorlayarak araya girmektedir. Esasen bu tabloya baktığımızda Türkiye’de teorideki sermaye diktatörlüğünün en çıplak hâlde gerçekleştiğini görebiliriz. Hem sermaye her şeye hâkimdir hem de sermaye işçilerle uzlaşmaya kalkacak olduğu zaman bile devlet tarafından uzlaşmamaya zorlanmaktadır. Bu açıdan, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın olağanüstü hâl ile grevler arasındaki bağlantıyı nasıl kurduğunu size hatırlatmak isterim. Bu en çarpıcı durumlardan biridir.

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğinin kabul salonunda 15 Temmuz darbe girişinin 1’inci yılı kapsamında konuşurken Tayyip Erdoğan, olağanüstü hâli işçilerin grev yapmasını önlemek için getirdiklerini söyledi. Diyor ki: “Şu anda OHAL ile uğraşıp duruyorlar. OHAL olmamış olsaydı bu kadar rahat, bu kadar huzurlu olarak bu adımlar atılmazdı. OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz. Soruyorum: İş dünyasında herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde Türkiye’de OHAL vardı ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı, hatırlayın o günleri ama şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız, bunun için kullanıyoruz biz OHAL’i.” Sermaye diktatörlüğü bundan başka bir şey değildir. O nedenle, olağanüstü hâl altında Türkiye’de işçi sınıfının durumu yani sizin Bakanlığınız altında işçi sınıfının durumu kaçınılmaz olarak daha geriye gidecektir. Çünkü işçiler hem sendikalaşma hızlarını yitirmişlerdir hem de toplu sözleşme ve grev olanakları zorla ellerinden alınmıştır. Bunun karşılığında, işçileri koruyabilecek diğer mekanizma İşsizlik Sigortası Fonu’dur. İşsiz Sigortası Fonu’nun nasıl değerlendirildiğine bakılacak olursa şunu görebiliriz: Kurulduğu günden 2015’e kadar İşsizlik Sigortası Fonu’ndan yararlanmak üzere başvuranların üçte 1’i bu fondan yararlanamamışlardır. Toplam olarak fonda biriken 103 milyar liranın 12 milyar lirası işsizlik sigortası kapsamında kullanılmıştır, geri kalanlar sermayeye transferler, zor durumda olan şirketlerin işçi ücretlerini ödemeleri için kendilerine yapılan aktarımlar ve nihayet kepçeyle diğer kamu kuruluşlarının açıklarını kapatmak üzere…Nihayet, en son olarak da İşsizlik Sigortası Fonu’nda biriken kaynağın önemli bir bölümünün Varlık Fonu’na devredilmesi de gündeme gelmiştir. Yani sonuçta, işçilerin alın terleri, birikimleriyle işsizlik hâlinde kendileri için bir güvence olarak değerlendirilmesi tasarlanmış olan bu büyük fon, esasen sermayeyi fonlamak, devletin açıklarını kapatmak için kullanılmaktadır.

Sonuçta, işçiler işsizliklerini bile finanse edemeyecek bir biçimde tasarruflarının ellerinden alındığını görmektedirler. Bunun sonucu, işçi sınıfı için daha çok ölüm, daha çok hastalık, daha çok iş cinayeti anlamına geliyor çünkü şu son derece açık ve görünen bir gerçektir: Türkiye’de nerede işçiler sendikalıysalar orada “iş yeri kazası” denilen, bizim “işçi cinayeti” dediğimiz bir sosyal cinayet hâline almış olan bu facialar o derece azdır. Nerede işçiler sendikasız iseler, nerede kendi haklarını örgütlü olarak savunamıyorlarsa orada kitleler hâlinde ölmekte, yok olmaktadırlar. Soma faciasına bakınız, en son Şırnak faciasına bakınız. İşçiler, iş yeri denetimini sağlayabilmek için, iş yerinde sağlık güvencesi için, çalışma koşullarının güvencesi için hiçbir kamu desteğine sahip olamadıklarından hayatlarını toprağın altında ya da usulüne uygun açılmamış ocaklardaki su baskınlarında kaybediyorlar.

Nihayet, bu güvencesiz çalışmanın artık bir kural hâline geldiği bir yerde Hükûmetiniz de 2015 seçimlerindeki vaadini ve referandumdaki vaadini de hiçbir zaman gerçekleştiremiyor. Taşeronun kadrolaşmasına yönelik olarak ortaya atılmış olan vaatlerin hiçbirisi tutulamadı, tutulamaz da, kârlılığın esas alındığı, güvenceli çalışmanın değil güvencesiz çalışmanın kural hâline geldiği bir iktisadi ritim içerisinde bu, ancak bir sapma olarak gerçekleşebilir ve fakat sermayenin kudreti bu sapmayı da sistematik olarak engellemektedir çünkü kamuda taşeron çalışmaya son verildiğinde bu, özel sektör için de bir model olacaktır, taşeron işçilerin yarısına yakını özel sektörde çalışmaktadırlar. Bu vaat de yerine gelmemiştir.

Genç işsizliğinin ne kadar yüksek bir seviyede olduğunu söylemeye bile gerek yok. Türkiye’de iş gücüne katılımın ne kadar düşük olduğu ortada: OECD ortalamasının en sonundadır, Türkiye’de yüzde 50,2 civarındadır, OECD ortalaması yüzde 56’dır ama OECD’nin tepesindeki ülkelerde yüzde 71 civarındadır. Bunun da en birinci mağduru kadınlar ve genç emekçilerdir.

Bütün bu şartlar altında Bakanlığınızın işçilerin durumunu iyileştirmek, çalışanların haklarını güvenceye almaktan çok, Hükûmet siyasetini çalışma alanında sürdürmekten başka elinden bir şey gelmeyeceği açık ortadadır. Ancak siz şunu yapabilirsiniz ve yapabilirdiniz Bakan olarak: Bu bütçe hazırlığını paydaşlarla birlikte yapabilirdiniz. Sendikalarla birlikte bütçe tartışmasını Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonunda pekâlâ yapmanız mümkündü. Onların talepleri bir nebze de olsa yansıyabilirdi buraya ama yansımadı, bundan kaçındınız. Üstelik, emeklileri hiç hesaba katmadınız, kadın emekçileri hiç hesaba katmadınız ve nihayet Bakanlık odalarında hazırlanmış bir bütçeyle buraya geldiniz. Siz, bir sendikacı olarak sendikaların nefesinin bile olsa yöneticilerin, karar vericilerin, iş verenlerin ensesinde hissedilmesinin ne kadar önemli kazanımlara yol açtığını biliyor olmalısınız. Bir an önce, bence, bundan vazgeçmelisiniz, mutlaka ve mutlaka emekçiler, çalışanlar, bu çalışma işinin bizzat kendi özneleri, her sabah yataklarından gün doğmadan kalkıp, iş yoluna düşen çalışanların sendika hakkı için buradan…bu bütçeden işçilere hayır geleceğini düşünmüyorum ancak şunu söyleyebilirim: Eğer siz gerçek üreticilerin sesini dinleme kanallarını açmazsanız onların önünde sonunda haklarını elde etmek için tarih boyunca yaptıkları her şeyi Türkiye’nin gelecek kısa tarihi içinde yapacağına tanık olacaksınızdır. Öyle ya da böyle işçi hakkını alacak ama bunu kolaylaştıran bir bakan olmak sizin elinizde. Size söyleyebileceğim tek şey: Kendi payınıza düşen kişisel tasarruf alanında emeğin hakkını koruyan bir bakan olarak tarihe geçmeniz de mümkün. Belki Bülent Ecevit’in tarihteki ününü siz de bir kadın bakan olarak elde edebilirsiniz.

Başarılar diliyorum.

BAŞKAN – Teşekküre diyorum.