Türkiye’nin “haydut devletler ailesi”ne katılmasını önlemek hepimizin görevi

Kürkçü, TBMM Gene Kurulu’nda Uluslararası Sözleşmeler üzerine yaptığı konuşmada: “Türkiye, esasen, içeride halkların özgürlüğü, dışarıda özgür halklarla ortaklık üzerine kurulu bir iç ve dış politika gütmedikçe yani aslında, bütün çatışmaların merkezinde olan Kürt meselesini demokratik ve özgürlükçü bir biçimde çözmedikçe haydut devletler ailesinin üyesi olmaya doğru doludizgin gidecektir.” dedi.

Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; bir uluslararası ilişkiler paketi üzerine konuşuyoruz, maddelerin her birinin tek tek ne olduğu biraz da önemsiz. Ama gene de evet. Kosova’yla suçlu iadesi yapılsın mı, yapılsın. Ama adil yargılanma hükümleri her iki taraf bakımından da güvence altında mıdır, bundan şahsen ben emin değilim. Çünkü adil bir yargılamaya tabi tutulmayan bir grubun, 9 üyesi hapiste olan bir grubun adına konuşuyorum. Nasıl derim ki “Kosova’dan gelecek olanlar burada adil yargılanacak”, ben buna kefil olamam, ama yapın anlaşmanızı.

Ancak esasen bizim uluslararası ilişkiler düzenimiz hakkında konuşmamız gerekirse tek tek devletlerle yapılan anlaşmaların ötesinde, Türkiye’nin uzun zamandır bir uluslararası ilişkiler prensibi var mıdır, varsa nedir, bu konu tamamen açıkta ve anlaşılmaz bir durumdadır. Türkiye, geçmişte kurduğu uluslararası ittifakların içinde midir, dışında mıdır? Türkiye, örneğin NATO üyesi olmaya devam etmektedir ve NATO üyeleriyle dostane bir ilişkisi mi vardır, yoksa hasım mıyız NATO üyesi ülkelerle? Çevremizdeki komşu ülkelerle, kendilerine karşı savunma tedbirleri aldığımız Rusya gibi ülkelerle, dost muyuz, düşman mıyız hâlâ? Türkiye’nin doğu ve güney sınırları belirli midir, sabit midir, yoksa bunlar değişebilir sınırlardır ve Türkiye bu sınırları genişletmeye, komşularının arazisinden kendisine pay almaya, nüfuz elde etmeye mi uğraşmaktadır? Bütün bunlar bakımından bir konsensüs olduğu kanaatinde ben değilim doğrusu. Çünkü Türkiye’nin uluslararası ilişkilerine yön veren esas kuvvet merkezi ve esas siyasi merkez olan Cumhurbaşkanlığı sarayından dünyaya bakış, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve kurumlarının ve uluslararası anlaşmalarla çizilmiş olan uluslararası ilişkiler düzeninin ötesinde bambaşka bir yere bakmaktadır.

Birinci mesele şudur: Türkiye, Birleşmiş Milletler düzeninin dışında bir düzen arayışı içindedir. Bunu Cumhurbaşkanı defaatle ifade etti ve bundan ötürü de Birleşmiş Milletlerin oluşturmuş bulunduğu konsensüs alanının dışından sürece baktığını açıkça ilan etti. Doğrusu, Türkiye’de sosyalistler, devrimciler, demokratlar, radikal demokratlar, Müslüman demokratlar, sosyal demokratlar yıllardır bu uluslararası ilişkiler düzeninin adil olmadığını iddia edegeldiler. Lafımız yiyecek değiliz Tayyip Erdoğan da aynı şeyleri söylüyor diye. Ama itiraz noktamıza bakalım: İtiraz noktamız şudur: Biz ezilen milletlerin, yoksul halkların sesinin avantajlı bir biçimde içinde dillendirilmediği bir uluslararası düzenden şikâyetçiyiz, Cumhurbaşkanı ise Müslümanlara aslan payı verilmediği için şikâyetçi. Biz sınıf esaslı, toplumsal esaslı bir itiraz dile getiriyoruz; Tayyip Erdoğan bir dinler tartışması yapıyor. Eğer dinler tartışmasının içerisine girecek olursak yani, “Dünya 5’ten büyüktür.” dendiğinde “Bu 5’in içinde neden Müslüman ülkeler yok?” diye soru sorulduğunda bambaşka bir yere varırız çünkü dünyada hiçbir devlet dinine göre tanımlanmamaktadır. İran İslam Cumhuriyeti dışında kendisini bir din devleti ilan etmiş herhangi bir ülke yoktur dünyada. 5 ülkenin içerisinde Rusya ve Çin çok büyük ölçüde büyük bir Müslüman nüfus da barındırıyorlar. Avrupa ülkeleri büyük ölçüde 4 milyona yakın, 5 milyona yakın Müslüman nüfus barındırıyor. Dolayısıyla Türkiye, Müslümanlar adına bu ülkelerden daha çok konuşma hakkına sahip değil. İkincisi: Biz devlet yetkililerimize din adına konuşma yetkisi veriyor değiliz. Dolayısıyla bizi anlaşılmaz, belirsiz, kaygan bir zemin üzerinde tutan bir dış politika tanımı var; fakat bu dış politika tanımı zaman zaman en ultra milliyetçi yaklaşımlarla da bezeniyor. Bir yandan baktığımızda, biz kendimizi sadece bir “Müslüman olanlar ve olmayanlar” ikilemi içerisinde değil, aynı zamanda bir “Doğu-Batı” ikiliği içerisinde, bir “Avrupa-Asya” ikiliği içerisinde de buluyoruz fakat bunların hiçbiri, esasen dış politikaya yön verebilecek ilkeler değil. Sınırlarımızın neresi olduğuna dair son derece kaygan bir tartışma içerisindeyiz. Sık sık Cumhurbaşkanlığı mevkisinden “aslında Lozan’da kaybedilmiş ve kazanılması gereken bir davamız” olduğu iddiası ortaya atılıyor ve böylece, Irak’ın, Suriye’nin toprakları içerisinde bizim de bir payımız olduğuna dair bir sanı, bir halüsinasyon toplum arasında yayılıyor. Ege’ye döndüğümüz zaman, orada “bizim adalarımız” olduğunu düşünen insanlara Cumhurbaşkanlığı mevkisinden katkılarda bulunuluyor.

Şimdi, dolayısıyla, böyle bir dış politika anlayışı esasen “kimin gücü kime yeterse” anlayışını ister istemez gündeme getirir, bu bizi herhangi bir uluslararası düzen tanımından uzaklaştırır çünkü bütün uluslararası düzenlerin merkezinde aslında barışı sağlamak değil, bir çatışmayı, savaşı önlemek vardır; bu ise esasen bir çatışmayı teşvik eden bir dış politika anlayışıdır.

Şimdi, tabii, bunun karşısında, Türkiye’de tartışan insanlar, tartışan güçler var ve bir başka hat da vardır Türkiye’de: O da yurttaş diplomasisi hattı. Bu yurttaş diplomasisi hattını insan hakları temelli kuruluşlar, özgürlük, azınlık hakları, cinsiyet hakları merkezli çalışmalar yürüten kuruluşlar yıllardır yapageliyorlar. Çoğu zaman engelle karşılaşsalar da özellikle 2000’li yıllar, onların etkinliklerini artırdıkları yıllar oldu. Bu yıllar içerisinde uluslararası ilişkiler kuran, yurttaştan yurttaşa ilişkiler kuran pek çok kuruluş, aslında Türkiye’nin demokratik yönden gelişmesi bakımından çok önemli kamuoyu yaratma araçları ortaya çıkardılar ama ne yazık ki şimdi, bu uluslararası ilişkilere bakışın değişmesiyle -Türkiye’nin insan hakları eksenli bir uluslararası politikadan “gücü yeten yetene” ilkesine dayalı bir politikaya geçişiyle- beraber içeride de bütün bunlara “düşman”, “casus” muamelesi yapmaya başladı.

Sevgili arkadaşlar, bugün İstanbul’da görüşülen insan hakları savunucuları davası olsun, şu an göz altında bulunan Osman Kavala’ya yönelik iddialar dolayısıyla olsun bugünkü yönetimin, özellikle Cumhurbaşkanlığının son derece tehlikeli bir yöne doğru Türkiye’yi taşıdığını açıkça söyleyebiliriz. Çünkü bu “gücü yeten yetene” ilkesini çelen her şey bugün Türkiye’de bir politik farklılık, insan hakları[na bakış] farklılığı olarak değil bir “casusluk faaliyeti” olarak görülüyor. Bugün Osman Kavala’ya suçlama yöneltirken Cumhurbaşkanı diyor ki: “Bu Kızıl Soros’tur.” Soros’un kızıl ya da başka rengi olup olmadığını bilmiyorum ama Sayın Cumhurbaşkanının 2003’te kendisiyle yakın dostluk kurmuş olduğunu görüyorum. Şimdi, bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı, bir insan hakları savunucusu Soros’la ya da başka bir fon sağlayıcıyla ya da başka bir yaklaşım sahibiyle oturup konuşabilir ama Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı, şimdi kötülediği, bir “casusluk faaliyetinin organizatörü” olduğunu söylediği bir kişiyle konuşamaz. 2003’te çekilmiş olan bu fotoğraf, eğer Soros hakkındaki iddialar doğruysa, bir casusluk görüşmesi olarak daha çok adlandırılabilir çünkü bir devlet adamı bunu herhangi bir sivilden çok daha etkili bir biçimde gerçekleştirebilir.

Dilin endazesi yok, gözümüzü kararttığımız zaman herkesi kazığa oturtmak için elimizden geleni yapabiliriz ama hakikatleri bu şekilde değiştiremeyiz. “Sana haram, bana helal” ilkesiyle ne iç politika ne dış politika yürütülebilir. Türkiye, esasen, içeride halkların özgürlüğü, dışarıda özgür halklarla ortaklık üzerine kurulu bir iç ve dış politika gütmedikçe yani aslında, bütün çatışmaların merkezinde olan Kürt meselesini demokratik ve özgürlükçü bir biçimde çözmedikçe haydut devletler ailesinin üyesi olmaya doğru doludizgin gidecektir.

Bunu önlemek hepinizin görevi.