Yurttaşın Hayatı Namlunun Ucunda!

Herhangi bir ülke düşününün, yöneticileri, emniyet görevlilerine yargılama ve infaz yetkisi kendiliğinden tanıyor ve üstelik bu sonuçlarla yüzleşmek yerine bunları ödüllendirici bir biçimde konuşuyor.

Polis şiddeti Türkiye'ye mahkumiyet getirdi22 Temmuz 2014 tarihinde, Bingöl Milletvekili Grup Başkan Vekili İdris Baluken tarafından verilen (551 sıra nolu), polis şiddetinin ve orantısız güç kullanımının bütün boyutlarıyla araştırılması amacıyla, Türkiye Büyük Millet Meclisine verilmiş olan Meclis araştırma önergesinin, Genel Kurulun bilgisine sunulmak üzere bekleyen diğer önergelerin önüne alınarak, 26/11/2014 Çarşamba günlü birleşiminde sunuşlarda okunması ve görüşmelerin aynı tarihli birleşiminde yapılması önerilmiştir.

BAŞKAN – Halkların Demokratik Partisi grup önerisinin lehinde ilk konuşmacı Mersin Milletvekili Sayın Ertuğrul Kürkcü.

Buyurun.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; önergemiz haziranda verilmişti ve haziranda ortaya konulan sayılar aslında bir tek yıl için bile kabul edilemez bir büyüklük ifade ediyordu.

İnsan Hakları Derneğinin raporuna dayanarak bu önergeyi hazırlayan grubumuzun tespitlerine göre, sadece 2011 yılında, Marmara Bölgesi’ndeki işkence vakaları bir yılda yüzde 200 oranında artmıştı. Marmara Bölgesi’nden 818 kişi İnsan Hakları Derneğine başvurarak işkence ve kötü muameleye maruz kaldığı için şikâyette bulunmuştu. Bir yılda 818 kişi yani sadece bir bölgemizde her gün 2 kişi işkence ve kötü muameleye maruz kaldığından yakınıyor idi. Ama sadece işkence ve kötü muameleyle sınırlı değil, ölümler var. Örneğin, İnsan Hakları Vakfının yaptığı açıklamaya göre, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nun benimsendiği 2007 yılından bugüne kadar 175 kişi hayatını polis namluları önünde kaybetmiştir. Bu da demek oluyor ki aşağı yukarı her yıl 10’a yakın insan polis namluları karşısında hayatını kaybetmektedir ve bütün bunları bir arada ele aldığımızda Türkiye’de yurttaşla polis arasında, yurttaşla güvenlik arasında son derece sert bir çatışma, karşı karşıya geliş vardır. Çünkü vakalar tek tek incelendiğinde görülecektir ki bunların çok büyük bir bölümü aslında kuvvet kullanmadan halledilebilecek, çözülebilecek vakalardır. Ancak burada son derece yüksek bir cüretle yurttaşa karşı polis güçleri tarafından ölümcül şiddet kullanılabilmektedir.

Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nun polise ve diğer güvenlik güçlerine tanıdığı o olağanüstü yetkilerin son günlerde daha da büyük bir serbestlik sağlayacak şekilde -güç kullanımında serbestlik ve şahsi karar- herhangi bir polis memurunun şahsi kararıyla ölümcül güç kullanabileceği şeklinde genişletilmekte olduğunu görüyoruz.

Peki, bütün bunların anlamı ne olabilir? Bütün bunların hakikaten Hükûmetin iddialarıyla, bir demokratik süreçle bir ilgisi olabilir mi? Demokrasi “Ne kadar az devlet o kadar çok demokrasi” diye özetlenebilir. Ne kadar az yurttaşın hayatına güvenlik müdahalesi, ne kadar az idari müdahale o kadar çok demokrasi. Oysa, bu tabloya baktığımızda giderek artan bir devlet şiddetinin bize hiç de demokratik bir rejim görüntüsü vermediği ortada. Ancak, bunun polisin kendi kendine işleyişinin bir sonucu olduğunu düşünmek çok güç çünkü gerek geçmişte Başbakanlık yapan, şimdi Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan gerekse şimdiki Başbakanın polis şiddeti karşısında herhangi bir kınayıcı, onları caydırıcı, bunun insanlık suçu olduğuna dair bir uyarısı olduğunu görmedik. En yakın örnek, Bingöl’de polis görevlilerine karşı girişilmiş olan saldırıdan sonra öldürülen 4 yurttaşımızın akıbetleriyle ilgilidir. Bu 4 yurttaşımız, polis şefleri öldürüldükten kısa bir süre sonra kurşunlanarak öldürülmüşlerdir. Ancak, ortaya çıkan tablo şudur ki polis şeflerinin öldürüldükleri silahlar ile bu yurttaşlarımızın üzerinde yakalandığı söylenilen silahlar arasında hiçbir örtüşme olmamıştır. Ancak, Başbakan Davutoğlu polis şeflerini öldürenlerin cezalandırıldıklarını kuvvetle, üstüne basa basa söylemekten kaçınmamıştır. Demek ki polis şiddeti ile memleketi yönetenlerin zihniyetleri arasında da son derece yakın bir ilişki, doğru bir orantı vardır. Herhangi bir ülke düşününün, emniyet görevlilerine yargılama ve infaz yetkisi kendiliğinden tanıyor ve üstelik bu sonuçlarla yüzleşmek yerine bunları ödüllendirici bir biçimde konuşuyor.

Ve bütün bunların ardından bugün Cumhurbaşkanının şu sözlerini ibret olması için haberi olmayan arkadaşlarımıza okumak istiyorum. Cumhurbaşkanımız diyor ki: “Bizim medeniyetimizde, millî ve medeniyet ruhumuzda esnaf ve sanatkâr gerektiğinde askerdir, alperendir, gerektiğinde vatanını savunan şehittir, gazidir, kahramandır, gerektiğinde asayişi tesis eden polistir, gerektiğinde adaleti sağlayan hâkimdir, hakemdir, gerektiğinde de şefkatli kardeştir.” Şimdi, bir memleketin asayiş işini herhangi bir zümrenin tekeline bırakmak, onun itikadına ve onun ahlakına terk etmek kadar tuhaf, kabul edilemez bir şey olabilir mi? Üstelik bu yüceltilen medeniyet, Osmanlı medeniyetinde de hiçbir zaman lonca ahlakı, lonca geleneği böyle keyfî şiddet, kendi kendini zaptiye rolüne sokma tavrını içermez. Onun kendine özgü bir maddi altyapısı, onun kendine özgü bir hukuku ve ahlakı var. O nedenle şimdi kuvvetle ve şiddetle bizi Osmanlı altın çağına çağıranlar aslında şunu da yakında söylerlerse şaşmayın: Sanıkları konuşturmak için çengele asmak, onları falaka dayağından geçirmek, onları beygirlere bağlayarak sürüklemek de pekâlâ bir sorgulama tekniği olabilir çünkü çok yüce Osmanlı Devleti’nin zaptiyesinin sorgulama yöntemleri arasında bunlar da vardır, bunları da yapacak mıyız? O nedenle kendimize maziden hikâyeler uydurmak yerine, önümüze ve geleceğe bakmamız lazım.

Şimdi, Başbakanın ve Cumhurbaşkanının söylediği şekilde davranan polisler ve bir kısım esnaf Gezi günlerinde şunu yaptılar: Kendi kendilerine yurttaşları cezalandırmaya çıktılar. Bir gece vakti Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz adındaki üniversite öğrencisini polis ve fırıncı iş birliğiyle meydan dayağından geçirerek öldürdüler ve şimdi hâlâ bu yargılama devam ediyor ve sonuç alınamıyor.

En önemli mesele, bu cezasızlık meselesidir. Bu kadar vaka sayıyoruz. Bir yıl içerisinde diyoruz ki her gün yaklaşık olarak 2 kişi işkenceden geçmiş, her yıl yaklaşık olarak 10 kişi polis şiddetinden ötürü hayatını kaybetmiş ama her yıl 10 polis insan öldürmekten cezalandırılmamış, her gün 2 polis insana işkence etmekten ötürü yargılanıp cezalandırılmamış. Ortada son derece güçlü bir adaletsizlik var. Türkiye bu bakımdan bir istisna değil, dünyada polis şiddetinin görüldüğü tek ülke değil ama belki de hiç değilse sureti haktan görünmek namına bu polis şiddetinin yöneticilerce kınanmadığı bir ülke olmak bakımından eşsiz bir yer işgal ediyor.

En son, 6-8 Ekim günlerinde gerçekleşen olaylar sırasında 50 civarında yurttaşımız hayatını kaybetti. Hükûmet, Başbakan, diğer Hükûmet sözcüleri; partimizi, partimizin mensuplarını, bölgedeki yöneticilerini bu olaylarda şu ya da bu şekilde rol almakla suçladılar. Tutalım ki söylenenlerin tümü doğru olsun -hiçbiri doğru değil ama tutalım ki tümü doğru olsun-; peki, hayatını kaybeden 50 yurttaşımızın 19’unun asker, polis, jandarma ve özel harekât kurşunuyla hayatını kaybetmiş olduğu gerçeği karşısında hangi soruşturma yapılmıştır, kim sorgulanmaktadır, kim soruşturulmaktadır? Tutalım ki bizim bütün parti üyelerimiz herhangi bir biçimde bu olaylara katılmışlardır. Hangi kanun onları kurşuna dizme yetkisini Hükûmete ya da herhangi bir güce verir? O nedenle, son derece ciddi bir mesele hâline gelmiştir polis şiddeti ve işin kötü tarafı, şimdi ortaya konulan yeni güvenlik paketi, aslında, eli zaten serbest olan polisi tamamen serbest hâle getirerek bütün yurttaşların hayatını bir namlunun ucuna koymaktadır. Bu bakımdan, Meclisimizin iradeyi ele alarak bu gidişe son demek üzere bir araştırma başlatmasını diliyoruz, hepinizi göreve davet ediyoruz.

————————————————————–

AKP , Kırıkkale Milletvekili Oğuz Kağan Köksal’ın önerge aleyhine  konuşması sırasında sataşmadan dolayı Kürkçü’nün aldığı 2. söz: 

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; önergemizin ne hakkında olduğu belli. Biz, polis şiddetine maruz kalmış ve polisin cezasızlığı dolayısıyla da bu şiddetten ötürü uğradığı mağduriyetin giderilemediği ve asla da zaten hayatlarını kaybetmiş olanlar açısından giderilemeyeceği bir olaylar, vakalar dizisini ortaya sergiledik. Şikâyetimizin neden ileri geldiği belli. Bunun içerisine kısmen yargı da girebilir ancak polisin yargının önüne çıkması için, yargılanmasını sağlamak üzere Bakanlık izni gerektiğine göre, aslında yargının işlememesi de esasen polis teşkilatını yönetenlerle ilgili bir husustur. O yüzden, şikâyetin nereden doğduğu bellidir.

 

İkincisi, Halkların Demokratik Partisinin 6-8 Ekimde Türkiye’nin pek çok kentinde ortaya çıkan gösteriler ve bu gösterilere karşı girişilmiş olan şiddetten ötürü sorumlu tutulmasını biz partimiz olarak asla kabul etmiyoruz. Biz, demokratik haklarımızı kullanmak yetkisine sahibiz, yurttaşlarımızı toplantı ve gösteri yapmaya çağırmak için kimseden izin almak mecburiyetinde değiliz. Yurttaşlarımızı ne şiddete davet ettik ne zulme davet ettik; tersine, bu gösterilere katılan yurttaşlarımızın 21’i, hepsi de partimize yakın, onunla aynı doğrultudaki insanlar olarak güvenlik güçlerinin ateşiyle öldürüldü, önemli bir kısmının faili meçhuldür, bir bölümü de karşılıklı mukatele sırasında hayatlarını kaybettiler. Bununla ilgili bir soruşturma yapıldığına dair hiçbir şey söyleyemeyen eski bir emniyet müdürünü da ben dehşetle karşılıyorum. 50 yurttaş hayatını kaybetmiş ve hiçbir soruşturma yapılmamış, böyle devlet yönetilir mi?