Özyönetim Demokrasinin, Ortak Geleceğimizin Özüdür

Gelin birlikte halkımız için, halklarımız için mücadele edelim, özgür yeni bir toplumda kimsenin eteğine tutunmaksızın kendi temsil ettiklerimizin haklarını gerçekleştirmeye bizimle birlikte gelin. Bir barış ve demokrasi cephesini birlikte kuralım, bir devlet cephesi bugün Türkiye’de en az ihtiyacımız olan şeydir.

amed

HDK Eşsözcüsü Amed’de basın toplantısında. (video için tıklayın https://www.youtube.com/watch?v=uG9mJOhdPu0)

Halkların Demokratik Kongresi adına hepinizi selamlıyorum. Dört kurumun eş başkanları, sözcüleri olarak buradayız, bir aradayız. Birbirimizle her zamankinden daha sıkı bir dayanışma, daha sıkı bir ortaklık içerisindeyiz çünkü ancak birlikte çözebileceğimiz kadar zorlu meselelerle karşı karşıyayız. Ancak, büyük düşünürlerin söylediği gibi “sorunlar çözümleriyle birlikte çıkagelirler”. Kendimizi bir açmazda, bir çıkmazda hissetmiyoruz. Zor bir sorunla karşı karşıyayız ama üstesinden geleceğiz.

Demokratik Toplum Kongresinin önümüzdeki hafta sonu gerçekleştireceği olağanüstü kongreye Halkların Demokratik kongresi de Türkiye’nin batısındaki sözcüleri, görevlileri, bileşenlerinin eş sözcüleri ile birlikte katılacak. Burada Türkiye’nin, Kürdistan’ın bütün demokratik, toplumsal, ilerici güçleri değişimden, özgürlükten, adaletten yana güçleri bir araya geleceğiz ve bu ülkede bugüne kadar hiç yapılmamış olan bir şeyi yapacağız: Halkın, halklarımızın aradığı çözümü hep birlikte inşa etmek üzere bugüne kadarki çabalarımızı bir üst düzeye çıkartacağız ve Türkiye ve Kürdistan’ın ortak siyasetini kurmak üzere önemli bir girişim başlatacağız. Halklarımızın kendi kendilerini yönetmesi, özyönetim hakkının 21. yüzyılın en doğal ve meşru hakkı olduğu ve yeni toplumun ancak bunun etrafında kurulabileceği doğrultusunda gerçek bir irade birliğini inşa etmek üzere tutacağımız yolları hep birlikte konuşacağız. Ama ondan önce söylenecek şeyler var. Biz bu siyasi sorumluluğu üstleniyoruz çünkü siyasetsiz çözülemeyecek; müzakeresiz, halkın iradesi olmadan bir toplumun çeşitli kesimlerini birbiriyle konuşturarak yapılmadan bütün yurttaşların buluştuğu alanda kurulmadan bu mesele çözülmeyecek. Çünkü çözüm ancak siyasi olarak gerçekleşebilir.

Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti, bugün cumhurbaşkanı olan Tayyip Erdoğan bunların farkındaydı. Ama bu sorumluluğu üstlenecek gücü, cesareti ve ufku olmadığı için önceki hükümetlerin olduğu yere geri döndü. Yüz yıldır çözüm bekleyen bir sorun bütün hükümet başkanlarını [işbaşına] geldiği gün selamlar. Bütün hükümet başkanları taze bir enerjiyle başladıkları bu işte bu memleketi doğru dürüst yönetebilmek için önlerine dikilen iki büyük sorunla başa çıkmak zorunda olduklarını görürler. Bir tanesi [şudur], asla bu büyüklükle idare edilmeyecek bir orduya sahip oldukları ve dolayısıyla bu ordunun toplumun kıyısına çekilmesi gerektiğini görürler. İkincisi, bir Kürt meselesinin, Kürtlerin özgürlük, eşit haklı yaşam meselesinin varlığını görür, bundan önceki onlarca kıyıma rağmen bu sorunun ortadan kaldırılamadığını hisseder ve bu soruna bir çözüm bulmak üzere akıllarını çalıştırmaya başlarlar. Ama çok zaman geçmez statüko her şeye egemen olur, ordu kendi gücünü bütün hükümetlere dayatır, statüko bütün hükümetleri esir alır, “böyle gelmiş böyle gider” diyerek hepsi birbiriyle neredeyse aynı kalemden çıkmışçasına aynı sözleri söylemeye başlarlar. Sadece son otuz yıla bakınız. Turgut Özal’dan başlayıp Yıldırım Akbulut’a, Süleyman Demirel’e, Tansu Çiller’e, Mesut Yılmaz’a, Ecevit’e, Tayyip Erdoğan’a hangisine bakarsanız bakın hükümeti teslim aldıkları gün Kürt sorununu çözmek vaadi ile işe başlamışlardır. Sonuna geldiklerinde “aslında Kürt sorunu yok” demişlerdir. “Kürt sorunu yok” dedikleri gün sonları da başlamıştır.

Tayyip Erdoğan’ın bugün heybetli görünen iktidarı da, aslında bu cümleyi telaffuz ettiği an tehlikeye girmişti. Ancak bunun içerisinden bugün için zora tutunarak çıkmayı başarmış görünebilir fakat asıl işini yapmadıkça bu sorun dönüp dolaşıp onu ve hepimizi bulacaktır. Sorunun çözümü siyasettedir. Siyasi sorumluluğu üstlenmedikçe bu sorunun üstesinden [gelmenin] ve bunun yol açtığı çatışmalardan kaçınmanın imkânı yoktur. Bugün geldiğimiz, vardığımız yer, doğrudan doğruya bununla ilgilidir. Biz bu siyasi çözüm sorumluluğunu üstleniyoruz, üstlenmek için bütün Türkiye’yi kucaklayan bir program için adımlar atmaya hazırlanıyoruz. O yüzden isterse hükümet bu siyasi sorumluluğu üstlenmesin, bu siyasi sorumluluğu üstlenecek bir heyet vardır: Halkların Demokratik Partisidir, Halkların Demokratik Kongresidir, Demokratik Bölgeler Partisidir, Demokratik Toplum Kongresidir, müttefiklerimizdir. Bu, Türkiye’nin hangi ilinde konuşursa konuşsun demokrasiden, insan haklarından, özgürlükten ve eşitlikten taviz vermeyen bütün yurttaşlarıdır. Buradan Tayyip Erdoğan’ın bu dayatmaları karşısında bugün demokrasinin ve özgürlüklerin en önemli imkânlarından geriye doğru adım atmaya yüz tutan muhalefet liderlerine de seslenmek istiyorum. Bu dayatmalar, bu askeri zor, bu kentlerin kuşatılmaları ve on binlerce asker tarafından kuşatılan kentlere ölüm yağdırılması karşısında geriye doğru adım atarak, “cumhuriyette öz yönetim olmaz” diyerek Tayyip Erdoğan’ın istediği cümleleri kuran muhalefet liderlerinin de bu siyasi çözümün gerçekleşmemesindeki payları büyüktür. Oysa hepimizin bildiği gibi Sayın Öcalan’ın açmış olduğu demokratik çözüm yolunun, siyasi çözüm yolunun arkasına Türkiye halklarının yüzde 70’i desteğini verdi. Bu yoldan yürüyerek bugüne kadar geldik. Bu yoldan yürürken toplum olarak, Türkiye’nin kurucu unsurları olarak, Türkiye’nin siyasi partileri, fikir hareketleri olarak vardığımız ortak nokta şuydu: -Aslında bütün dünyanın bulmuş olduğu, bütün medeni dünyanın bugün yürütmekte olduğu şeyi bir kere de biz, ateşi keşfeder gibi yeniden keşfettik- Siyasi iktidar paylaşılmadıkça, egemenlik paylaşılmadıkça Kürt meselesi çözülemeyecek. “Özerklik”, “demokratik özerklik”, “özyönetim”, “demokratik iktidar”, “radikal demokrasi”, bu adlarla adlandırılan her şeyin varıp geldiği yer burasıydı.

21. yüzyılda bir devlet artık iktidarını yurttaşlarıyla ve topluluklarla paylaşmadan payidar olamaz. Bu hakikat karşısında Türkiye dile geldi, Kürt meselesinin çözümü için “bu yol yoldur” diye Tayyip Erdoğan’a insanlar ruhsat verdiler, arkasında durdular. Hatta Kürt halkının önemli kesimleri de bu yolun açılması için desteğini esirgemedi. Ama bugün varıp geldiğimiz yer bu desteklerle, bu yolun başına gelmiş olan, bu yolda yürümüş olan bir iktidar, dönüp kendisine bu ruhsatı verenlere “siz aslında yoksunuz, sorununuz da yok, benim mutlak, paylaşılmaz, bölünmez iktidarımdan başka hiçbir şey yok” dediği zaman, işte biz o zaman, askerlik alanının kıyısına gelmiş oluyoruz. Bu meseleyi askerler çözmez, çözemez. Askerin görevi öldürmektir. Öldürerek sorun çözemezsiniz, sorunu ancak yaşatarak çözebilirsiniz. Halkın üzerine ordu yollayarak, halka herhangi bir çözüm benimsetemeyeceğinizi yüz yıldır görmüş olmanız lazım.

Yüzyıldır, her otuz yılda bir nükseden bu meselenin bu kadar kalıcı bu kadar inatçı olmasının gerisinde gerçek bir insan topluluğuna, bir halka, bir iradeye, bir kültüre, bir tarihe, bir coğrafyaya, bir geleneğe, bir medeniyete dayanıyor olması var. Bunları zorla, silahla ortadan kaldıracağını sananlar ancak ve ancak IŞİD kafasındakilerdir. Ancak IŞİD’çiler inanabilir böyle olabileceğine. Onların da inançlarının sadece bir safsataya dayandığını hepimiz biliyoruz. Kravat takmakla, demek ki, IŞİD’çi olunmaktan kurtulunamıyor. O nedenle hükümete buradan bir kere daha söylemek isteriz ki, elinden geleni yapabilir, halka, kendi açtığı yolu doğru gören ve buna manevi yatırım yapan, buna hayatının yatırımını yapan halka, bu açılan yola inandığı için “temizlenecek şey” muamelesi yapmaya devam edebilir ama hepimiz birlikte göreceğiz ki “kirli” olan halkın inancı değil, kirli olan bu şekilde askeri zorla, zorbalıkla halka irade dayatma çabasıdır.

O nedenle ben sürüp giden çatışmanın gerisindeki asıl sebebe halkımızın ve Türkiye’nin fikir dünyasının, düşünen insanlarının bir kere daha dönüp bakmalarını istiyorum. Sürüp giden çatışma, hayat kayıpları bütün bunlar serinkanlı düşünmeyi zorlaştırabilir. Bunu görüyoruz. Ama nihayet, bu toplumun uzağa bakan insanlara ihtiyacı var. Uzağa baktığınız zaman göreceğiniz şey şudur: Eninde sonunda dönüp dolaşıp geleceğimiz yer bir demokratik siyaset ihtiyacıdır. Halklar hiçbir zaman çaresiz kalmazlar. Çözümleriyle birlikte çıkagelirler ve sadece bir tek çözümü yoktur herhangi bir sorunun. Bugün Türkiye’ye Kürt halkının teklif ettiği, siyasi kadrolarının teklif ettiği, ortak yaşamı birlikte kurmak, eşit haklı yurttaşlar olarak birlikte yaşamaktır. Bu kabul edilmediği, bu tanınmadığı, bu çeşitli yaftalar altında ortadan kaldırılmaya çalışıldığında o zaman insanlar kendi hayatlarını, varlıklarını, topluluk olarak yaşantılarını sürdürebilmek için başka yollar da arayıp bulacaklardır, bu da kendi kaderlerini tayinin başka yolu olacaktır. Ama eninde sonunda bir halk kendi kaderini tayin eder. Bu onun hakkıdır. Tıpkı hava almak, su içmek, tıpkı yaşamak kadar doğal hakkıdır. O yüzden bu hakkın inkârı üzerine dayalı hiçbir tarzın sonuç alıcı olmayacağını görmeniz lazım.

Bugün evet, şiddet iklimindeyiz, bir çatışma sürüp gidiyor, insanlar ölüyorlar ve öldürüyorlar, bu bir hakikat. Fakat insanlar birbirlerine karşı şiddet kullanıyorlar diye her şiddet sürecini “terör” diye yaftalamak da bir hükümetin yapabileceği, en safiyane en akılsızca iştir. Aslında çözüm süreci boyunca meclisi aydınlatan bütün uzmanlar Türkiye’de karşı karşıya kaldığımız çatışmaların, çatışmalı sürecin terörizmle ilişkili olmadığını, bir halk isyanının kendisini ifade ediş biçimlerinden biri olduğunu, bu isyanın talepleri ve terimleriyle tartışmak ve çözüm aramak gerektiğini milletvekillerine, hükümetlere anlattılar. O zaman anlaşılır görülen şeyler, kendi aralarında konuşurken, anlamış göründükleri şeyler halka bunları aktarmaya sıra gelince birden şekil değiştirdi. Şimdi kendi terimleriyle tartıştıkları bir halk isyanını “halka dayatılmış bir terörizm” diye halka tekrar anlatmaya kalktıklarında buna inanmak isteyenler, inananlar, bu sorundan [böylece] kaçmak isteyenler olabilir. Ama şunu söylemek isterim ki; halkın üzerinde rıza oluşturmak bakımından giderek zayıflayan bir argümandır bu. Siz halka “pislik” demeye başladığınız zaman başka halklar da sıranın kendilerine geleceğini görür ve uyanırlar.

O yüzden biz diyoruz ki burada bir araya gelenler olarak, birincisi, Kürt meselesinin çözümü Kürt halkının kendisine bırakılmamalıdır. Tabii ki çözümün ne olması gerektiğini onlar söyleyeceklerdir ama onların üzerinde yüz yıldır, iki yüz yıldır egemenlik kurmuş bir devlet geleneğinin mirasçısı olan halkların da bu çözümde rol almak istemeleri gerekir. Buradan İzmir’e seslenmek istiyorum. Ben İzmir milletvekiliyim. İzmir, çatışmaların en yoğun olduğu günlerde, zora girdiği zaman Türkiye’nin ortaklığı, bir karar aldı, dedi ki: “Diyarbakır bizim kardeş kentimizdir, Diyarbakır Belediyesi de kardeş belediyemizdir”. Buradan İzmir Belediye Başkanına ve İzmir halkına seslenmek istiyorum. İzmirliler, Türkiye’nin batısında yaşayanlar, Yörükler, Türkler, Türkmenler, Kürt kardeşleriniz zordadır. Onların haklarını sizin hakkınızı ve geleceğinizi inkâr ettiği gibi inkar eden bir hükümet onları dört bir taraftan ordular göndererek kuşatmakta ve onların iradesini teslim almaya çalışmaktadır -tıpkı yarın size yapacağı gibi. O nedenle bir an önce hak, adalet, eşitlik için sesinizi çıkartın. Türkiye’nin demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir çözüme ulaşabilmesi için siz de üzerinize düşen sözü söyleyin. Ya kardeşinize bugün, gerektiği zaman sahip çıkın, kardeşliğinizi ispat edin ya da bu sözü artık telaffuz etmeyelim. Kardeşlik şimdi değilse ne zaman lazımdır halklarımıza, bize, İzmir’e, Adana’ya, Aydın’a, Trabzon’a ve elbette Diyarbakır’a, Şırnak’a ne zaman? O yüzden bu meseleyi çözme işini hükümet yapamıyorsa, meclisteki partiler halledemiyorsa halk ne güne duruyor? Siyasi insiyatifler yok mu? Yurttaş insiyatifleri yok mu? Sivil toplum kuruluşları yok mu, yerel yönetimler yok mu, kadın örgütleri yok mu, gençlik örgütleri, işçi örgütleri yok mu? Onlar sadece ve sadece kendi dar mesleki alanlarında ve sınırlarında mı duracaklar? Yoksa bütün yurttaşları kapsayan, yurttaşların hepsinin birbiriyle buluştuğu yer olan siyaset alanında kendilerini var mı edecekler? Bu soruya cevap verirsek eğer aslında çözümün hiç te o kadar güç olmadığını görürüz.

Bugün sinmiş görünen yüzde 70 aslında yerli yerinde duruyor. Bir kere insanların ufkunda çözüm ışığı görünmüştür. O çözüm ışığını biz sürdürmekle, yaşatmakla görevliyiz. Bugün burada, Diyarbakır’dayız. Elbette ki asıl söz Diyarbakır’da bu halkla, Kürdistan’da, bu ülkede, bu bölgede siyaset yapan arkadaşlarımızda. Ama kendi kaderimizi onlardan nasıl ayırabiliriz ki? Onları ezen bir devletin geri kalanlara iyi davranacağı, onların haklarını inkar eden bir devletin, işçilerin haklarını, kadınların haklarını, köylülerin haklarını, çevrenin, doğanın hakkını teslim edeceğini kim söyleyebilir? Bugüne kadar ortaklık için ellerinden gelenden fazlasını yapmış olan kardeşlerimize, halkımıza, ortaklarımıza şimdi yeni bir güç ile destek olmak, onların yanına gelmek aslında kendimize yardımcı olmaktan ibaret. Böyle yaşamaya hiçbirimiz layık değil isek o zaman, bunun karşıtı olan, bunu çelecek olan siyaseti hep birlikte kuracağız. Asla umutsuz değiliz, asla kendimizi çaresiz hissetmiyoruz. Çünkü gözlerimizin önünde 30 yıldır hiçlikten, Türkiye’nin gidişatını laik, özgürlükçü, kadın özgürlükçü, doğacı, eşitlikçi, öz yönetimci bir yeni düzen için etkilemeyi başarmış olan bir halkın iradesi, yükselişi karşısında kendimizi niçin umutsuz hissedelim? Onlara eşlik edebilmek ve tam 50 yıldır bu memlekette sürüp giden eşitlik, toplumsal eşitlik ve özgürlük mücadelesinde şimdi bulmuş olduğumuz bu yeni güce dört elle sarılmak bizi her zamankinden daha çok ümitli ve onurlu kılıyor.

O nedenle, ben bu mücadelede bugüne kadar sımsıkı durmuş, inandıklarından ve doğru bildiklerinden hiçbir zaman taviz vermemiş, hiçbir zaman -üzerlerine şiddetle gelinmediği takdirde- zor ile ilişki kurmamış, son derece yetkin ve gürbüz bir siyasetin temsilcilerine buradan sadece güvenimizi tazeleyerek ayrılacağımızı söylemek istiyorum. “Ayrılacağız” derken [kastettiğim] tekrar geldiğimiz yerlere dönmek değil, halkımızın başının dertte olduğu yerlere Şırnak’a, Silopi’ye, Cizre’ye bütün vekillerimiz gideceklerdir. Halkımızın payına ne düşüyorsa bizim de payımıza o düşsün diye. Ama acıyı paylaşarak, elemi paylaşarak değil özgürlüğü ve adaleti paylaşarak yaşamak da bizim hakkımız. Bu hakkı mutlaka kazanacağız.

Buradan Türkiye’yi yönetenlere, Türkiye Büyük Millet Meclisine seslenmek istiyorum. Vazgeçilmez temel insan haklarından bir tanesi “barış içinde yaşama hakkı”dır. Barış içinde yaşama hakkını sağlamak bütün devletlerin yurttaşlarına karşı görevidir. Bunu sağlayamayan hükümetleri eleştirmek yerine onların yanına sığınmak, barış içinde yaşama hakkından kaçarak zora sığınmak hiçbir siyasetçiyi yükseltmez, yüceltmez. Halkların Demokratik Partisinin bu süreçten sağ çıkamayacağı zannıyla onun boşalttığı, ondan boşalacak yerlere talip olma açıkgözlülüğü ile Tayyip Erdoğan’ın eteklerine tutunanlara buradan söylüyorum: “Siz yanlış yapıyorsunuz. Gelin birlikte halkımız için, halklarımız için mücadele edelim, özgür yeni bir toplumda kimsenin eteğine tutunmaksızın kendi temsil ettiklerimizin haklarını gerçekleştirmeye bizimle birlikte gelin. Bir barış ve demokrasi cephesini birlikte kuralım, bir devlet cephesi bugün Türkiye’de en az ihtiyacımız olan şeydir”.

Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

18 Aralık 2015, Amed
HDK, DTK, HDP, DBP Ortak basın açıklamasında konuşma