İsmet Paşa’nın İzinde

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki üç statüko partisinin sözcüleri, esasen kurucu baba İnönü’nün 1935’te yayınladığı ‘Şark Seyahati Raporu’ndaki temel görüşleri paylaşıyorlar.

 

Ertuğrul Kürkçü

 

“Türkiye’nin Kürt sorunu yoktur ve olmayacaktır. ‘Vardır’ diyenler, yüzyıl önceki küresel hesap ve güçlerin bugünkü zaman diliminde piyonluğuna ve uşaklığına soyunanlardan başkası değildir.”

 

“Biz açıkça milliyetçiyiz… Ve milliyetçilik bizim yegâne birlik unsurumuzdur. Türk ekseriyetinde diğer unsurların hiçbir etkisi yoktur. Vazifemiz Türk vatanı içinde Türklüğü yaşatmaktır. Türkleri ve Türklüğe muhalefet edecek öğeleri kestirip atacağız. Ülkeye hizmet edeceklerde her şeyin üstünde aradığımız Türk olmalarıdır.”

 

“Bu çatının altında Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü vesaire… Yani ne oluyor ki bize, kalkıyoruz bu ülkeyi bölmeye parçalamaya çalışıyoruz. Derdiniz ne kardeşim?”

 

“Kürt milliyetçiliğini bana ‘ilericilik’ ve bağımsızlık’ diye yutturamazsınız (…) Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz (…) Türkiye’de Kürt sorunu yoktur. Türkiye’de siz sorunu Türk sorunu yaptınız. Bundan sonra biz savunmadayız, bundan sonra meşru müdafaa hakkı için saldırıdayız.”

 

Bahçeli-Erdoğan-Ayman

 

ertugrul-kurkcu-300x200Yukarıdaki sözlerin kimlere ait ve birbirlerinden ne farkı olduğunu bulmaya çalışın. Zorlanabilirsiniz. Yardımcı olalım. Birincisi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’den. İkincisi, Bahçeli’nin lideri müteveffa Alpaslan Türkeş’in “Irkçılık ve Turancılık” davasından hapsedildiği 1940’ların Cumhurreisi, cumhuriyetin kurucu babalarından İsmet İnönü’nün 1925’teki Başbakanlığı günlerinden. Üçüncüsü, ilk ikisini ve bir sonrakini “ırkçılık”la suçlayan eski MTTB militanı Başbakan Tayyip Erdoğan’dan. Elbette sonuncusu, CHP İzmir milletvekili Prof. Birgül Ayman Güler’den! Türkiye’de 2011 seçimlerinde oy kullananların yüzde 93’ünü temsil eden üç statüko partisinin sözcüleri, esasen kurucu baba İnönü’nün 1935’te yayınladığı “Şark Seyahati Raporu”ndaki temel görüşleri paylaşıyorlar. Ama hepsi kendilerini her türlü ırk düşüncesinden de uzak buluyor; diğerlerini “ırkçılık”, Kürt seçmenin oylarının en az yarısını temsil eden BDP’yi de “Kürt milliyetçiliği”yle suçluyorlar. Bu çok saçma gibi görünen durumu, yalnızca sözcülerin saçmaladıklarını söyleyerek açıklamış olur muyuz? Yoksa bu saçmalığın işaret ettiği bir hakikat de var mı?

 

Kürdün adı

 

Her şeyden önce neredeyse özdeşmişler gibi görünse de bu sözler arasında hiç fark olmadığı doğru değil. İsmet İnönü’nün söyleminde adı anılmayan Kürt’ün; bugünün TBMM çoğunluğunu temsil eden her üç partinin de dilinde adı var. Türkiye gibi, çok kimlikli, çok dilli, çok kültürlü bir toplumda başka türlü olması akla aykırı gibi görünebilir.

Ama Cumhuriyetin tarihi, Kürtler’in politik varoluşlarını “olumsuz” da olsa bir ifadeye büründürebilmeleri için bile 90 yıl boyunca, nice katliamlardan, nice kan deryalarından, sürgünler, darağaçları, zindanlardan geçmeleri; nice yoksulluklar ve yoksunluklara göğüs germeleri gerektiğine tanıklık ediyor.

 

Bundan 77 yıl önce İsmet İnönü, Dersim Katliamı öncesinde gezip dolaştığı Şark Vilayetleri’nden şu düşüncelerle dönmüştü:

• Kürtlerin şehirlere yerleşmesi engellenmelidir.

• Kürtlerin etkisini azaltmak için Karadeniz’den buraya muhacirler getirilmelidir. Örneğin Van’a yerleştirilen Karadenizli Türkler. Böylece diğer muhacirlerin Kürt bölgelerine gelmeleri kolaylaştırılmalıdır,

• Türk ve Kürt şehirleri olarak ayırdığı mıntıkalar ayrı şekillerde hizmet almalıdır.

• Kürtlerin bulunduğu yerlerde henüz okul açılmamalı, açılacaksa Türkler için okul açılmalıdır, ikinci planda Kürtleşmiş fakat Türkçe’yi çok daha çabuk öğrenebilecek yerlerde açılmalıdır.

• Fransız ve diğer ülkelere karşı Mardin, Urfa ve Hakkari gibi sınır bölgelerinde iyi bir idare kurulmalıdır.

• Boşaltılmış olan Ermeni köylerine Kürtlerin yerleşmesi engellenmelidir.

• Kürt bölgesi, nüfusu bakımından kalabalık olmasına rağmen, ülkeye kalabalığı oranında katkı sunmamaktadır, Bundan dolayı yeraltı zenginliklerinin (petrol, linyit) daha çok nasıl kullanılabileceği araştırılmalıdır.

• Bölgede trahom ve cüzzam (sadece Kars’ta bin dolayında cüzzamlı var) hastalıkları çok yaygındır.

• Kürt çekim kuvvetine karşılık Türk merkezleri oluşturulmalıdır.

• Kürdistan coğrafyası şimendifer (tren) hattı ile kontrol altında tutulmalı.

• Dersim’e müdahale edilmeli.

• Kaçakçılığın önüne geçilmeli. Kürtlerin ekonomik güç elde etmeleri engellenmeli.

Gerekirse bunun için vergiler indirilmeli.

• Bütün bu tasavvurlar gizlidir. (http://tinyurl.com/bhuttsr)

 

Artık hiçbir tasavvur gizli değil. Ama bunu hiç de aynı devlet anlayışını -aralarındaki nüanslara karşın- paylaşan egemen ulusu/sınıf partilerine borçlu değiliz. Açıklığın kaynağında, Kürt halkının asimilasyon ve inkâra karşı durmak bilmeyen özgürlük ve kendi kimliğini kazanma mücadelesinin karşı konulmaz aşındırıcılığı var. Kürtlerin bir yandan inatçı ve müzmin bir biçimde sürdürdükleri gerilla mücadelesiyle, öte yandan Batı’nın büyük kentlerinde en ağır işleri yaparak işçi sınıfı kitlelerine ve kent yaşantısına dahil oluşlarıyla yadsınamayan görünürlükleri 1990’ların başından itibaren inkara dayalı eski Türk milliyetçiliğini iş göremez hale getirdi. Bunu birkaç yıl önceki bir Radikal 2 yazısında Dr. Saraçoğlu’nun “tanıyarak dışlama” kavramına dayanarak, açıklamaya çalışmıştım.(http://tinyurl.com/arxkc7v)

 

“90 yıl boyunca [İsmet Paşa’nın kurduğu statüko içinde] Kürt halkıyla şiddet ve inkâr dışında bir iletişim kanalı kurmuş olmayan seçkin Beyaz Türkler, ‘Kürt sorunu’nda değişen bölgesel güç dengeleri ve uluslararası güç kaymalarının yol açtığı yeni denklemleri okumakta da aciz kaldı. Askeri seçenek, zaman ilerledikçe atanı vuran bir bumeranga dönüştü. Orgeneral Başbuğ’un Uğur Dündar’la söyleşisinde ‘konjonktürel durumlar’ ve ‘şans’la tevil etmeyi denediği askeri çıkışsızlık ‘yenilmezlik’ mitosuna ağır darbeler vurdu. Kürtlerin ise kaybedecek hiçbir şeyleri yoktu, hayatları bile… O yüzden zaman geçtikçe kazandılar. Bunca kayıp ve yıkım, baskı ve inkar arasında kendilerine güvenmeyi, başı dik yaşamayı, hak mücadelesi vermeyi öğrendiler ve şimdi Türkiye’nin en dinamik toplumsal-politik gücü haline geldiler.

 

Böylece tarih Türkiye’nin yönetici seçkinlerinin önüne büyük soruyu getirdi koydu: Beyaz Türkler, Kürtlerin eşitlenerek bir arada yaşama taleplerine olumlu yanıt verebilecekler mi? Olumlu yanıt, Cumhuriyet’in krizini yönetmek için üstünlük iddiasından vazgeçmek demek!”

 

Prof. Birgül Güler’in bu üstünlükten vazgeçmek istemeyen şehirli orta sınıfların anti-Kürt hissiyatını, hırçın, hatta saldırgan bir üslupla dile getirmesi -“artık meşru savunma için saldırıdayız”- Başbakan Erdoğan’a İslamiyet’le tümleme peşinde olduğu aynı üstünlük iddiasını -Roboski katliamıyla gözünden düştüğü- Kürt kitlelerine yeniden dayatması için altın tepsi içinde sunulmuş bir fırsat oldu.

 

Başbakan’ın CHP’ye yönelik olarak ağzından düşürmediği “ırkçılık” tekerlemelerinin, Kürt kimliğinin hakkını tanıma tasasıyla değil, Kürt-Alevi orta sınıfları CHP’den koparmak üzere bir çeşit fareli köyün kavalcısı rolüne soyunmasıyla ilgili olduğunu görmek için çok feraset gerekmiyor.

Gene de, Prof. Güler’in Boşnak kökenlerinden hareketle Yugoslavya örneğine gönderme yaparak, “Türk ulusu”nun bölünme paranoyasına seslenmesi, yalnızca “çok bilen çok yanılır” deyişinin bir kez daha doğrulanması olmakla kalmıyor. Dolaysız etkilerini sosyal medyadan hemen görebileceğiniz gibi, bu retorik şehirli orta sınıf solcuları arasında Kürtlere karşı, her türlü sol jargonla bezenmiş bir ırkçı nefret dalgası, bir tanıyarak dışlama histerisini tetikliyor. Prof. Güler aynı rolü Hrant Dink katledildiğinde de Ermeni halkına karşı gönüllü olarak üstlenmişti.

 

Eski Yugoslavya’yı Türkiye’ye “anlatılan senin hikâyendir” diyerek örnek göstermek, bir Boşnak’a hiç yakışmıyor. “Güney Slavları” anlamına gelen Yugoslavya adı, o ülkedeki hiçbir etnisiteyi adlandırmıyordu. Yugoslavya federasyonu iki kez dağıldı. Dağılmanın kaynağında II.Dünya Savaşı öncesi Kral Alexander’ın, SSCB’nin yıkılması sonrasında Miloseviç’in Sırp kimliğini diğer kimliklere üstün kılma gayretkeşliği oldu.

 

Türkiye’nin bir gün aynı tecrübeden geçmesini gerçekten istemeyenlerin “tanıyarak dışlama” yerine “eşitliği tanıma”ya yönelmesi iddiaya daha uygun düşer.

Radikal İki, 3 Şubat 2013