Kızıldere: Her isyanımızda yankılanan ilk çağrı

Kızıldere’yi Anadolu ve Mezopotamya halklarının birbirini izleyen mücadele ve başkaldırılarında her seferinde yeniden düşünülen ve yeniden kurulan bir isyan çağrısı olarak hatırlıyoruz…

Ertuğul Kürkçü

onlarAradan kırktan fazla yıl geçtikten sonra da, o gün henüz yaşam yolculuklarına bile başlamamış on binlerce genç, 30 Mart 1972’de Kızıldere’de hayatlarını kaybeden yoldaşlarımızın mücadelesinin takipçisi olduklarını dile getiriyor; bir kez daha, 10 insanı yok etmekle milyonlarca insanın davasının ortadan kaldırılmış olamayacağını ortaya koyuyorlar.

Türkiye’yi yönetenlerse demokrasi ve barış sözünü ağızlarından hiç düşürmüyor ama geçmişin devrimci mücadelelerine saygı göstermeyi, insanların duygu ve anılarını özgürce yaşamalarını suç saymaya devam ediyorlar. 40 yıldır her 30 Mart’ta onlarca genç yüzlerini bu mirasa döndükleri için cezaeviyle tanışıyor. Hangi, parti iktidarda olursa olsun rejimin “tehlikeli günler” takviminde 30 Mart hep kırmızı harflerle işaretleniyor.

Bu korku bir paranoya krizi halinde dışa vurulsa da bütünüyle nedensiz değil. Çünkü, 1971 isyanı, Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihinde, sonuncu Kürt isyanının bastırılmasından sonra uç veren, ufkunda sosyalist kurtuluş hedefi olan ilk çağdaş isyan… Kızıldere’ye bizi götüren işte bu isyanın verdiği itilimdi. Bugün geriye bakınca bu isyan için de, bu isyanın bir taktik anı olarak Kızıldere için de tarih doğru/yanlış/kısmen doğru/kısmen yanlış diye birden çok hüküm verebilir. Ama şu mutlak hakikat değişmez: THKO Amerikalı erleri, THKP-C İsrail’in İstanbul Başkonsolosu’nu kaçırdığında bir silahlı ayaklanmayı başlatmış bir isyan çağrısının altına imzalarını atmışlardı. Bu isyanın kendi dinamiği, süreci ve ahlakı var. İnsanları Kızıldere’de kendilerini bekleyen havan toplarına doğru kaçınılmazca götüren, bu sürecin kendine özgü işleyişiydi. İsyanı sonuna kadar taşımak ve bu isyanda tutsak düşmüş olanların ortadan kaldırılmalarına seyirci kalmamak için yapabileceği son şeyi yapmanın o somut anda pratik bir askeri karşılığı olmayabilirdi, ama 30 Mart 1972’de önemli olan bu değildi artık.

Kızıldere’deki katliamla sonuçlanan bu isyan, 1970’ler dünyasında başka kıtalarda da benzer trajedilerle biten bir dizi devrimci isyanın, dünya çapında bir sosyalist kurtuluş çağrısının yansımasıydı. Bu başkaldırıların hemen hepsinin esin kaynağı olan Che Guevara’nın Kıtasal Devrim girişiminin Bolivya’daki yenilgisinin neden bir zafer ilanı gibi okunduğuna dair şu yargı kendi eylemimiz için de büyük ölçüde geçerli bir açıklama sayılabilir:

“Che’nin kıta ölçeğindeki devrim projesi hiçbir pratik tarihsel başarı kazanmış olmamasına karşın bugün hala önemli, çünkü 1968’de komünistin aynı zamanda devrimci de olabileceğinin, yerel kurtuluş için dövüşmenin enternasyonalist de olmayı kaçınılmaz kıldığının, dünya devrimi için kendi devrimini feda edebilmenin aslolduğunun, yani devrimci enternasyonalizmin, yegane pratik deneyimi onun projesinden çıktı. Che’nin stratejisinin pratik imkanları hakkında pek çok spekülasyon yapılabilir ve bunların çoğu da mantıksal olarak doğru olabilir. Dünya ölçeğindeki büyük güç analizleri, her bir ülkede yalnızca sınırlı bir reform imkanına işaret ettiği halde, silahlı mücadeleye girişmenin taktik yanlışlıkları üzerine ciltlerle belge sıralanabilir. Ancak bunların hiçbiri, niçin 1968’de bir devrimin hala mümkün olduğuna inanan milyonlarca insanın “Che Si!” diyerek bu “yanlış”a onay vermiş olduklarını açıklamaya yetmez.”

“Dünyayı değiştirmede bireysel insan iradesinin olanaklarının sınırlarına olduğu kadar, bunun içerdiği potansiyellerin çokluğu ve sınır tanımazlığına da işaret ederek, ‘nesnel’ denilen toplumsal süreçlerin ‘bireysel öznellikler’in organik bir toplamı olduğunu bir kere daha düşünmemize ve bir devrimi istemenin onu başarmaya yetmediğini, ama ancak bir devrimi hakikaten istemenin ve onun için bu dünyadaki bütün çıkarlardan vazgeçebilmenin onun yegâne öznel imkanı olabileceğini somut olarak kavramamıza hizmet ettiği için, ‘Che’nin ölümü, ‘emperyalizmi topyekün çökertme’ stratejisinde kazandığı en büyük zafer oldu. İnsanları mantıksal bir ‘yanlış’a tarihsel bir onay vermeye yönelten, bu zaferi kutlama arzusundan başka bir şey olamazdı.” (Ertuğrul Kürkçü, “Che Si!” http://www.bianet.org/bianet/siyaset/68249-che-si)

Aynı şeyleri Kızıldere’de hayatlarını kaybeden yoldaşlarımız, en başta da Mahir Çayan için söyleyebiliriz. Onları bir ikondan daha fazlası kılan şey buydu: Herkesin içinde yatan eşitlik ve adalet arayışının orada gerçekleşeceğini umduğu hayali ülkenin kapılarını tutanlara karşı başkaldırmanın mümkün ve mücadelenin sürdürülebilir olduğunun ipuçlarını ortaya koyma arzusu ve yeteneği.

Bugün Kürdistan halkının öncülerinin sömürgecilik ve zorla asimilasyona karşı fersah fersah ileri taşıdıkları mücadele 1970’ler sonunda tomurcuklanırken Kızıldere onlar için trajik bir esin kaynağı olduğu kadar özümsenecek ve kendi koşullarına tercüme edilecek derslerle de doluydu.

O nedenle Kızıldere’yi  sadece 40 yıl önce bir dağın başında gerçekleşmiş ve orada  kalmış bir katliam olarak değil, Anadolu ve Mezopotamya halklarının bütün bileşenlerinin birbirini izleyen mücadele ve başkaldırılarında her seferinde yeniden düşünülen ve yeniden kurulan bir isyan çağrısı olarak hatırlıyoruz…

Özgür Gündem