Çete devletin kendisidir

Karşımızdaki, doğu despotizminin geleneklerini modernitenin ve emperyalizmin imkanlarıyla besleyerek kendine özgü bir şebeke halinde gelişen yapı, kısacası 12 Mart’ta ilan edilen adıyla ‘kontrgerilla’ dır.

Ertuğrul Kürkçü, süregiden çete tartışması bağlamında ANF’den Perwer Yaş’ın sorularını Teşkilat-ı Mahsusa’nın yapısından, Türkiye’nin NATO üyeliğiyle evrim geçiren sivil çetelere, 1970’lerden 1990’lara her türlü inisiyatifin verildiği faşist yapılara, Susurluk kazası sonrası ortaya çıkan toplumsal dinamiği ve en önemlisi de demokratik muhalefetin bu süreçte vereceği mücadeleyle ilişkilendirerek yanıtladı.

Cumhuriyetin kuruluşundan başlarsak, çeteler devletin neresinde yer aldı, Türkiye Cumhuriyeti’nin çete mekanizması nasıl işledi?

Günümüzdeki “çete” şiddetinin tarihinin II. Dünya Savaşı sonrasında başladığı çok açık ama evveli var. Üzerinde geliştiği bir arka plan var. Bu cumhuriyetin dokusuna da sirayet eden ve tabii ki Osmanlı’dan devir alınan bir mekanizma. Devletin bir hakimiyet şeklinden diğerine devredilen muazzam bir yapı. En başında İttihat ve Terakki Partisi’nin Teşkilat-ı Mahsusa’sı var. Diyorlar ya ‘yüzde yüz yerli ve milli’ bu da öyle ama Alman terbiyesinden geçmiş, onu içselleştirmiş; hem Pontus hem Ermeni soykırımlarını yapmış hem de iç muhalefeti dize getirmiş. Esasen devletin siyaseti demokratik onay mekanizmalarıyla değil, zorbalıkla yürütmek için tüm kirli işleri gerçekleştirdiği geniş bir teşkilattan söz ediyoruz. Bugüne gelen süreç, buradan başladı ve cumhuriyette Kürt isyanlarını bastırma sürecindeki tüm provokasyonlarda yer aldılar. Muhalefetin ve egemen siyasete alternatif güçlerin ortadan kaldırılmasında başta örneğin daha ‘Kurtuluş Savaşı’ sırasında Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesinde, daha sonra Sabahattin Ali’nin öldürülmesinde ve sonraki dönemlerde rejim muhaliflerine yönelik işleyen bir yapı zaten vardı. Günümüze intikal eden yapı ise esasen 1948’den sonra, Türkiye’nin NATO üyeliğinden sonra yeni bir şekle kavuştu. ABD, II. Dünya Savaşı’na ön gelen günlerde teşekkül etmeye başlamış olan pantürkist/faşist hareketin devlette sahip olduğu varlığı, Türkiye’yi NATO’nun anti komünist kampanyasına katmak için değerlendirdi. Onlar da devletteki nüfuzlarını artırmak ve topluma devletten yayılmak için NATO’yla bağlantı kurdu. Buradaki kilit isim Alparslan Türkeş.

Türkeş’e nasıl bir rol biçildi, Türkiye’nin NATO üyeliğiyle devletin sivil çeteleri hangi gayelerle kuruldu?

Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) daha sonraki kurucusu albay Türkeş hem bir Nazi temas unsuru hem de ABD’nin Gladio operasyonunun perde gerisindeki ismi olarak Türkiye’de sözüm ona Sovyet istilasına karşı devleti ve vatanı korumak için gayri nizami harp yürütecek bir sivil teşkilat oluşturma görevi üstlendi. Bu teşkilatın güya görevi, bir istila durumunda cephe gerisinde istila kuvvetlerinin güçlerini bozmak, beşinci kol faaliyeti yürütmek, şiddet hareketlerini sevk ve idare etmek, düşmanları ortadan kaldırmak, bu amaçla toplumun tepkisini oluşturacak hareketlere girişmek, toplumsal nefreti artırmak, örneğin suikast, sabotaj, soygun, cinayet vb. gerçekleştirmek üzere harekete hazır eğitilmiş kuvvetler seferber etmek üzere ordunun nezaretinde sivil güçler toplamaktı. Bunun sivil bağlantısı olarak da Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) kuruldu. Esasen Türkiye’de modern dönemde, NATO içindeki operasyon böyle başladı ama dediğim gibi Ermeni ve Pontus soykırımlarından aldığı deneyim ve kuvvetle İttihat ve Terakki Partisi’nin düşmanlarını/hasımlarını bertaraf etme yollarını içererek Teşkilat-ı Mahsusa’nın deneyimini soykırımlara, soykırımın deneyimini Kürt isyanlarına, Kürt isyanlarının deneyimini sivil hayattaki katliamlara tercüme ederek bir iç içe geçmiş cinayetler şebekesi olarak bugünlere geldi.

Sizler de Türkiye’nin sosyalist mücadele tarihi içerisinde önemli bir yeriniz var, 12 Mart’ın sıkıyönetim mahkemelerinde de yargılandınız. 1970’lerden bugüne söz ettiğiniz yapılar nasıl bir evrim geçirdi?

Bugün çoktan unutuldu, 12 Mart döneminde İstanbul Kültür Sarayı’nı sırf askeri rejim devam etsin diye ateşe verenler, vapurları batıranlar, bomba atanlar daha sonra Kürt savaşında hem güç hem fikir olarak Kürtlerin özgürlük mücadelesine kuvvet veren aydınları, yazarları, sanatçıları, elinde başka gücü olmadığı için parasal gücünü Kürtlerin mücadelesine aktaran iş insanlarını, onlarla dayanışma halindeki diğer Türkiyelileri kurşuna dizenlerdi. Akın Birdal’ı bürosunda kurşunlayanlar, Hrant Dink’i öldürenler, Musa Anter’e suikast düzenleyenler bunlardı. İşte ortaya çıkıyor; Kutlu Adalı’yı da Kıbrıs’ta öldürenler bunlardı. Kısacası nerede sömürgeci/istilacı faaliyete karşı direnenler varsa onları bertaraf etmek üzere harekete geçenler bunlardı.

Aslında “Susurluk kazası” denilen, olağan koşullarda statüleri gereği bir arada olmaları mümkün olmayacak insanların birlikteliğini deşifre eden kaza, tüm lağımın patlamasına yol açtı ve anlaşıldı ki lağımın başında İçişleri Bakanı’nın kendisi, Mehmet Ağar var. Faşist katilleri diplomatik pasaportla Azerbaycan’da darbe yapmaya, içeride MİT ile iş birliği halinde kaçakçıların parasına çökmeye, Kürt iş insanlarını ortadan kaldırmaya, kendi iç rekabetlerini cinayetlerle hal etmeye, JİTEM/Hizbullah vasıtasıyla Kürdistan’da hem dindar hem seküler vatanseverleri yok etmeye girişenler, her yeri kan deryasına bulayanlar bunlardı. Şimdi görüyoruz ki; bu bir hükümetten diğerine devredilen bir dünya. Demirel hükümeti zamanında 1970’lerde vardılar. Demirel bunlarla “iti ite kırdırıyordu”; Ecevit hükümeti bunlarla uğraştığı için suikastlara girişenler bunlardı. Sivas, Çorum, Malatya, Maraş katliamları bunların eseriydi. Ardından 12 Eylül’de ordunun denetiminde her yerde faaliyet gösterenler bunlardı. 12 Eylül’den sonra ANAP döneminde Özal’la, ardından Tansu Çiller, Erbakan hükümetleriyle de iş tutarak bugüne kadar geldiler. ‘Devlette devamlılık asıldır’ dedikleri, aslında devletin çekirdeği işte burası. Bu şiddet ve zulüm mekanizması siyasetin gücünün yetmediği, yani hükümetin siyasetle, hukukla iş yürütemediği, zaten tabiatı gereği yürütmesine imkan olmayan düzeni, şiddet vasıtasıyla yürütmek/öldürmek için ruhsat verildiği bir haydut sürüsüdür. Gerekçeleri de hep aynıdır; ‘vatanın selameti, memleketin bekası, düşman işgalini önlemek’ vb. Aslında her şey güç ve servet içindir, bunu bugün çok daha iyi görüyoruz.

Bu mevzu, bir tek gün ve bir tek olaya özgüleyemeyeceğimiz, hem doğu despotizminin geleneklerini devralan, hem de geleneği modernitenin ve emperyalizmin imkanlarıyla besleyerek başka ülkelerdeki pratiklerden ilham veya derslerle kendine özgü bir şebeke halinde gelişen yapı. Kısacası 12 Mart’ta ilan edilen adıyla ‘kontrgerilla’.

Susurluk faciasından sonra bunları araştırmak üzere dönemin başbakanı Mesut Yılmaz, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ı görevlendirdi. Kutlu Savaş da bir raporla çıktı geldi. Orada kendisi ‘bu mesele bir siyasi tercihle başladı’ diye yazmış zaten. Şimdi Türkiye’de ‘devleti esir almış çeteler’ deniliyor, hayır, devleti esir almış çeteler falan yok, hükümet bu yapıyı kullanmaya karar veriyor. Örneğin bir uçak kullandığınızda yukarı çıkmak, aşağıya inmek, bomba atmak, iniş yapmak gibi kararları siz veriyorsunuz, bu da böyle bir cihaz. Ancak siz karar verdiğinizde o cihazı kullanıyorsunuz. Cihaz sizi kullanmıyor. Bu fikir harekete geçtiği zaman onun kendi işleyiş şekli var. Bu cihazın özelliği şurada; ona ‘tehlikenin, tehdidin içinde ben de varsam beni de vur’ diyorsunuz. Şimdi bu yetkiyi sizden aldıktan sonra bu aygıtın yetkiyi kullanmaması düşünülemez. Bu yüzden bu cihaz çalışmaya başladıktan sonra her şeyi önüne katarak gidiyor ama başlangıçta siyasi bir karar var, kimse bu başbakanların ensesine silah dayayarak ‘şunu yap, bunu yap’ demedi. Tayyip Erdoğan’a da öyle demediler. Tayyip Erdoğan, onu devreye sokmaya karar verdi, bu cihazın başında duran kadrolar da devreye girdi ve beraber yeni rejim kurdular. Bu yüzden çetelerin devleti esir aldığı falan yok, devletin daimi çeteleri var. 40 yıldır bunlar var, işlerini görüyorlar. Makine öyle çalıştığında bizzat ‘Kurtuluş Savaşı’nın komutanlarına, kahramanlarına suikast yapmaktan ya da iktidardan indirmek için harekete geçmekten geri durmamışlardı. Şaşırılacak bir durum yok, sen Mehmet Ağar’ı işe almazsan Mehmet Ağar sana çalışmaz ve bildiği gibi hareket etmez. Sonuçta dönüp mekanizmanın tamamını karşınıza almadan meseleyi birtakım insanların yetki aşımına indirgeyemezsiniz.

Peki Kürtlere yönelik sürdürülen savaş ve inkar/imha siyasetinde sözüne ettiğiniz makine nasıl çalışıyor?

Kürt savaşını nasıl yönetmeye karar verdiyseniz, bu makine de öyle çalışır. Eğer barış yapacağım ve demokratik bir süreç işleyecek, derseniz o zaman bu yapıyı geriye itmeniz lazım. İtirazlar olabilir, göze alacaksınız. Mesele onda değil, mesele şurada; siz savaşa geri dönmeye karar verdiğinizde o zaman onlar da tüm takım taklavatlarıyla geri geldi. Bu cihaz bu şekilde başlamaya başladığı zaman üreteceği pislik bunlardır. Örneğin Kutlu Savaş raporunda Behçet Cantürk’ün öldürülmesini analiz ediyor ve “Behçet Cantürk’ün kendisine ‘özgürlük hareketine destek olmayacaksın’ denilmişti ama oldu, Özgür Gündem gazetesinin finansörü oldu, kendisi uyarıldı hala yola gelmeyince Özgür Gündem havaya uçuruldu, Özgür Gündem havaya uçurulduktan sonra yenisi yapılsın diye finansman temin etmeye girince, Türk Emniyet Teşkilatı tarafından öldürülmesine karar verilmiş ve infaz edilmiştir. Bütün hukuk devletlerinde bunlar olur, hukuk devleti gereğince bu kararlar verilecek ve infaz edilecektir” diye yazıyor.

Kutlu Savaş ayrıca ‘mesele kararın kim tarafından verildiğidir, bunu it kopuk yapamaz, devlet yapmalı’ diyor. Bu rapor böyle çıktıktan sonra Kutlu Savaş’a ‘sen ne diyorsun kardeşim?’ diyen kimse olmadıktan sonra görüyorsunuz ki; aslında rapor diye devletin çete kullanma kılavuzu yazılmış. Bu rapora bakıldığında her şey anlaşılıyor ama sorumluluktan kaçan insanlar anlamazdan gelmeye çalışıyor. ‘Öyle mi olmuş’ diyorlar. Evet, aynen öyle olmuştur. Bu meselenin temelinde Kürtlerin mücadelesine ve taleplerine olumlu bir yanıt vermemek, onları eşit/haklı yurttaşlar olarak Türkiye’deki toplumsal ve politik rejimin içerisine katmamak, tersine Kürdistan’daki sömürge statüsünü sürdürmek için devletin zora olan ihtiyacı var. Devlet olarak bu yapıya ihtiyacınız var, bu yapıya ihtiyacınız olduğu için çete faaliyetine ihtiyacınız var, çete faaliyetlerine ihtiyacınız varsa çetecilere ihtiyacınız var. Barış Akademisyenlerine karşı miting yaptırılıp ‘kanlarını içeceğim’ diyen adam ‘korku iklimi yaratmak için bu görev bana verildi ve ben de yaptım’ dedi. Evet doğru, Tayyip Erdoğan korku iklimi yarattı. 2015-2016 arası bunlarla geçti. Bu nedenle, devlete çete falan girmiş diye bir şey yok, devlet daima bu mekanizmayı işler vaziyette tutuyor. Tıpkı evde canavar beslemek gibi. Bazen canavar tasmayı elden kaçırdığınızda sizi yiyebilir ama canavarı evde beslemek bir zevk meselesi değil, mesele evin dışındakilerle barış içerisinde olmamanızla ilgilidir. Devlet de toplumdan korkusundan canavarlarla aynı mekânı paylaşıyor. Devlet dediğimiz her şeyden önce iktidardaki politik güçtür. İktidardaki politik güç bu usulleri benimsemediğini ilan ettiği gün bu tür şeyler ortadan kalkar ve başka bir yola girmek mümkündür; elbette devlet egemenliğin ortak aygıtı olduğundan buna karşı çıkacaklar olur ama her şey hükümetle başlar.

Ayrıntılı olarak anlattığınız Susurluk sürecinde Türkiye’de büyük bir tepki hareketi oluştu, o tecrübeden yola çıkarak şimdi nasıl bir mücadele verilmeli?

Söz toplumdadır, devletin diyeceği bir şey yok. Çete devletin kendisi zaten, Sedat Peker devlettir. Kendisi devleti, devletin içindekilerden daha iyi anlatıyor. Belki de bilmeden Hegelci devlet anlayışını anlatıyor; ‘devlet ruhtur, tanrının yer yüzüne inmiş halidir’ diyor. Bunlar da zaten devleti öyle anlamıyor mu? Dolayısıyla devletin bunlara yapacağı bir şey yok. O halde geriye bir tek muhalefet kalıyor. Var olandan başka bir tür devleti hayal edip harekete geçmediği için muhalefetin de bunların peşine takıldığını görüyoruz. Sedat Peker’in kendisini işe alan aynı devlet onu kenara atınca sonunda bütün bu geçmişin, mazinin yüküyle baş başa kaldığında karar vermesi gerekiyordu ya yok olmaya razı olacaktı ya da can havliyle ‘benim en kıymetli silahım elimdeki bilgilerdir’ diyerek bunları ifşa edip kendisine alan açacaktı. Nitekim açtığını da görüyoruz. Şimdi ortaya dökülen bu malumattan hareketle muhalefetin başını kaldırması gerekirken kendi kendine vesvese yapıyor, ‘Acaba Sedat Peker’e bunları Tayyip Erdoğan mı verdi?’ diye soruyor. Bu kafa karışıklığı halinde şunun da payı var; 1996’da Susurluk faciası sonrası hakikatten büyük bir infial oluştu, tüm insanlar harekete geçti. Fakat ‘1 Dakika Karanlık’ kampanyasını Ergenekon çaldı ve Cumhuriyet mitinglerinin malzemesi haline getirmeye kalktı. İş gelip toplumun nezdinde devletin kendisinin yargılanmasına dayanınca da ‘bitiriyoruz’ dediler. Hiçbir sonuca varmadan o büyük kabarış söndü gitti.

Özellikle Türkiye’deki demokratik muhalefete ne tür çağrılarda bulunuyorsunuz?

Zaten bu noktada özellikle demokratik muhalefetin radikal kesimlerine söz düşüyor ve bu sözün kurulması, takip edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Toplumda bunun karşılığı var. Bu ifşa videolarının nasıl bir alakayla izlendiğini görüyoruz. Çünkü insanlar elleriyle yapamadıklarının dilleriyle yapılabileceğini görüyor. Ezop masallarında insanların kendi dilleriyle anlatamadıklarını hayvanları, bitkileri konuşturarak yaptıklarını Sedat Peker de bu dijital çağda bu videoları çekip yayınlayarak yapıyor. Devlet de işte böyle bir alemdir, diyor. Bunları dinleyip gevşemek yerine ‘biz bu lağımın içinde yaşamaya mecbur muyuz?’ deyip ses olmak, bu ortalığa saçılanların etrafına bir kampanya kurmak lazım. Elle tutulur bir şahit de var, anlattığı, ilk bakışta çılgınca gelen her olay bir başka şahitle doğrulanıyor. Hükümetin bu ifşaat karşısında çok zorda kaldığını ve harekete geçmemeleri için insanları korkutmaya hazır olduğunu düşünüyorum. Ancak içten içe çok zayıflar, çünkü çürümüşlerdir, karşımızda hepsi birbiriyle didişen yapılardan oluşan bir hükümet var. Bu iç gerilimler yüzünden mücadele kolaylaşmaktadır; ancak Saray’ın gözünün dönmüş olacağı bellidir. Dünyada başına bunlar gelenler ilk biz değiliz, her yerde halklar bu kuvvetleri yenmeyi başardı; Arjantin, Şili, Uruguay ve Bolivya’da. Latin Amerika’yı bir uçtan diğer uca bunların beş beteri yönetiyordu ama Latinler bu canavarları hapse tıkmayı başardı. Bizler de yapabiliriz, sadece buna cüret etmek gerekir.
________________________
ANF, 28 Mayıs 2021