Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…

İki önemli mesele var bizim için.  Birincisi, var olan otoriter rejimin faşist diktatörlüğe yürümesini durdurmak. İkincisi -bir önceki moda iade olmak değil, onu aşmak ve- gerçek yerel özerkliklerle bezenmiş çoğulcu, çok kimlikli bir toplumu kucaklayan bir demokrasi inşa etmek.

Halkların Demokratik Partisi Onursal Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, dün akşam Artı TV’de “Detay” programında Ayşe Yıldırım ve Kemal Göktaş’ın sorularını yanıtladı. HDP’nin kapatılma davası, yaklaşan genel seçimler, ittifaklar ve partinin yeni yasama dönemi öncesinde 27 Eylül’de yayınlanacağı deklarasyon konusunda değerlendirmelerde bulundu. Soru ve yanıtların vieo kaydına yukarıdaki bağlantıdan, metne ise aşağıdaki çözümden ulaşabilirsiniz.

***

Ayşe Yıldırım:
İyi akşamlar Kemal Göktaş ile birlikte bir detay programı ile daha karşınızdayız. Erken ya da zamanda yapılacak seçimlerin belirleyici partisinin HDP olduğu toplumun tüm kesimlerince kabul gören bir gerçek. Bu nedenle de HDP’nin nasıl bir tutum sergileyeceği çokça tartışılıyor. Elbette Saray medyasında Genellikle HDP’siz tartışılıyor. Bu işin bir başka yönü. Aslında HDP’nin tutumu ortada fakat 27 Eylül’de açıklayacağı deklarasyonla sanırım bu daha da netleşecek. Bugün hem HDP’nin açıklayacağı deklarasyonu, bu çerçevede tabii siyaset arenasında yaşanan gelişmeleri konuşacağız HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü bizimle birlikte.  Hoş geldiniz.

Ertuğrul Kürkçü:
Merhaba. Hoş bulduk.

Ayşe Yıldırım:
Kemal’e geçmeden önce şuradan başlayalım. İlk soruyu ben sorayım size. Şimdi HDP’nin çok ağır baskılar altında olduğu uzun zamandır bilinen bir gerçek. Bu baskılara rağmen HDP nasıl bir çalışma yürütüyor ve bu çalışmalar sonucu hem seçmenden nasıl karşılık buluyor hem de kamu oyu araştırmalarına baktığınız zaman oy oranında nasıl bir etki yaratıyor diye buradan başlayacak olursak.

Ertuğrul Kürkçü:
Tabii hepimiz herkes gibi dikkatle izliyoruz anketleri ve aşağı yukarı son bir yıldır Halkların Demokratik Partisi kararsızların oranı büyümesine rağmen kararsızların dağıtılmasından sonra aşağı yukarı 2018’deki durumunu koruyor gözüküyor. Bazen onda 1, 2 puan altına düşüyor; ya da onda 1, 2 puan üstüne çıkıyor ama istikrarlı olarak kendi seçmeni ile bağını koruyor. Sorunuzun başına böylece dönersem, peki bunu nasıl koruyor? Aslında burada örgütsel mekanizmalardan çok fikriyatı, zihniyeti ve daha çok da bunun bir onur kavgası olması rol oynuyor. Çünkü Halkların Demokratik Partisine yönelik bütün saldırılar esasen onun seçmeninin asıl gövdesini oluşturan Kürt halkının “Ben buradayım varım, vardım ve var olacağım” deme imkânının ortadan kaldırılması olarak gözüküyor? Şöyle düşünülebilir: Kaç tane parti kuruldu, kaç tane parti kapatıldı ve bu partiler hep birbirlerine eklendi… Fakat, Halkların Demokratik Partisinin bir farkı var: Halkların Demokratik Partisi fiziksel bir değişiklik değildi. Tabir caizse bir kimyasal değişiklikti, yeni bir kimya yarattı. Yani Türkiye’nin özgürlük ve demokrasi güçleri ile Kürdistan özgürlük ve demokrasi güçlerini aynı devlete karşı aynı program altında bir araya getirdi. Bu Türkiye siyasi tarihinde ilk kez gerçekleşen bir şeydi ve herkesin çok şüphe ile baktığı bu gidişata Kürtler çok büyük bir manevi yatırım yaptılar. Çünkü bir çözüm zemini üzerinde bütün bunlar gerçekleşti ve böylelikle Kürtler sadece kendi yaşadıkları öz coğrafyalarında değil bir bütün olarak Türkiye, hatta bölge siyasetinde bir rol oynayabileceklerini gördüler ve bu rolü de lâyıkıyla oynadılar. Bunun üzerinde gerçekleştiği zemindir Halkların Demokratik Partisi. Burada her Kürdün alın teri var, çabası var. Gençliğinin mücadelesi var, kadınların mücadelesi var ve aslında onların umutlarının cisimleşmesi demek.  O yüzden Halkların Demokratik Partisini korumak ve Halkların Demokratik Partisi ile bağı korumak Kürtler için çok önemli.

Fakat sadece o kadar değil. Batıya döndüğümüzde de hem batıdaki büyük kentlerde yaşayan Kürt nüfus hem de öte yandan Türkiye’nin sosyalist ve demokratik güçleri Türkiye’de hüküm süren ırkçılık karşısında Halkların Demokratik Partisi’nde çok güçlü direnç mevzisi buluyorlar ve siyasi mücadeleye anlam katan Halkların Demokratik Partisi’ni desteklemek, onunla birlikte çalışmak onun özgürleşmesinin temsilcisi olduğu Kürtlerin yürüyüşüne eşlik etmek çok büyük bir misyon kaynağı. Öyle de olduğu için de Halkların Demokratik Partisi Kürdistan’daki sömürgeciliğe karşı mücadele ettikçe Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin, faşizme karşı mücadelenin de koçbaşı haline geliyor. Aslında şöyle denebilir. Bu baskı ortadan kalksa Halkların Demokratik Partisi’nin oyu aslında ikiye katlanmış olurdu. Benim gördüğüm budur ve o yüzden de hiçbir şekilde Tayyip Erdoğan’ın uykularını kaçırmaksızın edemiyoruz. Bu tabii herkes için hayattaki anlamını, partiyle olan ilişkisinin anlamını güçlendiriyor. Ben örgütsel faaliyetlerden, yayın faaliyetlerinden çok, bu sinerjinin Halkların Demokratik Partisi’ni yaşattığını ve belirgin bir güç haline getirdiğini söyleyebilirim.

Kemal Göktaş:
Malum, Selahattin Demirtaş’ın T24’teki yazısıyla kamuoyunun gündemine çok girdi ama öncesinde de biliniyordu ki, HDP ittifaklar meselesine ilişkin tutum belgesi açıklayacaktı. Yani herhalde bunun adı tutum belgesi olmayacak ama son dönem işte Millet İttifakı ile HDP arasındaki ilişkiyi belki netleştiricek bir belge olacak. HDP’nin tabanında yapılan çalışmalarla, toplantılarda şekillendiğini biliyoruz. Aslında tabandan gelen bir belge olacağını da söylüyor HDP sözcüleri. Bunun siyasi içeriğinde ne olacak, yani nasıl bir belge beklemeliyiz. Bir de beklenen, çünkü seçime doğru yerel seçimlerin bir tekrar olacakmış gibi bir beklenti var. Neydi orada: HDP AKP’ye kaybettirmek üzere bir strateji geliştirdi ve de büyük şehirlerde oylarını kazanacak adaya Millet İttfakı’nın adayına verdi ve bunda da başarılı oldu ve İstanbul başta olmak üzere metropollerdeki belediyelerin AKP’den alınmasında en büyük katkı HDP seçmenin verdiği oydu. Bu manzarayı değiştirecek bir durum ortaya çıkar mı? Yani ittifak içerisinde olmadan ama ittifakın adayına destek vermesi beklenen HDP seçmeni başka bir yol seçer mi?

Ertuğrul Kürkçü:
Şunu önce söylemem gerekir: Birincisi ben deklarasyon yazım sürecinin içinde değilim. İkincisi de henüz gerçekleşmemiş, ortaya çıkmamış bir deklarasyonunun, hem, ne diyelim, anlatıcısı olmam imkansız maddeten; hem de buna yetkili değilim. Ama öte yandan sizin gibi ben de bu hayatı birlikte yaşıyorum; bunlar üzerine düşünüyorum, ifade hakkım ve özgürlüğüm var ve bir sıfatım da var. Bütün bunlar içerisinde kendi fikrimi söylerim ama, ne diyelim, bu, parti bir yanda ben bir yanda olduğum için değil, sorumluluklar bunu gerektirdiği için. Önce bunda bir anlaşalım, bu yan net olsun. Ben genellikle “biz” diye konuştuğumuz her durumda bu yetkinin konuşanda olması gerektiğini düşünüyorum. O yüzden de “ben” diye konuşacağım ister istemez.

Şimdi ikinci nokta şu: Halkların Demokratik Partisi’nin önümüzdeki muhtemel seçimlerle, geçmişte kalan, olmuş bitmiş olan 31 Mart seçimleri arasında aynı şeyin ikinci baskısını yapacağını düşünmek gerçeğe aykırı olur. Çünkü yerel seçim yerel seçim, genel seçimler ve genel seçimler. Bunlar, tamamen -karakter itibariyle Türkiye’deki yerel ve merkezi hükümeti ilişkileri itibariyle tamamen- farklı seçimler. Birindeki tutum illa otomatik olarak ikinciye yansımaz. Metodolojik olarak bu böyle.  Öte yandan sizin söylediğiniz gibi tabii bir “kazanma-kaybettirme” tartışması da, böyle bir telaffuz da var ama, şimdi Halkların Demokratik Partisi’nin 31 Mart’ta izlediği çizgi iki kanatlıydı: “Kürdistan’da her şeyi kazanma, batıda her şeyi kaybettirme.” Bu, Türkiye’deki, faşist diktatörlüğe yürümekte olan iktidarın, diktatörlüğün kuvvet dengesinde geriye doğru savrulmasını sağlayacak en rasyonel taktik olduğu için Halkların Demokratik Partisi bu yolu benimsedi.  Yani Halkların Demokratik Partisi kendisine oy verdi. Bizim seçmenimiz daima kendisine oy verir; ne verirse versin kendisine verilmiştir oyu. Bu, bir, ezilenlerin kurtuluşu, ikincisi Kürtlerin özgürlüğü için elindeki biricik aracı, politika aracını hem doğru en rasyonel biçimde kullanma meselesi. Dolayısıyla Adalet ve Kalkınma Partisi’nin İstanbul’da, Ankara’da Adana’da, Mersin’de, İzmir’de Antalya’da, Antakya’da devrilmesinin sonuçta bazı belediye başkanlarını çok önemli konumlara getirdiği, onları cumhurbaşkanı adayı haline getirdiği gerçektir. Ama asıl önemli olan bizim açımızdan gericilik kalelerinde gedikler açılmış olmasıdır. İstanbul belediyesi kaybedildikten sonra kaç televizyon battı, kaç gazete battı,  kaç bankamatik mudisi avantasız kaldı, kaç müteahhitlik şirketi battı?…  Bunları düşünürsek aslında bizim yaptığımız hamle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuvvet merkezlerinden birini dağıtmakla ilgiliydi. Bu bizim siyasi kazancımızdı. Aynı siyasi kazancı… Bu önümüzdeki seçimlerde biz hangi yöntemle seçime gideceğimizi bilmiyoruz. Birincisi bu dar bölge, daraltılmış bölge meselesi gelecek mi, baraj meselesi olduğu yerde duracak mı ya da daha aşağı çekilecek mi? Bütün bunlar nasıl bir tablo çıkartacak onları bilmiyoruz ama şu son derece net: Halkların Demokratik Partisi seçim, genel seçimler dendiğinde anlaşılan şeyi tarihte olduğu gibi, hep olduğu gibi anlamaya devam edecektir. Bu genel seçimler devrimci parti için daima bir termometredir, ya da bir barometredir. Yani, onun gücünü, kuvvetini etrafa saçtığı enerjinin derecesini hem kendisinin görmesi hem herkese göstermesi içindir. O yüzden burada bizim devredebileceğimiz, başkası için değerlendirebileceğimiz bir şey yoktur. İskamlelerimizin hepsini istiyoruz. Bu bizim gücümüz, kuvvetimiz, kudretimiz, yenilmediğimizin parlementer düzlemde gösterilmesi demektir.

Geriye bir tek şu kalır: Faşist diktatörlüğe yürüyüşün asıl kesileceği merkez parlamento değil Cumhurbaşkanlığı. Çünkü şu an bütün yetki, bütün güç, bütün yaptırım kuvveti cumhurbaşkanında toplanmış durumda. Doyaısıyla Cumhurbaşkanı’nı yerinden etmedikçe siyasi bir başarı kazanmış olmazsınız. Şimdi burada henüz önümüzde açılacak olan yeni dönemin nasıl göründüğüne dair öteki partilerin ortaya koyduğu bir şey yok. O yüzden sahici bir müzakere yapıyor değiliz. “O mu olacak, bu mu olacak?” biz bundan ziyade şununla ilgiliyiz: İki önemli mesele var bizim için: Birincisi, var olan otoriter rejimin faşist diktatörlüğe yürümesini durdurmak. İkincisi -bir önceki moda iade olmak değil, onu aşmak ve- gerçek yerel özerkliklerle bezenmiş çoğulcu, çok kimlikli bir toplumu kucaklayan bir demokrasi inşa etmek. Dolayısıyla bu talebimize henüz bir yanıt almış değiliz. O yüzden bizim için ona mı buna mı, öyle mi böyle mi diye bakacağımız bir zemin yok bizim ve açıklayacağımız deklarasyon da bunu söylemeyecek.

Bizim açıklayacağımız deklarasyon toplumla müzakere edecek: Biz böyle bir toplum istiyoruz, Kürtler böyle yaşamak istiyorlar; işçiler böyle yaşamak istiyorlar; kadınlar böyle yaşamak istiyorlar, bunun için bizimle kim birlikte yürümek ister? Şimdi tabii bu, cevabını bilmediğimiz bir soru değil. Etrafa baktığımızda, dinlediğimizde her şeyi görüyoruz. Fakat size şunu söylemek isterim:  Halkların Demokratik Partisi, bütün politik güçlerin tabanıyla diyalog halindedir. Ben iddia ediyorum, her evde bizim, Türkiye’de, bir seçmenimiz var; öyle değilse bile bir sempatizanımız var.  O yüzden Halkların Demokratik Partisi bu tabandaki diyalogu sürdürdükçe aslında tabanda başka bir ittifak oluşuyor.

Ben, 31 Mart taktiğinin ne bizim partimizin ne diğer partilerin bir gece ansızın aklına gelen bir taktik olmadığını; bu taktiğin 2018 genel seçimlerinden başlayarak tabanda mayalanmakta olduğunu; partileri, partilerin yöneticilerini baskı altına alan kitlelerin sevk ettikleri istikamet olduğunu söylemek isterim.  Bugün ise bu böyle çalışmıyor çünkü Halkların Demokratik Partisini resmi toplumun dışına atmak, onsuz yürümek, “adı olmayan parti” olarak, “kimliği bilinmeyen parti” olarak onu bir kenara atmak ama seçmenlerinin oyunu talep etmek şeklinde tecelli eden bütün taleplerin tabanda çok büyük bir öfke yarattığını herkesin bilmesini isterim. Öfke ile siyaset yapılmaz, ama öfkenin insanların daha önce gönüllü olarak kurdukları diyalogların önünü kapattığını ve aslında Türkiye’nin en önemli demokratikleşme sinerjisi olan taban ilişkilerine çok büyük bir zarar verdiğini bu tutumun söylemek isterim. O yüzden biz uyarmaya devam edeceğiz.

Son olarak da şunu söylemek isterim: İttifaksız siyaset olmaz. Halkların Demokratik Partisi’nin kendi ittifak sistemi var. İttifak meselesi bizim önümüze Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanlığı %50+1’i getirdi diye çıkmış değil ki.  Ben kendimi bildim bileli, o zaman HDP yoktu, -yani kendimi bildim bileli dediğim hapisten çıktıktan sonra, yeniden siyasi hayata başladığımdan beri- şunu gayet iyi biliyorum. Türkiye solu, sosyalistleri, işçi hareketi, aydınları demokratları, ne diyelim özgürlükçü liberalleri ile Kürtlerin özgürlük mücadelesi arasında daimi bir ittifak zemini vardır. Biz hep o partilerle beraber girdik. Sonunda o parti bizim partimiz oldu. Biz orada şimdi birlikteyiz. Bunu genişletebiliriz. Genişletmeye devam edeceğiz.

Ancak var olan ittifak sistemlerinden birincisi faşizmin kurumsallaşması için toplumu, halkı, partimizi baskı altında tutuyor ondan kurtulmamız lazım. Muhalefetin ise bu kurtuluşa özgürlükçü bir dinamizm katacağına dair henüz yeterli bir belirti olmadığı için biz kendi ittifak sistemimizi geliştirmeye devam edeceğiz.  Önümüzde daha bir buçuk yıl var: Kim öle kim kala.  Daha neler olacak bunları bilmiyoruz. Örneğin Kürtlerin hayatı Türkiye’de başlayıp biten bir hayat değil: Irak’ta, Suriye’de İran’da [da] yaşıyorlar.  Bu parçalarda çok büyük mücadeleler var. Bunlar bölgesel etkiler yaratacak. Türkiye’ye bunların dönüşleri olacak. Hükümet buna nasıl reaksiyon verecek muhalefet ne reaksiyon verecek? Bunları göre göre kat edeceğimiz bir buçuk yıllık bir süre var. O yüzden de bizim deklarasyonumuzdan, henüz hiçbir unsuru belirmemiş  -erken mi olacak, geç mi olacak, olacak mı  olmayacak mı belli olmayan- bir genel seçimle ilgili olarak bizden kristal keskinliğinde bir tutum bekleyenler bizi hakikaten biraz hafifsemiş olurlar. Bizim de herkes kadar aklımız çalışıyor. Burada biz, sadece olacaklara daha tutarlı bir yön vermek isteriz: “Bundan aşağısı olmaz.” Biz onu söylemek isteriz herkese.  Biz hakiki bir demokrasi istiyoruz. Cezaevlerinin boşalmasını istiyoruz. Sürgündekilerin ülkesine geri dönmesini istiyoruz. Yoksulluğun, kadın cinayetlerinin, Kürtlerin sömürgeleştirilmesinin son bulmasını istiyoruz. Bunun için mücadele eden hiç kimseye “gözünün üstünde kaşın var” demeyiz ama bize derlerse ki, mesela, “2015/6 Haziranına dönelim, orayı yaşadık oraya dönemeyiz; oradan buraya geldik. O yüzden biz şimdi 2020’lerin hangi döneminde bir çözüm zemini oluşacaksa,  politik, Türkiye’nin geleceği açısından onun terimleri ile konuşmak istiyoruz.  Yani, Mevlana’nın sözüne iştirak edelim: “Düne dair ne varsa, [dünle beraber] gitti cancağzım, şimdi yeni şeyler söylemek lazım.” O yüzden geleceğe bakarak konuşursak bir restorasyon istemiyoruz. Faşist diktatörlüğün önünü kesmeye kararlıyız. Sadece biz kalsak bile bu yönde mücadele edecek olan, bu diktatörlük rejimi ile herhangi bir demokratik momentum yaratılabileceğini söylemek, “kuru su” olabilir demektir. Ciddiye alınmak isteriz her zaman…

Ayşe Yıldırım:
Peki bu deklarasyon bağlamında ben de bir soru sormak isterim.  Kemal’in bahsettiği gibi Selahattin Demirtaş’ın yazsıyla daha çok çok dikkat çekmişti. Selahattin Bey’in, orada şöyle bir cümlesi vardı.  “[…] Kürtler, Aleviler, muhafazakarlar, sosyalistler, Atatürkçüler, ‘demokratik milliyetçiler’ dahil her kesimden liyakatli kadrolar demokrasi ortak paydası [altında] birlikte hareket etmeyi başarabilmelidir. Burada tabii dikkat çeken “demokratik milliyetçiler” cümlesi. Bunu nasıl okumalıyız? Bu bize ne söylüyor? Sizce nasıl değerlendirmek lazım?

Ertuğrul Kürkçü:
Bu tamlamanın birinci parçasını dikkate almamız lazım, yani her türlü demokratik dinamiğin makbul olduğuna dair… Bunu bir Kürdün, hapisteki bir Kürdün, partimizin eski Eş Genel Başkanının söylediğini de düşünecek olursak, “demokratik olduktan sonra böyle bir diyalogu bile kurmaya açığım” demesi yüksek gönüllülük demektir. Bu mesajı umarım muhatapları anlarlar, muhatapları kendilerine hitap edildiğini anlamışlar mıdır, bakalım göreceğiz?

Kemal Göktaş:
Bu deklarasyon bağlamından çıkarak soracağım. HDP seçmenini en çok rahatsız eden şey yok sayılmak. Bu HDP sözcülerinin de sık sık vurguladığı bir şey. Özellikle İYİ Parti’de yok sayma dışında bir de hasmane tutumlar oluyor ki, daha önce HDP eski milletvekilleriyle  İYİ Partili yöneticiler arasında spekülasyonlar da yaşandı, polemikler oldu ve Millet İttifakı’nın da aslında en önemli parçası İYİ Parti görünüyor -hem aldığı oy hemd e işte MHP ve AKP den oy alma kapasitesiyle. HDP’nin bu yok saymaya karşı bundan sonraki tutumu -deklarasyon bağlamı dışında soruyorum- daha farklı olacak herhalde değil mi? Yani daha farklı bir yönelim arayışı.  Seçmen de partiyi herhalde böyle bir şeye doğru zorluyor.

Ertuğrul Kürkçü:
Şöyle söyleyebilirim: Bu tutum aslında bana sorarsanız, Halkların Demokratik Partisi’nin tabii daha az sancılı, daha çabuk ilerleyen, daha geniş, daha kucaklayıcı bir özgürleşme stratejisi takip etmesini önlüyor. Her şeyi zora sokuyor. Restorasyon kapılarından başka hiçbir yere kapı açmıyor vesaire. Fakat, benim fikrimce bu strateji eğer bir kaç oy artışını bir kenara bırakacak olursak yarının yönetici partisi olacak olan bir partinin Türkiye’nin en önemli, hem sorun hem çözüm dinamiğiyle diyalogsuz kalarak Türkiye’yi yönetmeye talip olması anlamına geliyor. Bence, daha hükümet olmadan, hükümet ortağı olmadan toplumun bir bölümü ile hasımlaşarak siyaset yapmanın aslında sadece ve sadece önyargılarla ilgisi olabilir. Doğru dürüst, modern bir partinin kitlesini, bileşenlerini eğitmesi gerekir. Biz bu eğitime yardımcı olmak isteriz tabii – yani her şeyden önce kendimizi doğru anlatarak. Ama var olan ve gerçek olan ve çok acı çeken insanlarla “Siz aslında yoksunuz fakat bizim adayımıza ne yapacağınızı biliyorsunuz” diye ilişki kurmak neresinden baksanız müstehcen. Yani o açıdan hakikaten bu yol, yol değil. Ben bunun İYİ Parti’nin bir iç çelişkisi olduğunu ve gidermediği takdirde hem bir demokratik momentumun kaçırılmasına yol açacağını hem de aslında problemleri daha da çetrefilleştireceğine dikkat çekmek isterim. Diyeceğim bu kadar. Tabii içişlerine karışamayız. sadece şunu hatırlatmak isterim, bir yazımda da yazmıştım: Şimdi, Halkların Demokratik Partisi seçmeninin “asla oy vermem dediği partiler arasında İYİ Parti […] sondan ikinci parti, bütün bunlar olmadan önce. Ama iyi Parti seçmeninin asla oy vermem dediği birinci Parti Halkların Demokratik Partisi. Şimdi dolayısıyla Halkların Demokratik Partisi, buradan anlaşılıyor ki -nereden bakarsanız ona göre- ya kitlesi tarafından iyi eğitilmiş bir önderliğe sahip ya da parti kitlesini iyi eğitmiş. Dolayısıyla eğitim derken bunu kast ediyorum. İYİ Parti meseleye buradan bakamazsa kendi bileceği mesele. O zaman Tayyip Erdoğan’la onun gibilerle uğraşmaya devam edeceğiz demektir. Biz biliyoruz ne yapacağımızı. Onlar için biraz zor olabilir. Bu bizim için sorun değil. On yıllardır aşağıda siyaset yapıyoruz. Onlar ilk defa tadiyorlar bunları. Oyüzden daha uzun sürebilir. Bu kadar demek istediklerim.

Ayşe Yıldırım:
Tabii, seçim barajının yüzde 7’ye düşeceği kesinleşmedi ama hem AKP hem MHP bu konuda anlaştıklarını deklare ettiler. Şimdi dediler ki “bu MHP’yi rahatlatmak içindi, oy oranları çok düşmüştü”  bir yandan da işte “HDP’ye verilen oylar nedeniyle getirilen bir düzenlemeydi, işte seçmen rahatladı” ama şimdi bunlara bir şey daha eklendi ki, “AK Parti MHP Siz seçime girmeyi planlıyor ve böylece işte Kürtlerin oylarına talip olabileceği bir rahatlama sağlayacak kendisine.” Hangisine katılırsınız? Yoksa hepsini birden mi hesaplıyor? Bunun HDP deki yansıması nasıl olur?

Ertuğrul Kürkçü:
20 yıldır artık beraber yaşıyoruz, kafası nasıl çalışıyor anladık! Birincisi daima seçenekler olması gerekir onun için. Aslında onun bu “seçenekli” yürüyüşü uluslararası diploması çevrelerinde şey diye adlandırılıyor: “Cangıldaki gorilla”. Hangi sarmaşığa tutunursa onunla, onun gittiği yere kadar gidiyor. Ortaya karışık siyaset Tayyip Erdoğan’ın genel tutumu. Hepsine birden oynuyor olabilir. Ama bütün bunları niçin yapacak? Tayyip Erdoğan’ın meselesi başında da sonunda da daima seçim kazanmaktan ibarettir; çünkü başka türlü bir iktidar kapısı henüz açılmamıştır. Mutlak iktidar kurulmamıştır. Dolayısıyla “seçim nasıl kazanabilirim”?.. Bu sorunun cevabı Halkların Demokratik Partisi’ni zayıflatmak kendisini güçlendirmek için bütün manevraları yapmaktır. Ben ikinci seçeneğin daha kuvvetli olduğunu düşünüyorum: Yani, Kürtlerle MHP’siz bir diyalog kuruyor görüntüsü vermek. Fakat buradaki bu hamle HDP’den ziyade DEVA Gelecek Partilerinin AKP’den kaçan muhafazakâr Kürt oylarını emmelerine son vermek ve bunları geri toplamakla ilgilidir çünkü nihayet fiilen aslında örtük koalisyonu onlar kuracaklar devam edecekler, çünkü kader ortağılar. Tabiri hatırlayın, daha önce de söylemiştim, Bahçeli dedi ki Tayyip Erdoğan’a “Suç işliyorsun. Seni suçtan kurtarmamız için suçu kânun haline getirmemiz lazım.” Bu rejim böyle doğdu. Şimdi, bir organize suç örgütünün iki üyesi birlikte yürüyecekler, ama buna başka kılıflar bulabilirler. Bence mesele budur. HDP’ye gelince şunu diyemeyiz: “Bizi hiçbir şey etkilemez vesaire”. Fakat sadece HDP’den, ne diyelim, bazı muhafazakar mütereddit seçmeni kaçırabilir fakat gürül gürül yeni seçmen geliyor. İlk defa oy kullanacakların çok büyük bölümü Kürt gençleri arasından gelecek ve bu Kürt gençleri için Tayyip Erdoğan… Diyarbakır’dan yapılan röportajları izliyor musunuz sosyal medyada? Hiç bu kadar zeki ve bu kadar öfkeli genç insanı bir arada görmüyorum başka hiçbir yerde.  Bu insanlar tutum alacaklar. Ben “iki HDPliden birinin oy vermesi yasaktır” diye bir kanun çıkmazsa Halkların Demokratik Partisinin geri düşmeyeceğini, baraj meselesinin olmadığını, sadece asıl büyük mesele: oluşacak olan parlamentoda hakikaten bir demokratik momentum olmazsa, sadece parlamentoya girmiş olmakla yetineceği bir seçimin de HDP’yi kesmeyeceğini söyleyebilirim.  Biz hakiki bir dönüşüm -ve aslında toplumda gerçekleşecek hakiki bir dönüşüm- peşindeyiz. Ve o nedenle seçim meselelerinin şimdiden bizi bu kadar alakadar etmediğini söylemek isterim. Fakat eğer arkadan bu “daraltılmış bölge” meselesi gelecek olursa o zaman şunu anlarız biz:  Halkların Demokrat Partisi’ni baraj altına itme ihtimali artık kalmamıştır; fakat Halkların Demokratik Partisinin olmak istediği şey, Türkiye’nin tamamının yönetimine, demokratik kampın öncüsü olmaya talip parti olmaktan, bir yerel parti [olmaya], Fırat’ın doğusunda siyaset yürüten ama batısında parlamenter siyaset kanalları daraltılmış bir parti haline getirmek diye bir fikrin var olduğunu anlarız. Bu da tabii HDP’yi sınırlama çabalarından birisidir. Fakat diyeceğim, bütün bunları görmeniz lazım. Bunları gördükten sonra -her bir sorun çözümüyle beraber çıka geliyor- bakacağız o zaman. Yani biz endişeli değiliz, bizi endişelendirmiyor… Davutoğlu’nu belki endişelendirebilir. Nitekim emarelerini de görüyoruz işte , hani: “Sen bana bir adım at, ben sana iki adım…”

Ayşe Yıldırım:  
Doğru söylüyorsunuz! Şunu da sormak isterim yani hani Kürtlere bir zeytin dalı uzatacağı iddia ediliyor ya Erdoğan’ın, ki, nitekim siz de söylüyorsunuz Erdoğan tabii ki, seçim odaklı çalışıyor ona göre düzenlemeler yapmaya çalışıyor. Şimdi iddia şu ki, seçimler öncesi bir genel af bile masada. Bu durumda hep konuşuluyor ya “Acaba yeni bir çözüm süreci de ortaya çıkar mı” diye? Sizce çok sıkıştığı ve kaybedeceğini bildiği için böyle bir şeye girişir mi, girişirse hakikaten inandırıcı bir çözüm masası kurulur mu?


Ertuğrul Kürkçü:
Şimdi siz böyle deyince aklıma şu geldi: 12 Mart’tan çıkarken işte Ecevit’in genel affı geldiğinde “radikal” denilen devrimci-milliyetçi subaylar şöyle diyorlardı: “…Biz hapisten çıkmıyoruz, bu affı kabul etmiyoruz. Biz istemedik. Kimse bizi hapisten çıkartamaz; hapse de koyamazdınız, hapisten de çıkartamazsınız. Neyi affediyorsunuz” falan. Şimdi hapishaneden çıkartana “neden beni beni çıkartıyorsun” demeyeceğiz elbette. Yani öyle bir öyle bir durumumuz olmaz.

Ayşe Yıldırım:
Zaten hiç orada olmamaları gerekirdi.

Ertuğrul Kürkçü:
Ama Türkiye’de, çok açık, büyük bir mesele var bunun çözülmesi lazım. Şimdi Tayyip Erdoğan rejimi bu meseleyi çözmek değil bu meseleyi bir kaldıraç haline, kendisinin siyasi geleceği için bir kaldıraç haline getirmek için bazı düzenlemeler yapmak isteyebilir. Ama seçim başka, çözüm başka bir şey. Bizim bu konuda özellikle 2015 öncesi süreçten çıkarttığımız ders şudur: Bütün toplumla müzakere edilmedikçe müzakere olmaz. İkincisi, çatışmasızlık olacak ise, çatışmasızlığın kapısını kimle çatışıyorsa onunla açması gerekir. Halkların Demokratik Partisi, onlar istediği yalanı söylesin, biz değiliz çatışan. Biz çatışmaya hangi anlamı yüklersek yükleyelim, bizimle çatışmasızlık sağlanamaz. Çözüm için ise Türkiye’de yaşayan 81 milyon insanın yarısından fazlasının rızasını almak gerekir, en az yarısından fazlasının… Bu çoğulcu bir süreç gerektirir. Bunlar çok ciddi işler. Yeni bir memleket kurmak demektir. Bu ciddiyette görmem ben bu söylenen şeyi. Ama bu bize şunu söyler: Erdoğan rejimi aslında son derece zayıflamıştır ve bu zayıflıktan kurtulabilmek, iktidar zeminini pekiştirebilmek için daha önce hiç aklına getirmeyeceği hamleleri yapmaya hazırdır.  O zaman madem o kadar zayıfsa, zayıf bir diktatörü biz niye güçlendirelim ki. Zayıf diktatör gitsin tarihin çöplüğüne, önümüze yeni bir alan açılsın. Onu buna sürükleyen koşullar onun yerini alacak olan hükümete de aynı şartları dayatacaktır. O yüzden bizim kendi taleplerimizde sebat etmemizden başka bir çare ben görmüyorum. Ama dediğim gibi “hapishanenin kapısını açtım” diyene “Hayır burada yatıyorum çıkmıyorum demeyiz biz.”

Kemal Göktaş:
Son dönemde aslında seçim sath-ı mailine girdiğimiz anlaşılıyor. Yani çok emare var. Seçim dönemindeyiz öyle anlaşılıyor. Hem muhalefet partilerinin seçim kampanyası yürütür gibi çalışmaları hem de AKP’nin özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle bir laiklik tartışması çıkarmaya çalışması bunu düşündürtüyor. Son anketlere göre bu akşam işte Metropoll’ün son anketinden bir sonuç daha yayınlandı. Kararsızlarda en büyük orana sahip olan AKP seçmeni ve onlar başka bir partiye gitmekte de oldukça gönülsüzler. Yani kararsız ama başka bir partiye de gitmiyor. Tam da onları hedeflediği söyleniyor bu diyanet tartışmasının. Siz seçime doğru, bir öngörü sorusu olacak ama bu, ama AKP’nin bu yolda devam edeceğini düşünüyor musunuz ya da bunu bir seçim taktiği olarak mı görüyorsunuz? Bir de ek olarak tabii Millet İttifakı’nın ortaya net bir program koyamamış olması bu durumu nasıl etkiliyor sizce.  Yani tek program aslında parlamenter sisteme döneceğiz. Ama insanlar ekonomi nedeniyle kaçıyorsa AKP den, özellikle ekonomi çok büyük bir etkense o kararsız oluşmasına ya da kopmada daha güçlü bir yönetim daha sorunlarını çözecek bir  yönetim arayışındaysa, Millet İttifakı aslında aşırı bir iyimserlik içerisine mi girmiş durumda “Biz seçimi kazanacağız” moduna girerken.?


Ertuğrul Kürkçü

Şöyle söyleyeyim, ben: Millet İttifakı’nın iki kanadı, yani Cumhuriyet Halk Partisi ile İYİ Parti’nin temel meseleler konusunda tam olarak ne söylediklerini yani birbirlerinin görüşlerini benimseyip benimsemediklerini bilmiyoruz. En son şunu hatırlıyorum. Kılıçdaroğlu’nun yaptığı bir açıklamaya verilen yanıt: “Bize sormadan söyleme” idi. Şimdi hal böyle olunca ilerlemeyen, parıldamayan  fakat iktidarın çürümesi dolayısıyla durduğu yerde durarak aslında toplumun kendisine geleceğini ümit eden bir strateji var. Şimdi bu stratejinin AKP muhaliflerinden ya da AKP’yi terk edenlerden bir şey çekebileceğini,  ne diyelim, onlar için bir cazibe merkezi olabileceğini söylemek o kadar kolay değil. Fakat ben deminki tezi sürdüreceğim: Erdoğan rejiminin ve Erdoğan’ın kuvvet zemininin zayıflaması dolayısıyla, buradaki çelişkili pek çok unsurdan oluşan ittifakın her bir unsuru da kendi davasının peşinde eskisinden daha kuvvetle koşmaya başlıyor. Yani tarikatlar, cemaatler ve çıkar çevreleri, sermaye grupları, çeşitli İslami düşünce cereyanları, milliyetçi akımlar bunların her biri şimdi bu dalgalanmadan kendisine imkan yaratmaya çalışıyor. Çünkü her biri Tayyip Erdoğan için vazgeçilmez önemde olduklarını görüyorlar. Bu, eriyen, çözülen bir iktidar zemininde en küçük unsurun bile yüksek pazarlık gücüne sahip olması demektir. Ben bu noktada esasen Tayyip Erdoğan’ı bu radikal siyasi İslami çevrelerin onun merkezci tutumuna nispetle, onu zorlayan bir strateji benimsemeleri ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Ben daha kestirme söylersem tarikatlar el yükseltmek istiyorlar. Bunun hemen yol açtığı reaksiyon Bahçeli’nin buna karşı vaziyet alması oldu. Tayyip Erdoğan için hepsi önemli. Burada da ortaya karışık gidecektir Ancak ben şöyle düşünmüyorum: Yani şu an Tayyip Erdoğan için işte Hilafet ilanı için en uygun değil. Çünkü onu en güçlü olduğu anda yapması gerekir. En güçsüz olduğu anda adım atması için zorlandığını ve buna cepheden karşı çıkamadığını düşünüyorum. Gene de konsolide etmek için bu tabanı din kartını oynaması beklenir. Fakat gördüğüm kadarıyla krizin derinliğiyle buna verilen dinsel yanıt birbirlerini karşılamıyor. Ben insanlardaki öfkeyi gördükçe bu öfkenin işte Itikatlar üzerinden yatıştırılamayacağını bunun boşa kürek çekmek olduğunu düşünüyorum. Ama gene de herkes şansını deneyecektir. Böyle düşünüyorum. Bunun etkili bir politika olmayabileceğini söyleyebilirim.

Ayşe Yıldırım:
Peki ben de şunu sormak isterim: Şimdi Kemal haklı, tabii ki seçim sath-ı maline girmiş gibi bir politika üretiliyor. Ama tabii seçimler ne zaman yapılacak, o da belirsiz.  Özellikle seçim yasası değişirse zaten 1 yıl sonra yapılmak zorunda. Fakat ısrarla Millet İttifakı üzerinden muhalefetin adayı kim tartışması yapılıyor her yerde. AK Parti Grup Başkanvekili Bülent Turan da önceki gün daha doğrusu şöyle bir şey söyledi: Görülen o ki HDP kimi isterse millet ittifakı adayı olacaktır. Millet İttifakı’nın adayı aynı zamanda HDP’nin dile getirdiği “özgürlük ittifakı”nın da adayı olacaktır! Nasıl değerlendiriyorsunuz Bülent Turan’ın tespitini.

Ertuğrul Kürkçü:
Zaman çok büyük bir hızla akıyor. Buna aslında çok zekice bir cevap hemen o sırada geldi. Bizim milletvekillerimizden Murat Sarısaç ve Merkez Yürütme Kurulu üyemiz Veli Saçılık bu denklemi tersine çevirirdiler: “HDP kimi istemezse o cumhurbaşkanı adayı olmayacak,” diye. Bu daha doğru. Bu, şu manaya gelir. Tabii kimse bize sormuyor: “Adayımızı kim yapalım, Siz kimi istersiniz” diye ama sonuçta Halkların Demokratik Partisinin sadece temsil etmekle kalmadığı, fikrini oluşturmasına yardımcı olduğu, ortaya normlar, değerler, ölçütler koyduğu bir yaklaşımı var, toplum nasıl yönetilmeli konusunda.  Şimdi burada bugüne kadar örneğin özgürlükçü herhangi bir edimi olmayan herhangi bir biçimde demokrasi mücadelesinde iz bırakmamış, herhangi bir biçimde işkenceye zorbalığa ve kadın düşmanlığına, Kürt düşmanlığına, ırkçılığa karşı çıkmamış, açık, net, tasavvur edilen özgürlükçü demokratik cumhuriyetin değerlerine şu ya da bu şekilde ait olduğuna dair bir iz olmayan herhangi birini aday olarak gösterdiği takdirde buna dönülüp bakılmayacağını, tartışılmayacağını bilebilmesi gerekir. Şimdi tabii soru şu: İster istemez geliyor gündeme, Kemal Bey maalesef kendini de tartıştırmış oldu -yani kendisi aday olsa ne olur, olmasa ne olur -bunlar daha çok Cumhuriyet Halk Partisi’nin bileceği şeyler. Bunlara bir şey diyemeyiz. Tartışmanın bu tarafıyla çok ilgilenmiyoruz. Ama bu saydığım sıfatlar ve nitelikler, eğer partinin başkanında da yoksa o zaman o da tartışma konusu olacaktır. O yüzden çok dikkatli olunması gerekir. Bu şöyle bir şey de değil yani birlikte ortak yaşam, hep birlikte özgürleşme, hep birlikte refaha ulaşma, hep birlikte daha nitelikli bir eğitime sahip olma, hayat kalitesinin yükselmesi, yoksulluğun bertaraf edilmesi vesaire gibi şeyler için mücadele ediyorsak o zaman normları yüksekte tutmak, başkası yapmasa da bizim yapacağımız şey. Çünkü en çok mağdur olan kesimi biz temsil ediyoruz ve anketler giderek çeşitlenmeye başladı ve yoksulların en büyük hızla yöneldikleri parti isek bunun bir sebebi var. Şimdi iktisadi krize anlamlı bir cevap vermediği apaçık ortada olan bir aday ile ortaya çıktığında biz bu seçmenle o aday arasında nasıl bir diyalog olacağını bekleyebiliriz.

O çerçevede baktığımızda, evet, yani sonuçta Halkların Demokratik Partisi eğer ortaya konulan ölçü 50+1 ise bunun tamamlanmasında -kendileri istediler- kilit partidir; kilidin hakkı haktır yani…

Kemal Göktaş:
Kısaca bu kapatma davası ile ilgili öngörünüz var mı? Çünkü anlaşılıyor ki sizin de dediğiniz gibi Cumhur İttifakına kaybettirecek millet ittifakı ile bağlarının koparılması ve belki de HDP’nin yokluğu Tabii o nasıl bir politik fatura ortaya çıkarır şimdiden öngörülemez ama sizin hem kapatma davasının seyri ile ilgili bir öngörünüz var mı; hem de HDP kapatılırsa bunun etkisi ne olur? Kısaca tabii yani çok geniş bir sor olduğunun farkındayım ama…

Ertuğrul Kürkçü:
Şimdi şöyle söyleyeyim: Eğer şimdiki seyrinde devam edecek olursa HDP’yi kapatmak için bir hukuki sebep; Anayasa Mahkemesi yargısı bağlamında bir netice elde edilemeyecektir. İki, gerekçem var bunun için.  Birincisi, aslında Anayasa Mahkemesi’nin birinci iddianameyi red gerekçelerinin hiçbiri ikinci iddianameyi kabul ederken karşılanmış değildi. Zaten bunu karşılamak mümkün de değildi. Birinci iddianame reddedilirken gerekçe gösterilen şeylerin birçoğu ikinci iddianamede de vardı. Örneğin ben orada işte siyasi haklarından mahrum edilmesi ve davranışları dolayısıyla Parti’nin kapatılması gerektiği söylenen kişilerden biriyim. Şimdi diyor ki, 37 tane adam öldürmüşsün, şu kadar bakkal dükkanını yıkmışsın, şuraları soymuşsun, bankaları parçalamışsın… Bunu ne zaman yaptım? Benimle bunun arasında hala bir irtibat yok. Şimdi o zaman nasıl olacak? Bunun için bir Kobanê davası yetiştirildi arkadan. Fakat gidişata göre Kobanê davası da bunu tamamlamıyor. İki ayrı mecrada akmaya başladı. O yüzden neresinden bakarsak bakalım hukuken böyle bir yol yok. Fakat Anayasa Mahkemesi tesir altına alınamıyor diye bir şey de yok Anayasa Mahkemesi tesir altına alınabilir. Eğer buna karar verilmişse, zaten seçimler de bambaşka bir mecraya kaymış demektir. Onu başka türlü konuşmamız lazım. Bu kadar.  Şimdiki deliller ve şimdiki yargılama usulleri çerçevesinde HDP’nin Anayasa Mahkemesi yargısı sonucunda kapatılması için bir sebep görmüyorum, heyecanlanmıyorum ama Anayasa Mahkemesini Anayasa Mahkemesi gibi davranmaktan alıkoyacak koşullar olursa… Yani örnek vermemiz gerekirse bizim milletvekili dokunulmazlığımızın kaldırılmasına karşı itirazlarımız Anayasa Mahkemesi’nde reddedildi. Oysa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi birer birer bunları kabul etmeye başladı. Demek ki, o zaman Anayasa Mahkemesi’ne mevzuat ve hukuk dışında bir tesir de vardı. Bu tesir şimdi de olabilir. Kıskaca alınmış olabilir Anayasa Mahkemesi, onu görürüz. Fakat şunu söylemek isterim, biz bunu şöyle karşılıyoruz: Her sonuca açığız, kısa zamanda bu karar alınabilir. O zaman ne yapacağımızı biliyoruz.  Seçimlere girmemizin önünde hala bir engel yoktur. Peki kitle buna çabucak ayak uydurabilir mi? Ben bu kitle ile 2011 seçimlerinde tanıştım. Yani bu kadar yakından tanıştım. O zaman bağımsız adaylarla seçime gidiyorduk. Mersin gibi bir kentte her mahalledeki her sokaktaki herkes kime ne zaman nasıl oy vereceğini biliyordu. Okuma yazması olmayan kadınların ellerinde birer ip vardı. Oy pusulasının başından benim olduğum yere kadar çekiyorlardı. İpin olduğu yere mührü vuruyorlar. O nedenle bizim seçmenimiz ile aşa çıkılmaz. Halkların Demokratik Partisi yapacağını yapacaktır. Bundan kaçış yok. Bunu en az sancılı yoldan gerçekleştirmek daha iyidir. Göreceğiz, fakat rahat bırakılmayacağımız, taciz edilmeye devam edeceğimiz bugün olanlardan bellidir. İzmir’deki cinayetin, Deniz Poyraz cinayetinin erketesi, Halkların Demokratik Partisi genel merkezinin önüne çadır kurmak üzere Ankara’ya geliyor şimdi. Evet işte yarınki meselemiz budur. Tabii ki uğraşmaya devam edecekler ama hepsini aşabiliriz öyle görünüyor.

Ayşe Yıldırım:
Sayın Ertuğrul Kürkçü zamanımız da doldu. Çok teşekkür ederim.

Ertuğrul Kürkçü:
Ben çok teşekkür ederim.

Ayşe Yıldırım:
Tüm sorularınıza çok açık yürekli yanıtlar verdiniz ve hepimizi aydınlattınız. Çok çok sağ olun.

Ertuğrul Kürkçü:
Kemal Göktaş’a da çok teşekkürler. Hoşça kalın.

Ayşe Yıldırım:
Bugünlük bu kadar diyelim. Haftaya görüşmek üzere, iyi akşamlar.